20. yüzyıl tarihçilik anlayışını temelden değiştiren Annales okulunun ünlü temsilcisi Marc Bloch, bu kitabında tarihin en önemli dönemeçlerinden birini tüm ayrıntılarıyla inceliyor.
Feodal Toplum'da Avrupa tarihini şekillendiren temel olaylar ve kurumlar üzerinde durulmaktadır. Ortaçağın diline ve kültürüne ustalıkla nüfuz eden Marc Bloch, kullandığı yüzlerce materyalden klasik dillere ve kaynaklara olan hâkimiyetiyle çeşitli zaman dilimlerinden olağanüstü bir sentez çıkarabilme başarısını yakalamıştır. Bu sentez Avrupa'nın ruhu ve değerleri, onu diğer toplumların gelişiminden farklı kılan kimliğidir.
Feodal Toplum'da büyük göç dalgaları, barbar istilaları, imparatorlukların yükselişi ve parçalanışı, krallıklar, vassal-senyör ilişkileri, toprak ve fiefler, soylu sınıflar, şövalyeler, edebiyat, din, hukuk, ticaret ve kültür hayatı birbirinden kopuk ögeler olarak değil, geniş konu yelpazesi içerisinden, nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte ele alınıyor. Ve tüm zamanların, yüzyılların ötesine geçen bir çizgiye yerleşerek geçmişten bugüne nasıl gelindiği en somut adımlarıyla okura sunuluyor.
Feodal Toplum, bugün de hâlâ aşılamayan klasik tarih kitaplarından biri olarak değerini korumaktadır.
- Yazar: March Bloch
- Kitabın Başlığı: Feodal Toplum
- Orijinal Başlık: La société féodale, 1939.
- Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay [Fransızca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Mr. Z & Z
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 12; Tarih Dizisi - 4
- Basım Bilgileri: 7. Basım / Ekim 2021 [4. Basım / 2005]
- Sayfa Sayısı: 724
- ISBN: 978-605-2133-98-9
- Kapak Resmi: Markgraf Heinrich von Meißen [Codex Manesse’den bir illüstrasyon, 1300’ler.]
- Boyutları: 13,5 x 21
Önsöz
Giriş: Araştırmanın
Genel Yönelimi
BİRİNCİ CİLT
TÂBİYET BAĞLARININ OLUŞUMU
Birinci Bölüm: Ortam
Birinci Kitap: Son İstilalar
Ayırım I:
Müslümanlar ve Macarlar
Ayırım II:
Normanlar
Ayırım III: İstilaların
Bazı Sonuçları ve Alınan Bazı Dersler
İkinci Kitap: Yaşam Koşulları ve Zihinsel Atmosfer
Ayırım I: Maddi
Koşullar ve Ekonomik Ortam
Ayırım II: Duyuş
ve Düşünüş Biçimleri
Ayırım III: Ortak
Bellek
Ayırım IV: İkinci
Feodal Dönemde Entelektüel Rönesans
Ayırım V: Hukukun
Temelleri
İkinci Bölüm: Adam Adama Bağlar
Birinci Kitap: Kan Bağları
Ayırım I: Soy
Dayanışması
Ayırım II:
Akrabalık Bağının Karakteri ve Değişim Süreci
İkinci Kitap: Vassalite ve Fief
Ayırım I:
Vassallik Biatı
Ayırım II: Fief
Ayırım III:
Avrupa’da Bir Gezinti
Ayırım IV: Fief,
Vassalin Mülkiyetine Nasıl Geçti?
