• Varoluş, Ahlâk ve Ölüm

Varoluş, Ahlâk ve Ölüm

  • 130,00 TL
  • 91,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

Yaşamın trajik unsurunu anımsatan her şey bir varoluş sorunudur. Can sıkıntısı, umutsuzluk, şiddet, kırılganlık ve intihar gibi eski dünyanın “ölümcül” farz ettiği küçük ve büyük günahlar, esasen insanlık tarihinin varoluşsal krizlere içkin olduğunu gösterir. Yaşam, temelde bir uyumsuzluktur. Bu farkı ve uçurumu hesaba katmayan her türlü yaklaşım insana yabancıdır. Modern dönemde bilimsel düşünce daha çok bedeni ve iktidarı korumaya hizmet ederken, varoluşsal eğilim dikkat ve hedefini aşkınsal bir boyuta taşımıştır.

İnsanın dünyadaki serüveni herhangi bir ölçüye sığmamaktadır. Dünyaya gelen ve nihayetinde ölecek olan, merak eden ve ürperen, konuşan ve hisseden, o ölçüde acı çeken ve mutlu olabilen insan türü, mekanik bir işleyişin sınırlarına hapsedildiğinde ruhsal bakımdan iflas etmesi kaçınılmazdır. “Fiyasko” ile neticelenen sayısız yaşam bunun örneğidir. Başka bir yolda giden, varoluşun gizemini açık ve dürüstçe sorgulayanlar ise kendi iç seslerine kulak vermişlerdir: Simone Weil insanın sefaletine işaret etmiştir. Dostoyevski’nin kahramanları düşkünlüklerini ve uyumsuzluklarını sergilediği ölçüde şahsiyet kazanmışlardır. Kierkegaard’ın ironisinde her şeyi standartlaştıran ve birey ahlâkını oluşturamayan kalabalığın tehlikesi vardır. Bu yüzden Nietzsche daima güçsüz insanların kitlelere kabul ettirdiği güç oyunundan söz etmektedir.

Yapıtları ve çevirdiği isimlerle yaşamı ve yolculuğunu özdeş kılan Mukadder Yakupoğlu bu çalışmasıyla düşünce dünyasına farklı bir yerden bakmaktadır.


  • Yazar: M. Mukadder Yakupoğlu
  • Kitabın Başlığı: Varoluş, Ahlâk ve Ölüm
  • Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 295; Felsefe Dizisi - 81
  • Basım Bilgileri: 1. Basım: Ocak 2021
  • Sayfa Sayısı: 142
  • ISBN: 978-625-7030-43-4
  • Boyutları: 13,5 x 21
  • Kapak Resmi: Camille Claudel, "La Sirène ou La Joueuse de flûte", 1905.


Giriş


Birinci Bölüm
Varoluş Felsefesinin İlkeleri

Varoluş ve Dil

Varoluş ve Depresyon

Varoluş ve Tanrısızlık (Ateizm)

Düşünen Varoluş

Varoluş ve İnsanın Ölümü

Varoluş ve Yapılar

Varoluş ve Bireyleşme

Varoluş ve Erotizm

Uyumsuzluk

Korku ve Umutsuzluk

Varoluş ve Devlet

Varoluşun Anlamı


İkinci Bölüm
Ahlâk ve Şiddet

Giriş

Ahlâkın Bireyselleşmesi Olarak Yüzleşme

Toplumsal Ahlâkın Göstergesi Olarak Politika

Ahlâk ve Maddi Gereksinimler

Ahlâk ve Ölüm

Ahlâkın Anlamı

Erotizmde Şiddet-Ahlâk İlişkisi

Depresyon, Şiddet ve Ahlâk

Umutsuzluk, Şiddet ve Ahlâk

Ahlâk-Şiddet İkilemi Karşısındaki Entelektüel

Delilik-Akıl İkileminde Şiddet ve Ahlâk

Şiddetle Ahlâk Arasına Sıkışan Arzu

Devlet, Kapitalizm ve Şiddet

Terör, Terörist ve Kurban

Mitler ve Şiddet

Savaş


Üçüncü Bölüm
Erotizm, Mistisizm ve Ölüm

Giriş

Şimdi Ne Olacak?

