• Mutlu Olma Sanatı

Mutlu Olma Sanatı

  • 175,00 TL
  • 122,50 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

“Kendini tanımak, mutluluğun ilk kanunudur.”

Fransız dilinin en büyük stilistlerinden, en önemli üslup ustalarından biridir Alain. Yaşadığı dönemde Fransız kültür ve yazın alanına çok derin etkileri olmuş, eğiticiliği ve rehberliğinin gücü sayesinde kendisinden sonra bu alanda çok değerli isimler kazandırmıştır.


Filozof Alain, mutluluğu tıpkı bir Kandinsky tablosunda kullanılan farklı renkler gibi hayatın tamamına yayar. Mutluluğun birbirinden farklı tonları vardır: İyimserlik, kararlılık, özgüven, uyum ve denge vb. Alain, tüm bu renkleri bir tabloya sığdırarak, gerek eski çağlardan bu yana tüm ahlâk ve inanç sistemlerinde gerekse çağdaş psikolojide insanı mutluluğa götüren nitelikler, özellikler ve çabalar ile onu engelleyen sızlanmalar, sıkıntılar ve bencillikler üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştur.

“Ya doğru dürüst düşünmeli ya da hiç düşünmemeliyiz.” İyi bir uykunun, tabiata yararlı bir uyuma sanatının bile kendimizi yarı düşünce haline kaptırmaktan, iyice yönetilmemiş, başıboş bırakılmış düşüncelerle gündüz düşlerine dalmaktan daha iyi olduğu söylenir. Kendini tanımak, iyimserlik kendine söz vermeyi ve kararlı olmayı gerektirir. Mutsuzluğun kapısını mutluluğa açacak anahtar da belki de böyle kararlı ve güçlü bir uykunun sabahında zihni dolaşıkların düğümünü çözer. 


  • Yazar: Alain
  • Kitabın Başlığı: Mutlu Olma Sanatı
  • Fransızca Özgün Metin: Propos sur le bonheur
  • Çeviren: Ayda Yörükân [Fransızca]
  • Yayına Hazırlayan: Mirze Mehmet Zorbay
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 154; Felsefe Dizisi - 51
  • Basım Bilgileri: 6. Basım: Ekim 2023 (1. Basım: Bilgi Yayınevi, 1990)
  • Sayfa Sayısı: 254
  • ISBN: 978-605-9328-19-7
  • Boyutları: 13,5 x 21
  • Kapak Resmi: Vasiliy Kandinsky, On White II, 1923.


Çevirenin Önsözü
 

Büyük İskender’in Atı (Boukephalos)

Öfke

Üzgün Marie

Sinir Bozukluğu

Hüzün

Tutkularımız

Falcıların Sonu

Hayal Gücü

Hayal Gücünün Ürünü Olan Felâketler

Argan

Tıp Bilimi

Gülümseme

Kazalar

Facialar

Ölüm Üzerine Düşünceler

Tavırlar

Beden Eğitimi

Dualar

Esneme Sanatı

Keyifsizlik ya da Huysuzluk

Karakterler

Alınyazısı

Geleceği Keşfeden Ruh

Geleceğimiz

Kehanetler

Herakles

Karaağaçlar

Harislere Öğüt

Kader

Unutmanın Gücü

Büyük Çayırda

Yakın İlişkilerden Doğan Tutkulu Davranışlar

Ailece

Sevgi ve İlgi Gösterme

Aile Huzuru

Evlilik Üzerine

Evli Çiftler

Can Sıkıntısı

Hız

Kumar

Umut

Hareket Etmek

Hareket Adamları

Diogenes

Bencil

Kralın Canı Sıkılıyor

Aristoteles

Mutlu Çiftçiler

İşler

Eserler

Uzağa Bak

Yolculuklar

Hançer Dansı

Tumturaklı Sözler

Durmadan Sızlanmak

Tutkuların Tumturaklı Dili

Umutsuzluk

Acımak

Başkalarının Acıları

Avunmak

Ölülere Saygı

Yağmurdan Kaçarken Doluya Tutulmak

Yağmur Altında

Aşırı Heyecan ve Öfke

Epiktetos

Stoacılık

Kendini Tanı

İyimserlik

Düğümü Çözmek

Sabır

İyi Niyet

Hakaretler

Neşe

Bir Çeşit Kür

Düşünce Sağlığını Koruma

Süte Övgü

Dostluk

Kararsızlık

Törenler

Yeni Yıl

Dilekler

Nezaket

Görgü Kuralları

Başkalarını Hoşnut Etmek

Doktor Platon

Sağlıklı Olma Sanatı

Zaferler

Şairler

Mutluluk Erdemdir

Mutluluk Ne Kadar Cömerttir

Mutlu Olma Sanatı

Mutlu Olma Görevi

Kendine Söz Vermek Gerek

Çevirenin Önsözü

 

İnsan düşüncesinin tarih boyunca en çok üzerinde durduğu konulardan biri mutluluktur. Eski çağların filozoflarından ve bilge kişilerinden tutun da, çağdaş filozoflara, psikologlara ve sosyal psikologlara gelinceye kadar mutluluk üzerine düşünmüş, mutluluğun tanımını yapmaya çalışmış ve insanların mutlu bir şekilde yaşayabilmesi, mutluluğa ulaşabilmesi için neler yapması gerektiği konusu üzerinde kafa yormuş, yazılar, kitaplar yazmış o kadar çok düşünür vardır ki!