Ayırım V: Birçok
Efendinin Adamı
Ayırım VI: Vassal
ve Senyör
Ayırım VII:
Vassalitenin Açmazı
Üçüncü Kitap: Alt Sınıflarda Tâbiyet Bağları
Ayırım I:
Senyörlük
Ayırım II:
Serflik ve Özgürlük
Ayırım III:
Senyörlük Rejiminin Yeni Biçimlerine Doğru
İKİNCİ CİLT
TOPLUMSAL SINIFLAR VE İNSANLARIN YÖNETİMİ
Birinci Kitap: Sınıflar
Okuyucuya Uyarı
Ayırım I: Fiilî
Bir Sınıf Olarak Soylular
Ayırım II: Soylu
Yaşam
Ayırım III: Şövalyelik
Ayırım IV: Fiilî
Soyluluğun Hukukî Soyluluk Haline Dönüşümü
Ayırım V:
Soyluluk içinde Sınıf Farkları
Ayırım VI: Din
Adamları Sınıfı ve Meslek Sınıfları
İkinci Kitap: İnsanların Yönetimi
Ayırım I: Adalet
Ayırım II:
Geleneksel İktidarlar: Krallıklar ve İmparatorluk
Ayırım III: Yerel
Prensliklerden Şato Topraklarına
Ayırım IV:
Düzensizlik ve Düzensizliğe Karşı Mücadele
Ayırım V:
Devletlerin Yeniden Kuruluşuna Doğru: Ulusal Evrimler
Üçüncü Kitap: Toplumsal Tip Olarak Feodalite ve Etkisi
Ayırım I:
Toplumsal Tip Olarak Feodalite
Ayırım II: Avrupa
Feodalitesinin Uzantıları
Bibliyografya
Dizin
Önsöz
Marc Bloch feodalite
tarihçilerinin en ünlüsü ve en önemlisidir –en ünlü ve önemlilerinden biridir
demiyorum–. Bir hoca, araştırıcı ve yazar olarak, feodalitenin
kavramsallaştırılma çabalarına damgasını vurmuştur. Hiçbir ciddi feodalite
araştırma ve tartışması yoktur ki Bloch’un gölgesinde sürdürülmüş olmasın.
Fakat ne yazık ki, Bloch’un çok önemli kitabıyla Türk okuyucusu ancak 1983’ün
sonlarına doğru tanışabiliyor. Bunun böyle olmasının çok sayıda nedeni var.
Fakat özellikle iki tanesi bize açıklayıcı nitelikte görünüyor. Bunlardan
birincisi, Türk aydınının genelde batılaşmanın ödün vermez temsilcisi olduğunu
iddia etmesine karşılık, Batı’yı tanımada gösterdiği tembelliktir. İkincisi ise
–övünme suçlamasıyla karşılaşmak pahasına söylemekten kaçınamayacağız bir olgu
olarak– Bloch’un bu kitabının çok zor bir eser olmasıdır.
Feodal Toplum’un çok zor bir metin olması, yazarın üslubundan
kaynaklanmamaktadır. Bloch, bilim adamlarının çok azının ulaşabildiği bir üslup
ustasıdır da. Bir Ortaçağ yazarı için söylendiği gibi, o da “Fransızcayı
avuçlarının içine almış” tır. Metnin zorluğu, konunun bizatihi kendinden
kaynaklanmaktadır. Feodalite bir Ortaçağ oluşumudur. Bu dönem aynı zamanda
ulusal dillerin de ortaya çıkmalarına tanık olmuştur. Bu ulusal diller, ya
Latince temeli üzerinde ondan farklılaşarak ya da Latinceyle akrabalığı olmayan
ilkel diller temeli üzerinde ondan geniş çapta etkilenerek ortaya çıkmışlardır.
Feodalitenin bütün terimleri de, işte bu oluşmakta olan dillere aittirler. Bu
kelimeler bugünkü Batı dillerinde ya hiç kullanılmamakta, ya biçim veya anlam
değiştirerek, ya da hem anlam hem de biçim değiştirerek kullanılmaktadırlar.
Feodaliteye ait terimleri tam anlayabilmek için Latinceye müracaat etmek de
sağlıklı bir yol değildir. Gerçi terimlerin çoğu Latince kökenlidir, ama bunlar
klasik Latinceden çok uzaklaşmış olan, Aşağı Latince veya vülger Latincenin
kökenleridir. Bu diller ise bugün konuşulmuyorlar. Elimizdeki Latince metinler
ise hemen yalnızca klasik Latinceyle yazılmışlardır.
Bu durumda, feodalitenin
terimlerini anlamak ancak feodalitenin bizatihi kendi-bilgisi içinde mümkündür.
