• Sainte-Beuve'e Karşı

Sainte-Beuve'e Karşı

  • 140,00 TL
  • 98,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

1908 yılının sonbaharının sonunda, Proust, yorgun halde evine döner. Uzun süre kendini meşgul eden Kayıp Zamanın İzinde’yi bir tarafa bırakması gerekecektir. Zihninde canlanan bir dizi fikir ve çözümlemelerin başyapıtının içinde yer almasını istemez. Le Figaro için bir makale kaleme almaya karar verir: “Sainte-Beuve’e Karşı”. Altı ay sonra bu hacimli yazısı üç yüz sayfalık bir denemeye dönüşecektir. Bu kitapta annesiyle özgürce sohbet eden yazar, Sainte-Beuve hakkındaki düşüncelerini kişisel hatıralar, arkadaş portreleri, okuma izlenimleri etrafında örer: İşte Guermantes şatosu: İşte Balzac’ın büyük okurları... Balzac, Baudelaire ve Gérard de Nerval etrafında yapılan okumalar... Proust, gündelik yaşamından kesitler sunmanın ötesinde, bir insanın çevresiyle kurabileceği olağanüstü ilişkiyi de gözler önüne serer. Yüzyılının en büyük romancısı, aynı zamanda büyük bir eleştirmen olabileceğini bu kitabıyla kanıtlar.

“Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize ilişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aklın bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır.”


  • Yazar: Marcel Proust
  • Kitabın Başlığı: Sainte-Beuve'e Karşı
  • Fransızca Özgün Metin: Contre Sainte-Beuve
  • Fransızcadan Çeviren: Roza Hakmen
  • Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 17; Edebiyat- 3
  • Basım Bilgileri: 2. Basım: Aralık 2021 / 1. Basım: Nisan 2006
  • Sayfa Sayısı: 222
  • ISBN: 978-625-7030-86-1
  • Boyutları: 13,5 x 21
  • Kapak Resmi: Anna Ancher, Interiør med klematis, 1913.


Önsöz

I. Uykular

II. Odalar

III. Günler

IV. Kontes

V. “Le Figaro”daki Makale

VI. Balkondaki Güneş Işını

VII. Annemle Konuşma

VIII. Sainte-Beuve’ün Yöntemi

IX. Gérard de Nerval

X. Sainte-Beuve ve Baudelaire

XI. Sainte-Beuve ve Balzac

XII. M. de Guermantes’ın Balzac’ı

XIII. Lanetli Soy

XIV. İnsan İsimleri

XV. Guermantes’a Dönüş

XVI. Sonuç

Önsöz

 

Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize ilişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aklın bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur. İçine gizlendiği nesneyle ya da duyuyla –bizim nezdimizde her nesne bir duyudur çünkü– hayat boyu karşılaşmayabiliriz pekâlâ. İşte bu yüzden de, hayatımızın bazı saatleri asla dirilmez. İçine gizlendiği nesne küçücüktür, koskoca dünyada kaybolup gider, yolumuza çıkması ihtimali o kadar azdır ki! Hayatımın birçok yaz mevsimini geçirdiğim bir kır evi vardır. Arasıra o yazları düşünürdüm, ama düşündüğüm onlar değildi. Benim için sonsuza dek ölü kalmaları ihtimali çok yüksekti. Canlanmaları, bütün dirilişler gibi basit bir tesadüfün sonucunda gerçekleşti. Geçen akşam karda donarak eve dönmüş, bir türlü ısınamıyordum; odamda, lambanın ışığında kitap okurken yaşlı ahçım hiç çay içmediğim halde bana bir fincan çay yapmayı teklif etti. Tesadüf eseri çayın yanında birkaç dilim de kızarmış ekmek getirdi. Kızarmış ekmeği çaya batırdım ve ağzıma götürdüğüm anda, çayın tadı sinmiş ve yumuşamış ekmeği damağımda hissetmemle birlikte altüst oldum; sardunya ve portakal çiçeği kokuları geldi burnuma, müthiş bir ışık duyusuyla, mutlulukla doldum; hareket edersem bu içimde olup biten, anlayamadığım şeyi durdururum korkusuyla hiç kıpırdamıyor, harikalar yaratan o çaya batırılmış ekmek parçasına sarılıyordum sımsıkı; sonra ansızın hafızamın sarsılan duvarları çöktü ve sözünü ettiğim kır evinde geçirdiğim yaz mevsimleri ve sabah vakitleri, kesintisiz bir resmigeçit halindeki mutlu saatleri peşlerinde sürükleyerek bilincime akın etti. O zaman hatırladım: Her sabah giyinir giyinmez büyükbabamın odasına inerdim; ben yanına gittiğimde az önce uyanmış, çayını içiyor olurdu. Çaya bir peksimet batırıp bana yedirirdi. O yaz mevsimleri geçtikten sonra, çaya batırılıp yumuşamış peksimet duyusu, ölü saatlerin –akıl açısından ölü saatlerin– gizlendiği bir sığınak oldu; o kış akşamı karda üşüyüp eve döndüğümde ahçım o çayı, benim bilmediğim bir büyü marifetiyle saatlerin dirilişini gerçekleştiren iksiri teklif etmeseydi, muhtemelen sonsuza dek orada gizli kalacaklar, karşıma hiç çıkmayacaklardı.