Ayrıca, insanların genellikle mutlu olabilmek için göstermiş olduğu çabalar da son derece yaygındır, çünkü mutlu olma eğilimi –birtakım engeller yüzünden saptırılmamışsa eğer– insanın tabii bir ihtiyacıdır ve her ihtiyaç gibi karşılanması gerekir. Özellikle çağımızda birçok insanın mutlu olabilmek için kendilerine yardımcı olabilecek kitaplara dört elle sarılmaları, bu kitaplardan medet ummaları ve bu gibi kitapların hemen her ülkede en çok satan kitaplar arasında yer alması mutlu olma ihtiyacının insanlarda ne kadar güçlü ve yaygın bir itki olduğunu gösteren kanıtlardan biridir.

Peki ama mutluluk nedir? Mutluluk yalnızca birtakım acıların, dertlerin, sıkıntıların vb. olumsuz şartların bulunmayışı olarak tanımlanabilir mi? Başka bir deyişle, bu gibi olumsuz şartların bulunmayışı insanın mutlu olması için yeterli midir? Yoksa başka şeylerin –birtakım olumlu şeylerin– bulunmasını da gerektirir mi? Ve ne gibi şeylerin bulunmasını gerektirir? Bu soruya verilecek cevap da şüphesiz insandan insana değişecektir: Kimine göre para, kimine göre başarı kazanma, şan ve üne ulaşma, kimine göre aşk, kimine göre zevk ve eğlence, kimine göre bol bol yolculuk ve serüven, kimine göre sakin bir hayata ve iç huzuruna ulaşmak vb. sayısız gaye ve amacın peşinden koşmak…

Öbür yandan, mutluluk yalnızca bir ruh hâli, yani sübjektif bir duygu mudur? Yoksa objektif ya da gerçek bir temele dayanmış olması da zorunlu mudur? Yalnızca bir zevk yaşantısı mutluluk için gerçek bir kriter olabilir mi? Mutluluğun temel şartları nelerdir? Bu temel şartlar var olduğu hâlde gene de mutsuz olan insanların sayısı neden bu kadar çoktur? Temel şartlar elverişli olduğu sürece, hayatımızdaki olumlu şeylerin sayısını artırarak, hattâ bazı olumsuz durumları olumlu durumlara çevirerek mutluluğa ulaşmak mümkün müdür? Elinizdeki imkânlarla yetinerek, kanaatkârlık, ölçülülük vb. erdemlerle gerçek bir mutluluğa ulaşılabilir mi? Yoksa kendi kendimizi aldatmaktan başka bir şey olmayan bir mutluluk yanılgısına mı düşeriz? Düşünce tarihi boyunca üzerinde uzun uzun düşünülmüş ve tartışılmış olan bu konuları felsefenin, çağdaş psikolojinin ve sosyal psikolojinin ışığı altında kısaca gözden geçirip aydınlığa kavuşturmadan önce, okuyucunun kendi gözlemlerine ve deneyimlerine dayanarak bu sorular üzerine biraz düşünmesini isterdim.

Düşünce tarihinde, mutluluğa bir kriter bulmaya çalışan ilk sistemli görüşlerden biri Türkçede Hazcılık ya da Zevkçilik deyimiyle karşılayabileceğimiz Hedonizmdir. Hedonizm, zevki, insan davranışlarına yön veren bir ilke olarak görmüştür. Bu kuramın ilk temsilcisi olan Aristippos (MÖ 435-356) acı veren şeylerden kaçmanın ve zevke ulaşmanın hayatın amacı olduğunu öne sürmüştür. Açlık, susuzluk, cinsel itki, uyku vb. ihtiyaçların giderilmesinden duyulan tatminden tutun da, insana zevk veren her şey girmekteydi bu zevk tanımına. Ayrıca, yalnızca o an için duyulan zevk ve yalnızca bir zevk yaşantısı olarak hissedilen sübjektif bir duygu söz konusuydu.

Epikuros (MÖ 342-270) zevk tanımına biraz daha açıklık getirmiştir. Epikuros, hayatın amacının zevk olduğunu kabul etmekle birlikte, bazı zevklerin peşinden koşmanın doğru olmadığını, çünkü bazı zevklerin ileride o an için duyulan zevkten daha büyük acılar vereceğini öne sürmüştür. Ona göre ancak doğru olan zevkler akıllı, iyi ve dürüst bir şekilde yaşamayı sağlar. Böyle bir duruma da ancak sürekli ve sakin bir hoşnutluk için şimdiki zevkten vazgeçmeye hazır olanlar ulaşabilir. Böylece Epikuros akıllılık ya da bilgelik, iyilik, dürüstlük, ölçülülük, vb. erdemlerle hoşnutluk arasındaki ilişkiye dikkati çekmiş olduğu için, mutluluk kavramına yaklaşma bakımından kendinden önceki hazcı filozoflardan bir adım daha ileriye gitmiştir.