Ama ne yazık ki, yıllardan beri sürdürülen tartışmalara ve sözüm ona
“araştırmalara” rağmen, ülkemizde “feodalitenin bilgisi”nin oluştuğu
söylenemez. Fief’i tımar terimiyle, feodaliteyi “derebeylik” ile karşılamaktan
çekinmeyen “uzman”larımızın bolluğu bunun en açık kanıtıdır.
Rönesans İtalya’sında traduttori
traditori (çevirmenler ihanet ederler) sözü ses uyumunun yarattığı çağrışımların
ötesinde gerçek yanı da olan bir özdeyiş haline gelmişti. Latin ve Yunan
klasiklerinin oluşmakta olan İtalyancaya aktarımı sırasında bu kaçınılmazdı.
Türkçe de oluşum halinde bir dildir, ama ben karşılığı henüz kavramsal düzeyde
oluşmamış olan Batı kavramlarına Türkçe kelime uydurup; bu kurumsal düzeyde
oluşmamış olan Batı kavramlarına Türkiye’nin de geçmişinde varoldukları imajını
yaratarak bir traditor olmak istemedim. Bu nedenle, Türk oluşumlarına
yabancı olan bütün kavramlar, metinde asıl halleriyle bırakılmışlardır.
Bloch’un bu kitabının çok
zor bir metin olmasının ikinci bir nedeni daha vardır. Batı esas olarak üç
temel direk üzerinde temellerini oluşturarak bugününü inşa etmeye başlamıştır.
Bunlar; hıristiyanlık, feodalite ve rönesanstır. Bu üç oluşumu da tanımamış
olan ülkemiz insanlarının Batıyı anlamaları gerçekten güçtür, onlara bunu
anlatmak isteyen çevirmenin işi ise daha da güçtür.
Fakat bu zorluklara
rağmen, bu çevirinin Türk okuyucusuna hitap edeceği, hem de çok hitap edeceği
konusunda bizi umutlandıran nokta; Bloch’un bilim adamı kafası ile aydınlık
yüreğini birleştirmiş olmasıdır. Bu tonu aynen aktarmaya çalıştık ve okuyucunun
bu büyük insanı seveceğini umuyoruz. Sevgi ise zorlukları aşan bir güç
kaynağıdır.
Metnin düzenleniş biçimi
bazı açıklamalara ihtiyaç göstermektedir. Her şeyden önce, her bölüm kendi
içinde bir zaman skalası izlemekte, yani her bölümde bütün feodal çağın tarihi
o başlık açısından incelenmektedir.
İkincisi, Bloch’un en
özgün yönlerinden biri olarak; hukuk, iktisat ve edebiyat ile zihniyet
sorunları, metnin içinde birbirleriyle her an birleşen, ama zaman zaman da
bağımsızlıklarına kavuşturulan bir tarzda ele alınmışlardır.
Çeviriye ilişkin olarak
son söylemek istediğimiz, coğrafî adların Türkçeleşmiş olanlarını Türkçe
halleriyle, diğerlerini ise bugün hangi biçimdeyseler öyle verdiğimizdir. Bu
noktanın belirtilmesi şu açıdan önem taşımaktadır: Ortaçağ ad milliyetçiliğini
tanımamıştır ve hemen her yerin adı bugünkünden çok değişiktir. Eğer yer
adlarını metindeki gibi bıraksaydık, bu okuyucu için yalnızca bir bilmece
olurdu. Özel insan adları için de aynı tavrı benimsedik.
Bu zor metnin çevrisine
büyük emek harcadım. Bu emeği değerli dost Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan’a
armağan ediyorum. Ama sancılarla sıkıntılarımı kendime saklıyorum, çünkü onları
eşim ve oğlumla paylaştım.