Ama peksimeti tadar tatmaz, o âna kadar bulanık ve donuk olan bir bahçenin tamamı, unutulmuş ağaçlı yollarıyla, tek tek her yuvarlak çiçek tarhıyla ve bütün çiçekleriyle küçük çay fincanında şekillendi; tıpkı ancak suya atılınca kendine gelen Japon çiçekleri gibi açıldı. Aynı şekilde, aklın bana iade edemediği, Venedik’te geçirilmiş birçok gün de benim için ölüydü; ta ki geçen yıl bir avludan geçerken, kimi yüksek, kimi alçak, parlak taşların arasında birdenbire durduğum âna kadar. Yanımdaki arkadaşlar kaydığımı zannedip kaygılandılar, ama ben yola devam etmelerini, onlara yetişeceğimi işaret ettim; o sırada daha önemli bir şeyle meşguldüm, henüz bu nesnenin ne olduğunu bilmiyordum, ama benliğimin derinliklerinde, tanıyamadığım bir geçmişin titreştiğini hissediyordum; bu heyecanı döşeme taşına bastığım anda hissetmiştim. Bir mutluluk kaplıyordu içimi; benliğimizin katıksız maddesi olan geçmiş bir izlenimle, saflığını korumuş saf hayatla (saf hayatın zaten ancak korunmuş şeklini tanıyabiliriz, çünkü onu yaşadığımız anda hafızamıza hitap etmez, onu bastıran duyuların arasında kaybolur) zenginleşeceğimi hissediyordum; onun istediği de zaten hapsedildiği yerden kurtulmak, gelip benim şiir ve hayat hazineme katılmaktı. Ama onu kurtaracak gücü kendimde bulamıyordum. Ah! Böyle bir anda aklın bana hiçbir yararı olamazdı. Biri alçak, biri yüksek, parlak döşeme taşlarına tekrar basmak, aynı duruma dönebilmek için geriye doğru birkaç adım attım. San Marco vaftizhanesinin hemzemin olmayan kaygan döşemesinde ayağım aynı duyuyu yaşamıştı. O gün bir gondolun beni beklediği kanalın üzerine vuran gölge, o saatlerin bütün mutluluğu, bütün doluluğu, o duyuyu tanımamın ardından sökün etti ve o günün kendisi benim için tekrar canlandı.

Aklın bu tür dirilişlere faydası olmaması bir yana, geçmişe ait saatler, sadece aklın onları canlandırmak için medet ummadığı nesnelere gizlenirler. Yaşadığınız saatlerle bilinçli bir şekilde ilişkilendirmeye çabaladığınız nesnelerde kendilerine bir sığınak bulamazlar. Üstelik bir başka şey onları diriltse de, bu nesneyle yeniden doğduklarında şiirsellikten yoksun olurlar.