Sessizliğin Ötesinde

Kadınlar ve Erkekler

Mistisizm veya Kişisel Din

Giriş

 

Temelde varlık vardır ve varoluşlar onun üzerinde hareket ederler. Varoluş bir eylem olduğu için dengesizliktir.

Sanki varlık her şeyi kaplıyor. Varlık, varoluş deviniminin üzerinde kaydığı zemindir.

Varoluşlar varlığın içinde otururlar. Varoluş varlığın dışına çıkamaz.

Ölüm varoluşu değil yaşamı sona erdirir. Yaşamdaki varoluş ölümden sonraki varoluşu hiçlik olarak algılar.

Dil insanlar arasında elektrik gibi akıp gitmektedir ama dil aynı zamanda kitaplar, metinler yoluyla sabitleşir. Böylece varlığın bir parçası haline gelir. Yazılı hale gelen dil, varoluş serüveninden kopar ve ona aşkınlaşır. Kitaplar, metinler varoluş hızını yavaşlatırlar ve bunun sonucu olarak varoluş yer edinmeye başlar.

Varoluş bir patlamadır. Bu patlamanın dış görünüşü erotizmdir. Erotizm tıpkı elektrik gibi kaçıcı, uçucudur. Varoluşla varlık arasındaki boşlukta erotizm ortaya çıkar.

İnsan adındaki varoluş sadece bir varsayımdır. Sırf fiziksel benzerlikten yola çıkılarak yapılmış bir sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma devinimi durdurmakta ve sanki bir amaç varmış yanılgısına neden olmaktadır.

İnsan adı ve kavramı tüm araştırmaların yanlış bir yöne sapmasına neden olmuştur. Sartre’ın felsefesinin çıkış noktasının (Nietzsche ve Heidegger) sağlamlığına rağmen daha sonraki çıkmazları insan kavramının içine hapsolmasından kaynaklanmıştır. İnsan böyledir, şöyledir, tepkileri şudur şeklindeki genellemeler tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Birbirleriyle yalnızca dilin, erotizmin aracılığıyla bağlantı kuran varoluşları statikleştirici bu kodlama varoluş-evren ilişkisini yanlış bir platforma sürüklemiştir. İnsan yoktur, varoluş vardır. İnsan belirli bir sınıflandırmanın içindeki bir addır, gerçekliği yoktur.

İnsan fikrinden kurtuluş çabası Nietzsche’nin eserinin özünü oluşturmaktadır. Üstinsan kavramı bu çabanın içindeki ilk adımdır. İkinci adım ise varoluşun temeli olan güç istencidir. Nietzsche o güne kadar oluşmuş tüm bilgilerin, değerlerin, inanışların altüst olmasını ister, çünkü bunların varoluşu kalın bir perdeyle kapladığını bilmektedir.

Varoluş serüveni içinde şu an bulunduğumuz aşamayı evren ve bulunduğumuz yeri de dünya olarak adlandırmışız. Varoluşun kendini birdenbire içinde bulduğu ve hiçbir zaman benimseyemediği ve çoğu zaman garipsediği dünya sadece bir yüzeydir. Dil, duygular, hayaller, düşler bu yüzeyi delmektedir. Dünya genellikle varoluşumuz için kaçmak, kurtulmak istediğimiz bir engel olarak kalmaktadır. Hep ötesinde başka yerde olmak. Varoluşun dünyayla hiç bitmeyen bir uyumsuzluğu vardır. Burası değil, şurası da değil. Böylece serüven başlar.

Hiçbir yerde olmamak diye özetlenebilecek varoluş serüveni dünyayla kaçıcı bir ilişki kurar. Ben yokum, başka yerdeyim. Bu başka yer her zaman bir olabilirliliktir. Gerçekleşemeyecek hayalle varoluş arasındaki bağlantı kaçışa zemin hazırlar. Kaçış dünyanın maddeselliğini yok eder. Dünya kaçıp giden, kaybolan görüntülerden ibarettir. Kusura bakma hemen gitmeliyim. Çabuk, daha çabuk. Düşler, hayaller kaçışla eşzamanda oluşur. Hep bulunabilecek bir şey vardır. O şey ortaya çıktığında öldürücü can sıkıntısı varoluşu dünyaya çiviler. Bu çivilemeyi her zaman bir patlama izler.