Mehmet Ali Kılıçbay
Giriş: Araştırmanın Genel Yönelimi
Feodal Toplum adını taşıyan bir kitap, ancak iki yüzyıldan beri içeriği hakkında
peşinen bir fikir verebileceğini umabilmektedir. Feodalite kelimesinin kökü
olan Latince feodalis sıfatının izinin Ortaçağa kadar uzanmasına
karşılık, feodalite kelimesinin kendisi en çok 17. yüzyıla kadar geriye
gidebilmektedir. Her iki kelime de ortaya çıkışlarından itibaren uzun bir süre
yalnızca hukukî bir anlam taşımışlardır. İleride göreceğimiz üzere, fief gerçek malların iktisabı anlamına geldiğinden, feodal
kelimesinden “fiefe ilişkin” şeyler anlaşılmakta ‒Fransız Akademisi’nin tanımı‒ Feodalite denildiğinde ise, bazen “fiefin niteliği”,
bazen de fiefe ilişkin yükümlülükler anlaşılmaktaydı. 1630 yılında sözlük
yazarı Richelet, feodaliteyi “saray terimlerinden” sayıyordu, tarih
deyimlerinden değil. Feodalite sözcüğünün anlamı, bir uygarlık tarzını ifade
edecek kadar ne zaman genişletilmiştir? “Feodal hükümet” ve “feodalite”
kavramları, bu geniş kavrayış içinde ilk kez, yazarı Boulainvilliers kontunun ölümünden beş yıl sonra, 1727’de yayımlanan Lettres
Historiques sur les Parlemens (Meclisler Üzerine Tarihsel Mektuplar) adlı
kitapta görülmektedir. Bu örnek oldukça derin araştırmalar sonucu
bulabildiklerimin en eskisidir. Belki başka bir araştırmacı bir gün daha eskiye
ait bir örnek bulacak kadar şanslı olur. İlginç bir kimse olan de
Boulainvilliers, bir yandan Fénelon’un dostu ve Spinoza’nın çevirmeniyken, diğer yandan da soyluluğun ateşli bir taraftarı
idi. Germen şeflerin soyundan geldiğini düşünen bu kimse, deyim yerindeyse,
daha az ateşli ve daha az bilimsel bir Gobineau idi. Bütün bunların yanında, de
Boulainvilliers’yi yeni bir tarihsel sınıflandırma yönteminin bulucusu olarak
kabul etmek çekici bir düşünce olmaktadır. Aslında bu, gerçekte de böyledir.
Araştırmalarımız sırasında, “İmparatorlukların”, hanedanların, Büyük
Yüzyılların hepsinin bir büyük kahramana bağlandığı monarşik gelenekten
koparak, toplumsal oluşumların gözleme dayalı yeni sıralanmasına yerini
bıraktığı bir aşamaya geçişin önemini ve nedretini görme olanağına sahip olduk.
Feodalite kavramının
yaşama hakkını sağlayan çok daha ünlü bir yazar olmuştur. Montesquieu, Boulainvilliers’yi okumuştu. Diğer yandan bu ünlü yazar, hukukçuların
terminolojisinde de korkulacak bir yan görmemekteydi. Zaten edebî dil onun
elinde yoğrularak, Kilise yazıcılarının oluşturdukları hukuk dilinin
kalıntılarından temizlenerek zenginleşmemiş miydi? Montesquieu, hiç kuşkusuz
kendine çok soyut gelen “feodalite” kavramını görmezlikten gelmişse de, çağının
aydın kitlesine “feodal yasalar”ın tarihin bir dönemini belirlediği fikrini
kabul ettirmiştir. Fransa’dan çıkan kelimeler o dönemde, arkalarındaki fikirlerle beraber
diğer Avrupa dillerine yayılmışlardır. Bu kelimeler çoğu zaman diğer dillere
özgün biçimlerini koruyarak geçerlerken, Almanca gibi bazı dillere de
çevrilerek geçmişlerdir (Lehnwesen). Nihayet, Büyük Fransız
Devrimi, Boulainvilliers tarafından adları konulan kurumlardan ayakta
kalanlarına karşı çıkarak, tamamen başka bir amaçla ortaya çıkartılmış olan bir
terminolojiyi kitleye mâl etmiştir. “Ulusal Meclis”, 11 Ağustos 1789 tarihli
ünlü kararnameye göre, “feodal rejimi tamamen yok etmiştir.” Bu sözleri koskoca
bir “Ulusal Meclis” söylemiş olduktan sonra ve çökertilmesi bu kadar ıstıraba
mâl olduğu kesin olan bir toplumsal sistemin varlığından artık kuşku duymak
mümkün müdür?