Hatırlıyorum da, bir tren yolculuğu sırasında, vagon penceresinden bakarak önümden geçen manzaradan izlenimler edinmeye çalışıyordum. Kırdaki küçük mezarlığın yanından geçerken her şeyi yazıyor, ağaçların üzerindeki ışık şeritlerini, Vadideki Zambak’ı hatırlatan yol kenarındaki çiçekleri not ediyordum. Daha sonra, o çizgi çizgi ışıklı ağaçları, kırdaki küçük mezarlığı düşünüp o günü hatırlamaya çalıştım sık sık; günün kendisini kastediyorum, soğuk hayaletini değil. Hiçbir defasında başaramıyor, artık umudumu kaybetmeye başlıyordum ki, geçen gün öğle yemeği yerken, kaşığımı tabağa düşürdüm. Çıkan ses, o gün istasyonlarda makasçıların tren tekerleklerine çekiçle vururken çıkardığı sesin aynısıydı. Aynı anda, o sesi duyduğum günün kızgın, parlak güneşi ve günün tamamı, bütün şiirselliğiyle hafızamda canlandı, bir tek kasıtlı gözlem amacıyla yakalanmış ve şiirsel diriliş bakımından kaybedilmiş köy mezarlığı, çizgi çizgi ışıklı ağaçlar ve yol kenarındaki Balzacvari çiçekler hariç.

Bazen de, heyhat, o nesneyle karşılaşırız, kayıp duyu bizi irkiltir, ama zaman fazlasıyla uzakta kalmıştır, o duyuyu adlandıramaz, ona seslenemeyiz, dirilmesi imkânsızdır. Geçenlerde bir kilerden geçerken, bir cam bölmenin kırık kısmını örten yeşil bez parçası, ansızın durup kendimi dinlememe sebep oldu. Bir yaz güneşi duygusu geliyordu. Neden? Hatırlamaya çalıştım. Bir güneş huzmesinde yaban arıları görüyor, masanın üzerinde duran kirazların kokusunu alıyordum, ama hatırlayamadım. Bir an, sanki gece yarısı uykudan uyanmış da nerede olduğumu bilmezmiş, hangi yatakta, hangi evde, dünyanın neresinde, hayatımın hangi yılında olduğumu çıkartamazmış gibi, bulunduğum yerin bilincine varabilmek için bedenimin yönünü anlamaya çalıştım. Bir süre böyle duraksayıp, yeşil bez parçasından yola çıkarak, belli belirsiz uyanan hafızamın odaklanması gereken yerleri, zamanı aradım körü körüne. Hayatımın bütün karışık, bildik ve unutulmuş duyularını birden gözden geçiriyordum; bu durum birkaç saniye sürdü ancak. Sonra artık hiçbir şey görmez oldum, hafızam temelli uykuya dalmıştı.

Arkadaşlarım benim böyle bir gezintinin ortasında, önümüzde uzanan ağaçlı bir yolun başında ya da bir ağaç kümesinin karşısında durup beni biraz yalnız bırakmalarını rica edişime kimbilir kaç kez şahit olmuşlardır! Nafile! Geçmişi kovalarken güç toplamak için önce gözlerimi kapatıp hiçbir şey düşünmez, sonra birdenbire tekrar açarak o ağaçları ilk seferki gibi görmeye çalışırdım, ama onları daha önce nerede gördüğümü hatırlayamazdım bir türlü. Biçimlerini tanırdım, yerleşimleri, oluşturdukları desen, gönlümde titreyen, sevdiğim, esrarengiz bir figürün kopyasını andırırdı adeta. Ama daha fazla bir şey bilemezdim; ağaçlarsa, o saf ve tutkulu duruşlarıyla, kendilerini ifade edemedikleri için, benim çözemeyeceğimi anladıkları sırrı bana söyleyemedikleri için ne kadar hayıflandıklarını dile getirirlerdi sanki. Kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpmasına sebep olacak kadar aziz bir geçmişin bu hayaletleri, tıpkı Aeneas’ın Cehennem’de karşılaştığı gölgeler gibi âciz kollarını bana uzatırlardı. Çocukluğumun mutlu günlerindeki kentin etrafında yaptığımız gezintilerde miydi, yoksa daha sonra, annemi rüyamda çok hasta gördüğüm o hayalî dünyada, gece boyunca havanın aydınlık olduğu, göl kenarındaki ormanda, artık bir rüyadan ibaret olan çocukluğumun ülkesi kadar gerçek diyebileceğim rüya ülkesinde mi? Hiçbir zaman bilemeyecektim. Beni yolun köşesinde bekleyen arkadaşlarımın yanına gitmek zorunda kalırdım; bir daha göremeyeceğim bir geçmişe temelli sırt çevirmenin, şefkatli ve âciz kollarını bana uzatarak adeta “Dirilt bizi” diyen ölüleri inkâr etmenin sıkıntısını yaşardım. Arkadaşlarımın arasına, sohbetlerine dönmeden önce son bir kez dönüp karşımda kıvrılan anlamlı ve dilsiz ağaçların uzaklaşan çizgisine bakar ve giderek daha az anlardım.