Doğru-yanlış kriterini zevklere daha sağlam bir şekilde uygulayan ilk defa Platon (MÖ 427-347) olmuştur. Platon zevkleri doğru ve yanlış olarak ikiye ayırmış, iyi insanların doğru zevklere, kötü insanların ise yanlış zevklere yöneldiğini öne sürmüştür. Platon ayrıca zevk duygusunun –yani yalnızca sübjektif bir yaşantı olarak duyulan zevkin– yanıltıcı olabileceğine de dikkati çekmiştir ki, çağdaş psikolojideki mutluluk anlayışında –ileride göreceğimiz gibi– üzerinde durulan noktalardan biri de budur.

Aristoteles de (MÖ 384-322) aynı şekilde, sübjektif bir yaşantı olarak zevk duygusunun yalnız başına alındığında geçerli bir kriter olamayacağını düşünmüştür: Kötü tabiatlı insanların zevkleri (aşağılık zevkler) ile zevk adını taşımaya lâyık olan zevkleri birbirinden ayırmıştır. Aristoteles’e göre, gerçek ve meşru zevkler insana yaraşan etkinliklerle birlikte giden ve gerek ihtiyaçlarımızı giderme, gerekse doğuştan gelen ya da kazanılmış güçlerimizi gerçekleştirme ile ilgili olan zevklerdir. Aristoteles, en yüce zevk türünün insanın kendi güçlerini gerçekleştirmesi olduğunu söylemekle bugünkü mutluluk anlayışımıza daha da yaklaşmıştır.

Spinoza (1632-1677), zevkten çok sevinç üzerinde durması, yani mutluluğa çok daha yakın bir kavramdan söz etmesi sevincin de doğru ve erdemli yaşamanın bir sonucu olduğunu, insanın daha az kusursuzluktan daha tam olanına geçmesi anlamına geldiğini öne sürmesi bakımından kendinden önceki filozoflardan daha da öteye gitmiştir. Spinoza’nın söz konusu ettiği kusursuzluk, insanın kendi imkânlarını gerçekleştirme konusunda giderek daha güçlü olması demektir ki, güç kavramı ile sevinç arasındaki bu ilişki mutluluk açısından çok büyük bir anlam taşır.

Spencer (1820-1903), zevk tanımında insanın biyolojik ve sosyal gelişmesine ağırlık vermiştir. Biyolojik açıdan, zevklerin insan organizması için yararlı olan, acıların ise zararlı olan etkinliklerle birlikte gittiğini; bireylerin ve türlerin hoş olan şeylerin peşinden gitmek, hoş olmayan şeylerden ise kaçmakla hayatta kalabildiklerini öne sürmüştür. Sosyal bakımdan ise, sosyal hayat için gerekli olan bütün etkinliklerin zevkli, sosyal hayatın gereklerine aykırı olanların ise zevksiz olduğunu söylemiştir. İnsanın beden ve ruh bakımından iyi durumda olmasına ve toplum hayatının gerekleriyle uyum içerisinde bulunmasına ağırlık verdiği için, Spencer’ın anladığı şekilde zevk, sübjektif bir yaşantı olmakla birlikte, aynı zamanda objektif bir temele de dayanmaktadır ki, bu nokta da çağdaş mutluluk anlayışı bakımından son derece önemlidir.

Buraya kadar mutluluktan çok, zevkten söz edildiğini gördük. Oysa çağdaş sosyal psikoloji, psikoloji ve psikanaliz alanındaki gelişmeler, sübjektif bir zevk ve tatmin duygusunun tek başına alındığında aldatıcı olduğunu ve mutluluk için geçerli bir kriter olamayacağını kanıtlamıştır. Alkolizm ve uyuşturucu maddeler kullanma gibi insana geçici olarak zevk veren tatmin şekilleri vardır. Bu gibi maddeleri kullananlar geçici bir süre için zevk duymuş olsalar da, hem daha sonra çekecekleri büyük acılar ve sıkıntılar, hem kişilik bütünlüğünün uğrayacağı zararlar, hem de toplumsal çevre ile olabilecek çatışmalar hesaba katılacak olursa, bu tür insanlara hiç de mutlu denemeyeceği açıktır.