İyi bir gelecek vaat eden
bu kelime, itiraf etmeliyiz ki aslında çok kötü seçilmiş bir kelimeydi. Hiç
kuşkusuz, başlangıçta bu kelimenin seçimine etki eden nedenler epey açıktır.
Mutlak monarşilerin çağdaşları olan Boulainvilliers ve Montesquieu, Ortaçağın en çarpıcı özelliği olarak, iktidarın bir sürü küçük
prens hattâ köy senyörü arasında bölünmüş olmasını görüyorlardı. İşte,
feodalite derken, Ortaçağın bu özelliğini belirlediklerini sanıyorlardı. Çünkü
fieflerden söz ederlerken, iktidarın parçalanmasına neden olan
senyörlük ve prenslikleri düşünmekteydiler. Aslında ne bütün senyörlükler fief, ne de bütün fiefler senyörlük veya prenslik idiler. Üstelik, çok karmaşık nitelikte olan
toplumsal bir örgütlenme tarzı, yalnızca siyasal görüntüsüne bakılarak
nitelenirse veya “fief” diğer tüm nitelikleri bir yana bırakılarak sadece katı
bir biçimde hukuksal tarafından ele alınırsa, bu tanımlamalardan ve
yaklaşımlardan kuşku duyma hakkı doğar. Ancak kelimeler de çok kullanılmış
paralar gibidir; elden ele tedavül etmenin sonucu olarak etimolojik
özelliklerini yitirirler. Zamanımızdaki gündelik kullanımda “feodalite” veya “feodal
toplum” kavramları karmakarışık imgeler bütünü haline gelmişlerdir. Diğer
yandan bu kavramların gerçek kökeni olan fief, artık bu imgeler bütününün
içinde ön planda dahi değildir. Bu terimleri birer etiket olarak kullanmak
koşuluyla, ama içeriklerinin iyice açıklanması halinde, tarihçi de fizikçi gibi
utanç duymadan kendi deyimlerine sahip çıkabilir. Çünkü fizikçi, kelimenin
Yunancadaki asıl anlamına rağmen parçaladığı bir şeye “atom” demeye devam
ederek, aştığı bir olguyu gerçekmiş gibi muhafaza etmektedir.
Başka toplumlarda veya
başka zamanlarda, genel çizgileri içinde Batı feodalitesine benzeyen, “feodal”
adını hak edebilecek nitelikte yapıların ortaya çıkıp çıkmadıklarını kestirmek
çok zor bir iştir. Bu konuyu kitabın sonunda inceleyeceğiz. Fakat hemen
belirtelim, bu kitap bu konuya hasredilmemiştir. Çözümlemesine girişeceğimiz
feodalite, bu adı ilk alan feodalitedir. Kronolojik çerçeve olarak, araştırma,
bazı başlangıç ve uzantı sorunları ayrık olmak üzere, 9. yüzyılın
ortalarından, 13. yüzyılın ilk birkaç on yılına kadar olan Batı Avrupa tarih
kesitini kapsayacaktır. Coğrafi çerçeve olarak da Batı ve Orta Avrupa ele
alınacaktır. Tarihler ileride doğrulanmayı bekleyedursunlar, coğrafi sınırlama
kısa da olsa bir açıklamayı gerekli kılmaktadır.
* * *
Antik uygarlık, merkezi Akdeniz olmak üzere ortaya çıkmıştır. Platon, “Biz, Bütün Dünya toprakları içinde yalnızca Kafkasya’daki Riyon (Phase) nehrinden Herkül Sütunlarına kadar olan bölgede
fareler veya bataklık kenarındaki kurbağalar gibi yaşıyoruz” demekteydi. Platon’dan
itibaren birçok yüzyıl geçtikten sonra, Kıtanın içine yayılan fetihlere rağmen,
aynı sular Romania’nın da (Roma İmparatorluğu) ekseni olmaya devam ediyorlardı.
Akitanyalı bir senatör Boğaz kıyılarında ün yapabilir, Makedonya’da da geniş
malikânelere sahip olabilirdi. Büyük fiyat dalgalanmaları, ekonomiyi Fırat’tan
Galya’ya kadar sarsabilirdi. Afrika buğdayı olmadan nasıl İmparatorluk Roması kavranamazsa, Afrikalı
Augustinus olmadan da Katolik teolojisi kavranamazdı. Buna karşılık, Ren nehri aşılır aşılmaz, yabancı ve Akdeniz uygarlığına düşman bir
dünya; barbarların engin dünyası başlıyordu.