Benliğimizin mahrem özü olan bu geçmişe kıyasla aklın doğruları çok daha az gerçektir sanki. Bu yüzden de, özellikle gücümüz azalmaya başladıktan sonra, sanatçının tek başına yaşadığını, gördüğü şeylerin mutlak değerinin onun için önemli olmadığını, değer ölçütlerini ancak kendi içinde bulabileceğini bilmeyen akıllı insanlar bizi anlamasa da, biz o geçmişi yeniden bulmamıza yardımcı olabilecek şeylere yöneliriz. Örneğin sanatçıda bazı hatıraları canlandıran ya da onun zihninde belirli türde düşünceleri ve düşleri çağrıştıran, Paris Operası’ndaki muhteşem bir icraat değil de bir taşra tiyatrosunda feci bir müzikal, Saint-Germain muhitinin son derece şık bir gece davetinden ziyade zevk sahibi insanların gülünç bulduğu bir balo olabilir. Bir sonbahar akşamı, temiz havaya yapraklarını dökmüş ağaçların keskin kokusu yayılmışken vagondan indiğini hayal ettiği istasyonların isimlerinin yer aldığı, çocukluğundan beri duymadığı isimlerle dolu bir tren tarifesi, zevk sahibi insanların nazarında tatsız tuzsuz bir kitaptır, ama sanatçı için ulvi felsefe kitaplarından çok başka bir değeri olabilir ve bu yüzden de zevk sahibi insanlar, yetenekli bir insan olduğu düşünülürse, çok aptalca zevkleri olduğunu söylerler.

Hem aklı pek önemsemeyip hem de aşağıdaki sayfalarda, işittiğimiz ya da okuduğumuz beylik yorumlara karşıt olan, aklımızın bize önerdiği bazı yorumları konu etmem garip karşılanabilir. Saatlerimin belki de sayılı olduğu bir anda (zaten bütün insanların durumu aynı değil midir?), entelektüellik taslamak boş bir çaba belki. Öte yandan aklın doğruları, az önce sözünü ettiğim duygusal sırlar kadar değerli olmamakla birlikte ayrı bir önem taşırlar. Bir yazar sadece şair değildir. Sanat şaheserlerinin, sıradışı akılların kalıntılarından başka şey olmadığı kusurlu dünyamızda yüzyılımızın en büyük yazarları bile, kendilerinin nadiren boy gösterdiği duygu mücevherlerini zihinsel bir yapı içinde bir araya getirmişlerdir. Böylesine önemli bir konuda çağının en büyüğü sayılan yazarların yanıldığını düşünüyorsak, öyle bir an gelir ki, tembelliğimizden silkinir ve düşündüğümüzü söyleme ihtiyacı duyarız. Sainte-Beuve’ün yöntemi ilk bakışta o kadar önemli bir konu olmayabilir. Ama okur bu sayfaları okuduktan sonra, bu yöntemin çok önemli zihinsel sorunlarla, belki de bir sanatçı için en önemli mesele olan, başlangıçta değindiğim aklın yetersizliği sorunuyla ilgili olduğu kanısına varabilir. Aklın yetersizliğini saptamaksa, ne de olsa akla düşer. Çünkü akıl üstünlük tacını hak etmese de takdir sadece onundur. Meziyetler arasında ancak ikinci sırada yer alsa da, ilk sırayı içgüdünün hak ettiğini bir tek akıl takdir edebilir.