Mazoşist ve sadist itkilerin tatmininden duyulan zevkler için de aynı şey söylenebilir. Birincisi, yani kendisine eziyet edilmesinden zevk duyma, kişilik bütünü için zararlı olan şeylere duyulan bir istektir. Bu, ya bedensel bir acıya ve bu acının vereceği zevke ulaşmak (dövülmek, hırpalanmak, işkence görmek ve bu gibi bedene zarar veren şeylerden cinsel bir haz duymak) ya da incitilerek, küçük düşürülerek, zorba davranışlarla karşılaşarak manevi bir acı çekmek ve bu acıdan zevk duymak isteği şeklinde ortaya çıkabilir. Sadizm de aynı şekilde çeşitli yollara başvurarak (dövmek, kırbaçlamak, işkence etmek, hırpalamak, aşağılamak, küçük düşürmek vb.) başkalarına maddi ya da manevi bir acı çektirmekten zevk duymuş olmayı, bu şekilde maddi ya da manevi bir tatmine ulaşmayı ifade eder. Her iki istek de, hem insanın kişilik bütününe zarar verdiği, hem de ahlâki ilkelere ve bireyin toplumsal itkilerine aykırı düştüğü için, aynı zamanda kişinin normal gelişmesinden bir sapmayı, dolayısıyla psikolojik bir bozukluğu dile getirdiği için, bu tür zevklerin mutlulukla hiçbir ilgisi yoktur.

Sübjektif zevk yaşantısının mutluluk için geçerli bir kriter olamayacağını gösteren bir başka örnek de mutlu bir ruh hâliyle birlikte giden akıl hastalıklarıdır. Kendini Napoléon sanan ya da dünya güzeli olduğuna inanan, bu nedenle neşeli bir ruh hâli içerisinde bulunan bir hastaya mutlu denebilir mi? Ayrıca, psikanalitik çalışmaların göstermiş olduğu gibi, gerçekte mutlu olmadıkları hâlde mutsuzluklarını baskı altına alıp bilinçaltına iten, bu yüzden bilinçli olarak kendilerini mutlu sanan insanlar da vardır. Baskı altına alınmış ya da bilinçaltına itilmiş bu tür bir mutsuzluk ya rüyalarda açığa vurur kendini ya da ruh çöküntüsü, can sıkıntısı, sürekli bir hâlsizlik, yorgunluk, bezginlik, sindirim bozuklukları gibi psikosomatik bozukluklar şeklinde ortaya çıkar. Bu durumda olan bir insan, bu gibi belirtileri genellikle fizikî bir rahatsızlığa bağlama eğilimini gösterir ve aslında mutlu olduğuna inanır. Bir insanın gerçek durumunu, yani tüm kişiliğinin rahat ve iyi bir durumda oluşunu ifade edecek yerde yalnızca bir sanıya dayanan böyle bir yaşantıya mutluluk değil, olsa olsa mutluluk yanılgısı denebilir.

O hâlde mutluluk nedir? Bu konuda genel bir tanıma ulaşmadan önce çağımızın ünlü düşünürlerinden –psikolog ve filozoflarından– bazılarının mutluluk tanımları ile ilgili birkaç örnek vermek istiyorum.

Çalışmalarında daha çok ahlâk ve karakter gelişmesine ağırlık veren Hadfield, insanın en büyük gayesinin tamlığa, bütünlüğe ulaşmak ve kendi benliğini gerçekleştirmek olduğunu, mutluluğun ise böyle bir gayeye ulaşmış olduğunu hissetmekle birlikte giden bir durumu ifade ettiğini söylemiştir. Hadfield’a göre, mutluluk insan benliğinin tüm imkânlarıyla gerçekleşmesi demektir. Hadfield, mutluluk ile iyilik arasında sıkı bir ilişki olduğuna da dikkati çekmiştir: İnsan sosyal bir yaratık olduğu için dış dünyaya yönelmek ve başkalarıyla uyum içerisinde yaşamak zorundadır. Başkalarıyla iyi ilişkiler kurmadıkça mutlu olamaz; bu nedenle, iyilik mutlulukla birlikte gider. Hadfield’a göre, mutlu olmaya değil de yalnızca iyi olmaya çalışanlar her ikisini de başaramazlar. Mutluluğa yönelmeyen bir iyilik ideali olamayacağı gibi, mutsuzluğu amaç edinen bir iyilik de düşünülemez. Öbür yandan, iyi olmadıkça, ahlâk normları göz önünde tutulmadıkça da mutlu olunamaz.