Ancak Ortaçağ adını
verdiğimiz dönemin arefesinde, insan kitleleri arasında meydana gelen iki olay,
Akdeniz dünyası ile barbar dünyası arasındaki dengeyi bozmuştur (Akdeniz
dengesinin zaten içten nasıl bozulmuş olduğunu ve bu bozulmanın derinliğini
burada araştırmayacağız). Dengeyi bozan etkenlerden birincisi Germen istilaları, sonra da ikinci olarak Müslüman fetihleri olmuştur.
Roma İmparatorluğu’nun eskiden Batı parçasını meydana getiren ülkelerin büyük
bölümünde aynı zihinsel ve toplumsal âdetler ve davranış kalıpları, artık
Germen işgali altında olan bu toprakları gene de bir birlik halinde bir arada
tutmaktaydılar. Zamanla onlara Kuzey adalarının Kelt asıllı halklarının da uyum
sağlayarak katıldıkları görülecektir. Kuzey Afrika ise, Batı Avrupa’nınkinden tamamen değişik bir kader izlemeye
hazırlanmaktadır. Berberîlerin saldırgan davranışları kopuşu hazırlamıştır.
İslâmiyet bundan yararlanarak kopuşu tamamlayacaktır. Diğer yandan, Doğu
Akdeniz kıyılarındaki Arap zaferleri, eski Doğu İmparatorluğu’nu Balkanlara ve
Anadolu’ya sıkıştırarak onu bir Yunan İmparatorluğu haline getirmişlerdir.
Haberleşmenin güçlüğü, çok farklı toplumsal ve siyasal bir yapı, Latin
dünyasındakinden çok farklı dinsel bir zihniyet ve Kilise yapısı, artık Batı’yı
Doğu Hıristiyanlığından soyutlamaktadır. Nihayet, Kıtanın doğusuna doğru, Batı
Avrupa Slav toplumlarına yönelik olarak bir miktar açılmayı başarabilmişse ve
hattâ bazı Slav kabilelerine kendi dinsel biçimi olan Katolikliği kabul
ettirebilmişse de, Slav dil ailesine mensup olan toplumların büyük bir bölümü
kendi özgün evrim çizgilerini izlemekteydiler.
Bu; Müslüman, Bizans ve Slav üçlü bloku tarafından çevrelenen ve sınırlandırılan
Roma-Germen bileşimi (ki bu bileşim 10. yüzyıldan itibaren sınırlarını
sürekli olarak ileri götürmeye çabalayacaktır), kendi içinde de tam anlamıyla
mükemmel bir türdeşlik göstermekten çok uzaktaydı. Batı toplumunu oluşturan
unsurların üzerinde geçmişin çelişkileri, büyük bir ağırlıkla kendilerini
duyurmaktaydılar. Başlangıç noktalarının aynı olduğu yerlerde bile bazı
evrimler daha sonraları birbirlerinden iyice sapacaklardır. Bu farklılıklar ne
kadar derin olurlarsa olsunlar, tüm bunların üstünde Batı uygarlığının ortak
damgasını fark etmemek mümkün müdür? Yalnızca, ileride okuyucuyu sıkabilecek
olan “Batı ve Orta Avrupa” gibi sıfatlardan onları kurtarabilmek amacıyla
değil, yukarıda andığımız ortak damga nedeniyle de, kısaca “Avrupa”dan söz
edeceğiz. Aslında, eski coğrafyanın “beş parçalı dünya”sının sınırlarını ve
terimlerini kabul etmenin ne anlamı var? Bizce bu kavramların yalnızca insani
değerleri geçerlidir. İleride tüm dünya üzerinde yayılacak olan Avrupa
uygarlığının nerede doğduğu ve geliştiği çok daha önemli bir sorudur. Sadece
Tiren Denizi, Adriyatik, Elbe nehri ve Okyanus tarafından çevrelenen coğrafyada yaşayan
insanlar arasında mı gelişmiştir bu uygarlık? 8. yüzyılda yaşayan İspanyol bir
vakanüvis, biraz bulanık tarzda da olsa böyle düşünüyor ve Arapları yenen
Charles Martel’in Franklarını büyük bir zevkle “Avrupalı” olarak niteliyordu.