Varoluş devinimi bu dünyada kendini yaşamla ortaya koymaktadır ama bazı uç durumlarda varoluş devinimi yaşamın sınırlarını aşar. Yaşamın sınırlarını belirleyen biyolojik varlığımızın bu uç durumlarda bizi kapalı bir yere hapsettiği duygusuna kapılırız. Bu kapalı yerden birden esrimeyle çıkarız. Biyolojik varlığımızın dışında uçmaya başlarız. Bütün bedenimiz kasılır, gözlerimiz kapanır ve böylece bütün sonsuz evrenleri bir çırpıda dolaşırız.

Varoluş yaşama nasıl dönüşmüştür? Yaşam kendi içindeki güçlerle yaşamı yaratabilir miydi? Yaşamı aşan bir gücün varlığını gösteren en önemli belirti, yaşamın sonluluğudur. Sonlu bir oluşumun mümkün olması, sonsuz bir devinimin varlığını zorunlu kılmaktadır. Yoksa her şey yokluğa mahkûm olurdu.

Sonsuzluk ölümsüzlük demek değildir. Ölümün bir son değil bir yenilenme olması, sonsuz varoluş deviniminin doğrudan bir sonucudur. Ölüm yaşamın bitmesi anlamına geldiğine göre ölümsüzlük yaşamın bitmemesi demektir. Yaşamın bir başlangıcı ve bir de sonu vardır, o halde ölümsüzlük yoktur.

Yaşamın öncesini ve sonrasını içine alan varoluş devinimidir. Varoluş başlangıçsız ve sonsuzdur. Ölüm varoluşun geçiş noktalarından biridir. Yaşamdan varoluşa geçiş esrimeye, varoluşun yaşama geçişi dehşet duygusuna neden olur. Burada dikkati çeken varoluş ile yaşam arasındaki uyumsuzluktur. Yaşam varoluşu içine alamamakta, bu da yaşam içindeki en değişmez, belirgin duygu olan korkuya neden olmaktadır. Korku her zaman yaşama neden olan temel varoluş devinimimizin yaşamın biyolojik yapısının çerçevesini kırmasının sonucudur. Korkudan sonra varoluş devinimi yavaşlar ve geri çekilir, böylece biyolojik varlığımız kendini onarır.

Yaşam neden fiyaskodur? Yaşamı gülünç hale getiren, güçsüz insanların oynadığı güç oyunudur. Nietzsche buna tepkisel güç adını vermekte ve onu yaratıcı güç devinimi olan güç istencinden ayırmaktadır. Tepkisel gücün tek işlevi yaratıcı gücü parçalayıp onu da tepkisel güç haline getirerek güçsüzleştirmektir. Kendi değerini ve anlamını yaratamayan ve varoluşunu bunların üzerine yerleştiremeyen zayıf, küçük insan kompleksinin neden olduğu tepkiyle güçsüz gücünü gösterme sevdasına kapılır. Bunu gerçekleştirmek için kendi gibi küçük olan insanları bir araya getirerek onların tepkisel güçlerini toplamaya çalışır. Böylece yaşam arenası yüksek varoluş devinimini parçalamaya çalışan yığınların saçma gösterisine sahne olur. Varoluş devinimi bu gösteri karşısında yaşam arenasından geri çekilir ve esrime yoluyla yaşam fiyaskosunu aşar.

Biyolojik varlığımız varoluş devinimini içine alamadığı zaman, esrimenin içine girerek sonsuz bir hızla yaşamın dışına çıkarız. Esrime, yaşamın dışına çıktığımızı gösteren bir varoluş durumu olarak, yaşam öncesi başlangıçsızlığımızı ve yaşam sonrası sonsuzluğumuzu hissetme biçimimizdir.

Yaşam fiyaskosunu en iyi anlatan Nietzsche olmuştur. Nietzsche’nin güç istenci ebedi dönüşü gerçekleştirerek yaşam fiyaskosunu aşar. Yaşamımızı küçük görmemize yol açan olgu, yaşamın kendi varoluş gücümüzü yansıtacak donanıma sahip olmamasıdır. Örneğin yaşam iki insan arasındaki yoğun iletişime dayanıklı olmadığından fizyolojik dengenin bozulmasıyla bu iletişime olumsuz yanıt verir. Biyolojik varlığımız şiddetli bir devinim olan aşkın gücüne dayanıksızdır.