Kişilik ve karakter yapısı konusundaki çalışmalarıyla dikkati çeken bir psikolog ve sosyal psikolog olan McDougall hayatın başlıca amacının mutluluk değil, karakter yüceliğine ulaşmak olduğunu, ama karakter yüceliğinin de mutlulukla birlikte gittiğini, mutsuzluğun ise karakter bozukluklarından kaynaklandığını öne sürmüştür. McDougall’a göre, mutluluğun gerçekleşmesi duygularımızın, eğilimlerimizin, bilinçli ve bilinçaltı istek ve itkilerimizin uyum içerisinde bulunduğu, birbiriyle işbirliği yaptığı ve birbirini desteklediği bütünleşmiş bir karakter yapısına ulaşmış olmamıza bağlıdır. Ancak böyle bir karakter yapısıdır ki, insanın bütün güçlerini tam olarak ve etkin bir biçimde kullanmasını mümkün kılar, dolayısıyla mutlu olmasını sağlar. Bir kere böyle bir mutluluğa ulaştıktan sonra, akıllıca ve bilgece bir yaklaşımla mutluluğumuzu daha da zenginleştirebiliriz. Bizi mutlu kılan şeylerin bilincine varmayı, hayattan tat alma imkânlarımızı artırmayı, mutluluğumuzu başka insanlarla paylaşmayı ve özellikle dertlerimizi büyütmekten kaçınmayı öğrenebiliriz. Öyle insanlar vardır ki, dikkatlerini hep keyif kaçıracak şeylere yöneltirler. Başkalarının en küçük kusurlarından, beceriksizliklerinden rahatsız olurlar ve sinirlenirler. Herkesi ve her şeyi eleştirirler. McDougall’a göre kişilik bütünlüğüne ulaşmış bilge bir kişi böyle bir hataya düşmekten kaçınır ve dikkatini nesnelerin ya da insanların hoş olmayan görünüşlerine değil de, hoş olan yanlarına çevirmeye çalışır. Böylece kendi mutluluğunu da artırmış olur.

Özellikle Man for Himself adlı kitabında, psikolojinin bulgularını ahlâk sorunlarına uygulayan ve bu konuyu işlerken mutluluk sorununa da büyük bir yer veren sosyal psikolog ve psikanalist Erich Fromm’a göre, mutluluk ve mutsuzluk tüm organizmanın, tüm kişiliğin içerisinde bulunduğu olumlu ya da olumsuz bir durumun ifadesidir: Mutluluk, canlılığın artması, duygu ve düşüncelerin keskinliği ve yaratıcılıkla birlikte gider; mutsuzluk ise bu yeteneklerin ve fonksiyonların zayıflamış olmasıyla ilgilidir. Mutluluk insan varlığı problemine insanın bir çözüm, bir cevap bulmuş olduğunun göstergesidir. Kendi imkânlarını yaratıcı bir şekilde geliştirmek, hem dünya ile birleşmek, hem de kendi benliğinin bütünlüğünü korumayı başarmaktır. Mutluluk tanrıların bir armağanı değil, insanın içindeki yaratıcılığın sağlamış olduğu bir başarıdır. Yaşama sanatında ulaşılmış olan kusursuzluğun kriteridir; hümanist ahlâk için taşımış olduğu anlam bakımından da erdemin kriteridir. Çünkü Fromm’a göre mutluluk erdemle birlikte gider.

Russell ise, mutluluk konusunda daha çok pratik çözüm yolları önermekle birlikte, insanları mutlu kılan şeylerle mutsuzluğa yol açan etkenleri incelerken şu noktalar üzerinde durmuştur: Bir insanın yeteneklerini tam olarak kullanabilmesi ve gerçekleştirebilmesi; çalışmak, bir şeyler ortaya koyabilmek, yapıcı ya da yaratıcı olmak; kendini bir şeye ya da bir davaya vermek, sevgi ve ilgi alanlarını geliştirmek; kişilik bütünlüğünü gerçekleştirerek hayatın çeşitli görünüşleri arasında bir denge kurmak, böylece bütünlüğe ve tamlığa ulaşmak: Hem kendi içerisinde bir denge sağlamak, hem de dış dünya ve toplumla uyum içerisinde olmak. Russell, mutluluğun genel bir tanımını vermekle birlikte, bu gibi noktaları vurgulamak ve bütün bunlarla ancak çaba gösterilerek ulaşılabileceğini söylemek bakımından mutluluk konusunda daha önce belirtilmiş olan tanımlarda dile getirilen görüşleri paylaşır görünmektedir.

Böylece çağdaş görüşlerin ışığı altında genel bir mutluluk tanımı yapacak duruma gelmiş bulunuyoruz. Mutluluk nedir sorusunu kısaca şöyle cevaplandırabiliriz: Mutluluk, biraz sonra söz edeceğimiz temel şartlar var olduğu sürece, insanın kendisiyle ve çevresiyle uyum ve barış içerisinde olması; başkalarıyla gerçek sevgiye dayanan bir ilişki kurabilmesi, dış dünyaya ve insanlara sevgiyle yönelmesi ve başkalarının gösterdiği sevgiye de açık olması; kendine ve topluma yararlı olan eğilimlerini –yapıcı ve yaratıcı eğilimlerini– gerçekleştirebilmesi; bütün bunların sonucu olarak da, şartlar elverdiği ölçüde, gerek kendi hayatını gerekse başkalarının hayatını iyiye, doğruya ve güzele yöneltme çabalarında başarılı olduğunu, hiç değilse de bu konuda olumlu katkılarda bulunduğunu bilmekten kaynaklanan bir sevinç, esenlik ve iç huzuruna ulaşabilmesi demektir.