Aynı şekilde, iki yüzyıl sonra Sakson papazı Vidukind, Macarları püskürten Büyük Otto’yu “Avrupa’nın
Kurtarıcısı” olarak selâmlıyordu. Bu anlamda Avrupa, tarihsel içeriğinin
zenginliğiyle de Yukarı Ortaçağın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Gerçek
anlamda feodal zamanlar başladığında Avrupa zaten oluşmuştu.
* * *
Yukarıda belirlenen
sınırlar içinde, Avrupa tarihinin bir devresini adlandırmak için kullanılan
‘feodalite’ kelimesi, ileride de göreceğimiz üzere bazen tamamen zıt yönde
yorumlamalara da konu olmuştur. Feodalitenin varlığı bile, nitelediği çağın
bilinçsizce kabul edilen özgün karakterini tek başına kanıtlamaktadır. Feodal
toplum üzerine yazılmış bir kitap, hemen başında yer alan soruya cevap arama
çabası olarak kabul edilebilirse de, asıl cevaplandırılması gereken, geçmişin
bu diliminin hangi özelliklerinden ötürü diğerlerinden ayrı olarak incelenmeyi
hak ettiğidir. Diğer bir anlatımla bu kitapta, toplumsal bir yapının tüm
bağlantılarıyla birlikte çözümlenmesine ve açıklanmasına teşebbüs edilmektedir.
Böylesine bir yöntem denenip kendini verimli bir yol izlediği konusunda
kanıtlayabilirse, diğer çalışma alanları da bu yöntemi kullanabilirler ve
teşebbüsün yeniliği uygulamadaki yanlışlarının affedilmesi için bir neden
olabilir.
Araştırmanın kapsamının
genişliği, sonuçların kısımlara ayrılarak takdim edilmesini zorunlu hale
getirdi. Birinci cilt, toplumsal arkaplanın genel koşullarını betimledikten
sonra, feodal yapıya kendine özgü rengini veren, insanı insana bağımlı kılan
ilişkilerin oluşumunu inceleyecektir. İkinci cilt, sınıfların gelişimi ve
yönetim kademelerinin oluşum ve örgütlenmesiyle ilgilenecektir. Fakat bir şeyi
bütünlüğü içinde incelerken parçalarına ayırmak, her zaman güç bir iştir.
Üstelik eski sınıfların sınırlarını kesin çizgilerle belirledikleri bir dönemde,
yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin ortaya çıkıp özgünlüğünü kanıtladığı dönem,
aynı zamanda kamu güçlerinin de uzun süren zayıflıklarından sıyrılmaları, Batı
uygarlığının evrim çizgisi üstünde tam anlamıyla feodal olan görüntülerin
silinmeye başladığı dönem olmuştur. Okuyucuya arka arkaya sunulan iki
incelemeden ‒aralarında kesin bir kronolojik ayırım yapmanın olanaksızlığını
hatırda tutarak‒ birincisi, özellikle feodalitenin oluşumuna; ikincisi ise,
sona doğru giden yol ve bu tarzın uzantılarına yönelik olacaktır.