 

M. P.

 

Marcel Proust

(10 Temmuz 1871 - 18 Kasım 1922)

Anteuil’de dünyaya geldi. Taşralı bir Katolik aileden gelen hekim Adrien Proust’la varlıklı bir Yahudi ailenin kızı olan Jeanne Weil’in oğludur. Ço­cuk­luğunda yaşadığı astım krizinden yaşamı boyunca etkilenecektir. Con­dorcet Lisesi’nde eğitim gördü. Orléans’da askerlik yaptı. Siyasal Bil­giler Okulu’na girerek hukuk ve edebiyat bölümlerini bitirdi. Öğrenciliği sırasında Henri Bergson, Paul Desjardins ve Albert Sorel’in düşüncelerini izledi. Gençlik yıllarında soyluların iştirak ettiği Paris salonlarının temsilcilerinden biriydi. 1892-93 yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Le Banquet dergisini kurdu; burada öykü ve edebiyat eleştirileri yayımladı. Dreyfus olayı patlak verdiğinde Dreyfus yanlıları arasında yer aldı ve aristokrat çevrelerine ilişkin derin bir hayal kırıklığı yaşadı. 1899’da John Ruskin’in resim eleştirilerini okuduktan sonra Jean Santeuil’i yazmayı bırakarak doğal güzelliklerde ve insanın sonsuzluğa ulaşma çabasının simgesi olarak gördüğü gotik mimaride yeni ilhamlar aradı. 1900’de annesiyle birlikte Venedik’e gitti ve Fransa’daki kiliseleri gezdi. John Ruskin’den Bible of Amiens (Amiens İncili) ve Sesame and Lilies’i (Susam ve Zambaklar) Fransızcaya çevirdi. Çeşitli dergilerde yayımlanan öykülerini Les Plaisirs et les jours (Hazlar ve Günler) adlı kitapta topladı. Proust’un olgunluk dönemi üslubunu en iyi yansıtan À la recherces de temps perdu (Kayıp Zamanın İzinde) adlı romanı edebiyat yaşamının zirvesidir. Bu yapıtında 17. yüzyıl ahlâkçısı La Bruyère’den toplumsal anı yazarı Saint-Simon’a, romantik yazar Chateaubriand’dan Balzac’ın İnsanlık Komedyası’na, Renan ve Ruskin’in hümanizminden romancı Anatole France’a ve sembolist şair Stephane Mallarmé’den dekadan yazarlara kadar birçok ismin etkisi görülür. Proust dil ve üslubuyla dünya edebiyatında özgün bir yere sahiptir. Doğu Batı’da yayımlanan diğer eseri Okuma Günleri’dir (çev. Murat Erşen, 2020).

Roza Hakmen

1956’da İzmir’de doğdu. İzmir Amerikan Koleji ve ODTÜ Ekonomi Bö­lümü’nde eğitim gördü. 1982’den bu yana İngilizce, Fransızca ve İspan­yolcadan edebiyat çevirileri yapıyor. Başlıca çevirileri: Marcel Proust, Ka­yıp Zamanın İzinde; Hazlar ve GünlerEdebiyat ve Sanat Yazıları; Miguel de Cervantes, Don Quijote; Henry James, Güvercinin Kanatları; Tim Parks, Ka­der; Europa; Ben Buradan Okuyorum; Kazuo Ishiguro, Avunamayanlar, Gö­mülü Dev; F. García Lorca, Kanlığün; Marguerite Yourcenar, Rüya ve Kader, Düş Parası; J. Marías; Yarınki Yüzün; F. S. Fitzgerald, Mazisi Olan Ka­dın. Türkçede bu eserlerin yanısıra birçok çevirisi daha bulunmaktadır.