Böyle bir mutluluk anlayışı, insanın çok büyük acılar, büyük felâketler karşısında bile mutlu olabileceğini ve mutluluğunu sürdürebileceğini öne süren Stoacıların mutluluk anlayışından farklı olarak, mutlu olmak için gereken temel şartlar var olduğu hâlde çağdaş insanın genellikle niçin mutlu olmadığı noktasından hareket etmektedir. Mutluluğun temel şartları deyince de genellikle anlaşılan şey şudur: İnsanın günlük etkinliklerini ve işlerini sürdürmesine imkân verecek kadar sağlıklı olması; kendisinin ve ailesinin hayatını ve geçimini güvenlik altına alabilecek bir gelir (yoksulluk sıkıntısından ve kaygısından kurtulmuş olmak); beden ve ruhu ezecek ve tüketecek kadar yorucu ve yıpratıcı olmayan bir iş: Sosyal itkilerimizi ve eğilimlerimizi tatmin etme imkânını verecek bir yakın çevre (aile, dost, arkadaş vb. çevreler). Bu şartlar var olduğu sürece, insanın mutlu olması doğrudan doğruya kendi çabasına, isteğine, iradesine ve mutlu olma sanatındaki başarısına bağlıdır. Gerçi mutlu bir insan, büyük felâketler karşısında da mutsuz bir insandan daha dayanıklı olabilir ve kendini kolay kolay ruh çöküntüsüne kaptırmaz ve şüphesiz Stoacılar bu konuda, özellikle tutkularımızı ve olumsuz ruh hâllerimizi denetim altında tutma konusunda çok güzel şeyler söylemişlerdir. Ama Stoacıların büyük felâketler karşısında insanoğlundan bekledikleri şeyi tüm insanlardan istemek zordur: Felâketlere dayanmak, büyük acılara sızlanmadan katlanmak başka, bütün bu zor şartlar altında mutlu olmayı sürdürmek başka şeydir ve ne derece gerçekleştirilebilir, bilemiyorum. Bu tür bir mutluluk anlayışı bizim konumuzun dışında kalıyor.

Mutlu Olma Sanatı adı ile çevirisini sunduğumuz kitabın yazarı Alain’e gelince:

Alain, mutluluk konusunda sistemli bir görüş, bir kuram ortaya atmamakla birlikte, başlıklarına bakıldığı zaman, sanki birbiriyle ilgisi yokmuş gibi görünen söyleşileri dikkatle okunduğunda, çağdaş mutluluk anlayışının kapsamına giren tüm unsurların onun mutluluk konusundaki görüşünde ayrıntılı bir biçimde yer aldığı görülecektir.

Alain, mutlululuğun bize hazır olarak sunulmuş bir şey değil, çaba göstermeyi gerektiren bir şey olduğunu –insanın ancak kendi çabası, isteği ve iradesiyle ulaşabileceği bir şey olduğunu– söylemektedir. “Armut piş, ağzıma düş misali ulaşılabilecek bir şey değildir mutluluk” diyor. “Her şeyin, her olayın iki kulpu vardır – diyor– olup bitenleri bizi rahatsız etmeyecek kulpundan yakalamaya çalışmalıyız.” Bu anlamda mutlu olma çabasının, iyimser olma çabası ve isteğiyle birlikte gittiğini öne sürüyor.

Alain’e göre mutluluk, öğrenilmesi ve öğretilmesi mümkün ve gerekli olan bir şeydir. Mutlu olmayı öğrenmeliyiz ve başkalarına –özellikle çocuklarımıza– öğretmeliyiz. Bu bakımdan mutluluk bir bilgi ve bilgeliktir. Çeşitli bilim ve sanat dallarında olduğu gibi, edindiğimiz bilgiler, kazandığımız beceriler ve deneyimlerle bu alanda da ustalık kazanmamız, böylece mutlu olma sanatına ulaşmamız mümkündür. “Okullarımıza bir de mutlu olma sanatı dersi konsaydı ne iyi olurdu” diyor Alain. “Çocuklarımıza mutlu olma sanatını öğretmeliyiz –diyor– felâket gelip çattığı zaman mutlu olma sanatını değil; ben bunu Stoacılara bırakıyorum. Şartlar oldukça elverişli olduğu ve hayatın bütün acıları ufak tefek sıkıntılardan, rahatsızlıklardan öteye gitmediği zaman mutlu olma sanatını öğretmeliyiz onlara.”

Alain’e göre de, mutluluğu hayatın tüm alanlarını içine alacak şekilde geniş bir açıdan görmek gerekir. Mutluluk insanın tüm kişiliği ile ilgilidir. Parça parça mutluluklardan değil, ancak tüm mutluluktan söz edilebilir. Kendini yalnızca işine veren, ama aile hayatını ihmal eden ya da kendini her türlü dinleme ve eğlenme imkânlarından yoksun bırakan, işinden başka hiç, ama hiçbir şey düşünmeyen başarılı bir iş adamının duyduğu tatmin, mutluluk değil zevktir. Mutlu olabilmek için insan kişiliğinin ve hayatın tüm alanlarının, mümkün olduğu ölçüde, tam bir uyum ve denge içerisinde tatmin olması gerekir. Alain bu düşüncelerine belki tıpatıp bu cümlelerle söylemiyor, ama evlilik, aile, dostluk, iş hayatı, toplum hayatı vb. konularla ilgili söyleşilerde bu düşüncelerin varlığı açıkça görülmektedir. Ayrıca insanın yapıcılığına ve yaratıcılığına büyük önem vermektedir ki, bu nokta da –daha önce gördüğümüz gibi– mutluluğun vazgeçilmez bir unsurudur.