Ancak tarihçi hiç de özgür
bir insan değildir. Geçmişe ilişkin olarak, sadece bu geçmişin kendisine
açıklamak istediklerini bilebilmektedir. Diğer yandan, kucaklamak istediği
konu, bütün tanıklıkların teker teker gözden geçirilip ayıklanmalarına izin
vermeyecek genişlikte olunca, tarihçi başvurmak zorunda kaldığı ikinci elden
araştırmaların kötü durumlarından ötürü kendini sürekli olarak sınırlandırılmış
hissetmektedir. Hiç kuşkusuz, bilginlerin örneklerini sık sık sağladıkları
kalem kavgalarının sunumuna burada yer ayrılmayacaktır. Tarihin tarihçiler
elinde yok edildiğini görmek acı verici bir olaydır. Ancak bazı bilgilerimizin
kaynağı ne olursa olsun, onlarda varolan boşlukları ve belirsizlikleri hiçbir
zaman gizlememeyi yeğledim. Bunu yaparken de okuyucunun cesaretini kırmayı asla
düşünmedim. Yukarıda söylediğimin tersini yapsaydım, hareket dolu bir bilimi
sahte bir şekilde felçli bir görüntü altında betimlemiş olur ve onun üstüne
sıkıntı ve hareketsizlik tohumları serpmiş olurdum. Ortaçağ toplumlarının
anlatılması uğraşında en ilerilere ulaşmışlardan biri olan büyük İngiliz
hukukçusu Maitland, bir tarih kitabının açlık duygusu yaratması gerektiğini
söylüyordu: öğrenme ve özellikle de araştırma açlığı. Bu kitabın bazı
araştırmacıların iştahını kabartmasından daha büyük bir amacı yoktur.
Marc Bloch
Fransız tarih devriminin ve karşılaştırmalı tarih anlayışının
öncüsü. Annales okulunun kurucusudur. 6 Temmuz 1886’da doğdu. Bir ilkçağ
tarihçisinin oğluydu. École Normale Supérieure’e
girdi. Sonrasında Leipzig ve Berlin üniversitelerinde
eğitim gördü. Meillet ve Lévy-Bruhl’den dersler aldı. I. Dünya Savaşı’nda
piyade olarak savaştı. Bloch, 1919-36 arasında Strasbourg Üniversitesi’nde dersler verdi. 1929’da meslektaşı Lucien Febvre ile Annales d’histoire
économique et sociale dergisini kurdular. 1936’da Sorbonne’da iktisat
tarihi profesörlüğüne atandı.
Bloch, çağdaş siyasete duyduğu ilgiye rağmen
Ortaçağ üstünde uzmanlaşmayı tercih etti. Febvre gibi o da tarihsel coğrafyayla
ilgileniyordu. 1913 yılında hakkında bir inceleme yayımladığı Île-de-France
onun uzmanlık sahasıydı. Île-de-France incelemesi, gene Febvre gibi Bloch’un da
sorun-odaklı bir düşünme tarzına sahip olduğunu gösterir. Bir bölge
incelemesinde bölge nosyonunu sorgulayacak kadar ileri gitti ve bu nosyonun
nasıl tanımlanacağının, ele alınan soruya bağlı olduğunu savundu. “Feodalizmle
ilgilenen bir hukuk bilgininin, modern dönemde taşradaki mülkiyet yapısının
geçirdiği evrimi inceleyen ekonomistin ve halk lehçeleri üstünde çalışan
filologun gelip tam aynı sınırda durmalarının” önemini vurguluyordu. Böylelikle Bloch
karşılaştırmalı tarih anlayışını hemen her satırda öne çıkarmıştır. Ona göre bu
iki şekilde yapılabilir. Ya birbirine uzak toplumlar arasındaki benzerlikler ya
da mekânsal olarak birbirine yakın toplumlar arasındaki farklar incelenmelidir.
Benzerlikler ya da farklar tespit edilerek tarihsel gelişimin ne olduğu ortaya
konulabilir. Sonuç olarak, Bloch kitaplarını yazarken, birçok farklı
disiplinden yararlanmış ve bir olayı veya bir dönemi anlatmak yerine her zaman
problem odaklı tarihçilik anlayışına sahip olmuştur.
II.
Dünya Savaşı patlak verdiğinde 53 yaşında olmasına karşın yeniden orduya katıldı
ve 1940’ta Fransa Almanya’ya teslim olana değin görev yaptı. Ardından da Fransız
Direniş Hareketi’ne katıldı. 1944’te Gestapo tarafından yakalandı, işkence
gördü, hapse atıldı ve sonunda Lyon yakınlarında bir toplu idamda kurşuna dizildi.
Diğer Yapıtları: Les Rois Thaumaturges (1924), Les
Caractères originaux de l’histoire rurale française (1931), L’Étrange
Defaite (1946), Apologie pour l’histoire ou Métier
d’historien (1949) diğer eserlerinden bazılarıdır.