Alain’in mutluluk anlayışına göre, toplumsal ilgi ve ilişkiler mutluluğun kapsamı dışında bırakılamaz. Başkalarıyla iyi ilişkiler kurulmadıkça ve bu ilişkileri mümkün kılacak nitelikler ve erdemler kazanılmadıkça mutlu olunamaz. Bu nedenle, mutluluk erdemden ayrılamaz –erdemle birlikte gider. Hattâ Alain, mutluluğun başlı başına bir erdem olduğunu da söylüyor ve kitap boyunca yer yer bu görüşü savunuyor.

Alain, eski çağlardan bu yana hemen hemen tüm ahlâk sistemlerinde şu ya da bu açıdan ele alınan, çağdaş psikolojide ise genellikle insanları birleştiren ya da birbirlerinden uzaklaştıran, dolayısıyla insan mutluluğunu kolaylaştıran ya da zorlaştıran –hattâ imkânsız kılan– özelliklerin çoğu üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmuştur. Sevgi, ilgi, dostluk, sosyal duygu, nezaket, neşe, sevinç, hoşnutluk, umut, ölçülülük ve bu gibi insanı mutluluğa götüren niteliklerle, öfke, huysuzluk, keyifsizlik, durmadan sızlanmak, bencillik, can sıkıntısı, hüzün ve umutsuzluk gibi mutluluğa engel olan nitelikler üzerinde çok güzel şeyler söylemiş ve çok iyi ipuçları vermiştir bize. Mutluluğa götüren niteliklerin kazanılmasının bir istek ve irade işi olduğunu, mutsuzluğa yol açan etkenlerin ise gene istek ve irade ile bir yana itilebileceğini söylemiştir. Ayrıca olumlu özellikler kadar olumsuzların da –özellikle olumsuz olanların– bir kere benimsendi mi giderek artacağı gibi çok önemli bir psikolojik noktaya da dikkati çekmiştir. Öfke öfkeyi, can sıkıntısı can sıkıntısını, hüzün hüznü, karamsarlık karamsarlığı vb. davet eder demiştir ki, bununla bu gibi duyguların yalnızca bir tür ruh hâllerini sürdürmekle kalmayıp gittikçe artırdığını da belirtmek istemiştir. Hoşnutluk, neşe, iyimserlik gibi nitelikler için de aynı şeyin söz konusu olduğunu, irademizi kullanarak bir kere böyle bir olumlu tavır takındık mı bu duyguların da giderek artacağını öne sürmüştür.

Alain, mutluluğu kolaylaştıran ya da engelleyen bu özelliklerin her birini çoğu zaman bir söyleşinin tümünü ona ayıracak şekilde incelemiş değildir. Tatlı bir sohbet havası içerisinde, sanki o daldan o dala atlarmışçasına, bir konudan ötekine geçermişçesine anlatmak istemiştir bize söylemek istediği şeyleri, aynı konuları tekrar tekrar ele almış ve değişik açılardan incelemeye çalışmıştır. Bazen bir konuyu birkaç yönden ele alıp bir sonuca varmadan bırakmıştır. Bazen de kolay kolay anlaşılmayan cümleler, dikkatle bakılmadığı zaman sanki üzerinde durulan konuyla ilgisi yokmuş gibi görünen cümleler kullanmıştır. Bütün bunlar Alain’in kişiliği ile ilgilidir ve tanınmış Fransız yazarı André Maurois’nın Hatıralar’ında çok açık bir şekilde belirtmiş olduğu gibi, Alain’in bilinçli olarak başvurduğu bir yöntem, bir taktiktir. Çünkü Alain, belli bir sistem ve kuram ortaya atan filozoflardan değildir. Öğrencilerine de, okurlarına da hiçbir zaman hazır bilgiler vermek istememiştir. Birtakım fikirler, düşünceler ortaya atmak, bazı konulara dikkatimizi çekmek ve ipuçları vermek, bizi o konular üzerinde düşündürmek, düşünmek için çaba göstermek ve kendi başımıza bir karara varmak zorunda bırakmak için bilerek bu şekilde hareket etmiştir. Özgür düşünceye, yeni fikirler üretmeye açık ilgi çekici bir yazar olması, bence daha çok buradan kaynaklanmaktadır.

Mutluluk üzerindeki bu önsözü son bir noktaya dikkati çekerek bitirmek istiyorum.

Dünyamızda bunca acı, bunca keder ve gözyaşı, bunca felâket varken, Dostoyevski’nin deyişiyle “Bu toprak en derin katlarına kadar insanların gözyaşlarıyla yoğrulmuşken” acaba mutluluktan söz etmeye hakkımız var mı, gibi bir soru geliyor insanın aklına ve bu da çoğumuzu son derece tedirgin ediyor.

İnsanların köyler ve kasabalar gibi küçük yerleşim birimleri hâlinde yaşadıkları, haberleşme araçlarının çok sınırlı olduğu, özellikle radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının bulunmadığı çağlarda, insanların dikkat ve ilgisi ancak çok dar bir çevre içerisinde olup bitenlere yöneliyordu. Şüphesiz acılar vardı, ama yalnızca yakın çevreyle ilgiliydi. İletişim araçlarının son derece geliştiği günümüzde ise, dünyanın dört bucağında olup biten acı olayları ânında duyuyoruz, yalnızca duymakla kalmıyoruz, içimize işleyen o acı tabloları televizyonlarımızın başında bütün ayrıntıları ile görüyor ve dehşetle izliyoruz. Bütün bunlar içimizde kolay kolay silinmeyen izler bırakıyor, kapanması güç olan yaralar açıyor ve ister istemez “Böyle bir dünyada mutlu olmaktan söz etmeye hakkımız var mı?” sorusunu sormamıza yol açıyor. Bir arkadaşım, “Akşamları yorgun argın işten dönüp de sıcak ve düzenli evime girdiğim zaman hep şükretmek geliyor içimden –demişti–. Ama bir akşam TV’de tiner ya da tutkal koklayan çocuklarla ilgili bir röportaj izledim; çocuklara ‘Bunu niçin yapıyorsunuz?’ diye sorulduğunda içlerinden biri şöyle cevap verdi: ‘Üşüdüğümü daha az hissediyorum ve dayak yediğim zaman canım daha az yanıyor bunu kokladığımda.’ O günden beri artık şükretmeye hakkım var mı diye düşünüyorum.”

Sıcak ve aydınlık evimizde televizyonumuzun karşısında oturmuş, iştahla bir şeyler yer ya da içkimizi yudumlarken dünyanın herhangi bir yerindeki korkunç bir felâketle ilgili görüntüleri izleyen hemen hepimizin aklına takılan haklı ve yerinde bir sorudur bu. Ve çok acı bir soru… Ama olayı yalnızca bu açıdan görmek bence doğru değildir. Dünyada bu kadar acı, bunca felâket karşısında ufak tefek sıkıntılarımızı dert etmemeyi ve başkalarına anlatarak, sızlanarak onların da keyfini kaçırmamayı öğrenmeliyiz. Dünyada çekilen bunca acı varken, günlük sıkıntılarımızı gözümüzde büyütmemeliyiz. Başkalarına mümkün olduğu kadar neşeli ve güleryüzlü bir tutumla yaklaşmalıyız ve bunun, Alain’in çok iyi bir şekilde belirtmiş olduğu gibi, başkalarına karşı bir görev olduğunu unutmamalıyız. Dünyadaki bu acılar ve felâketler karşısında, kendi küçük dertlerimizden ve sıkıntılarımızdan sızlanmaya hakkımız olmadığını da unutmamalıyız. Alain’in ve öteki bilge kişilerin bize anlatmak istedikleri de budur işte. Yoksa kalbimizi başkalarının acılarına kapamak değildir.

 

Dr. Ayda Yörükân

 


Alain (1868-1951)

Fransız felsefeci, eğitimci ve deneme yazarı. Asıl adı Émile-Auguste Chartier’dir.  15. yüzyıl şairi Alain Chartier’e hürmeten Alain adını almıştır. École Normale Supérieur mezunudur. Fransa’nın çeşitli liselerinde felsefe dersleri vermiştir. I. Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden yazmıştır. Savaş patlak verdiğinde ise üst rütbelerde atanmayı reddederek bizzat cephede savaşmıştır. Tüm yaşamı boyunca felsefenin birçok alanıyla ilgilenen Alain aynı zamanda bir üslup ustasıdır. Üslup konusunda Sokratik geleneğin modern bir takipçisi sayılır. Bu yönüyle Alain çeşitli konular hakkında kaleme aldığı “Propos”ları (Sohbet) ile ünlüdür. Alain, en karmaşık meselelerde yalın ve özlü anlatımıyla rasyonalist düşüncenin önemli temsilcilerinden biri sayılır. Fransız düşüncesini derinden etkilemiştir. Özellikle Simone Weil, Raymond Aron, Georges Canguilhem, André Maurois ve Julien Gracq gibi isimler üzerinde onun düşüncelerinin izlerini takip etmek mümkündür. Alain’in önemli eserlerinden bazıları: Spinoza (1900), Propos (1908-1919), Système des beaux-arts (1920), Propos sur l’esthétique (1923), Propos sur l’éducation (1932), Idées (1932), Propos sur la littérature (1934), Minerve ou de la Sagesse (1939), Eléments de philosophie (1940).