Yaşam varoluş devinimini içine alamadığı zaman olumsuz tepkisini depresyonla verir. Zannedilenin aksine depresyonda varoluş devinimi hızlanmış ve biyolojik yapımızı tehdit eder hale gelmiştir. Biyolojik yapımız ancak düşük düzeydeki varoluş devinimine dayanıklıdır. Sınır durumlarda, yaşam kendini ya esrime, ya da intihar yoluyla geri çeker. Aşk ve erotizmde, biyolojik varlığımız varoluş deviniminin hızı karşısında altüst olur.

Esrime, varoluş deviniminin yaşamın çerçevesine sığamamasının belirtisidir. Esrimede biyolojik varlığımızın ötesindeki devinimimizi duyumsarız. Hiçliğin bir varoluş devinimi olduğunu fark ederiz. Hiçlik varoluşun değil, yaşamın yokluğudur. Hiçlik, varoluşumuzun yaşamın ötesindeki devinimidir. Hiçlik, yaşamdışı varoluştur.

Dehşet duygusu, yüksek varoluş deviniminin biyolojik varlığımızın tepe noktasını aşarak, hiçliğe dalmasının yaşamsal algılamayı altüst etmesinden kaynaklanır. Bütün sıkıntı ve kaygımız, varoluşumuzun biyolojik varlığın dar kalıplarına sığamamasından doğmaktadır. Erotizmin yüksek devinimine dayanamayan bedenin çaresiz, umutsuz çırpınışlarını, kasılmalarını göz önüne getirin. Kadın ile erkek arasında bitmek tükenmek bilmeyen tatminsizliğin kaynağı, erkek ile kadının kurdukları ortak yaşamın ikisi arasındaki yüksek devinim için yetersiz olmasıdır. Hiç tatmin olmayan temel bir arzu vardır. Kurulan ortak yaşam, arzunun neden olduğu hayalleri tatmin etmekten o kadar uzaktır ki. Erkek ile kadın arasındaki arzular biyolojik varlığımızın, daha doğrusu bedenlerimizin tatmin edeceği küçük istekler karşısında her zaman yaşam dışına çıkarlar. Bu çıkış iki yolla olur: esrime veya intihar. İntihar yaşamı yadsıyan bir varoluş çığlığıyken, esrime arzuyu hiçliğin derinliklerinde gezdirirken yaşamı erteleyerek onu korur.

Hayal veya düş, varoluş devinimimizin yaşam tarafından emilemeyen bölümüdür. Biyolojik varlığımızdan taşan bitmek tükenmez arzular, yaşamı ve onun anlamını küçümsememize neden olur. Evet, evet yaşam fiyaskodur. Bizi avutan her zaman sevgililerimizle yarattığımız hayal ülkeleridir. İşte bu hayal ülkeleri varoluşun devindiği yerlerdir.

Nietzsche’nin ebedi dönüş kuramı da, yaşamdan varoluşa, yani bu dünyadan öte dünyaya geçişin anahtarını vermektedir. Bu dünya ile öte dünya arasında da bir uçurum vardır. Bilim bu uçurumu yok edemez çünkü bu dünyanın içinde dönüp durur. Ancak ebedi dönüş yoluyla bu dünya ile öte dünya birbirine bağlanmaktadır. Yoksa her şey yok olur.

Ebedi dönüş, sonsuzluğun kaçınılmaz bir sonucudur. Ya ebedi dönüş vardır ya da hiçbir şey yoktur. Ebedi dönüş olmasaydı, bugün ben varolamazdım. Varoluşum ancak ebedi dönüşle anlamını buluyor. Yoksa yaşamımdaki rastlantılar benim için gereklilik haline gelemezlerdi.

Ebedi dönüşün bu yaşamdaki itici gücü kadınla erkek arasındaki farklılaşmadan doğan gerilimdir. Bu gerilimin neden olduğu çekim hepimizi döndürmektedir.

Yaşamın ayrıcalıklı anlarını diğer anlardan ayıran nedir? Günler günlerin üzerine amaçsızca yığılırken bir an içimizi dolduran coşkunun kaynağı nedir? Gösterilen bütün çabalar sonuçsuz kalmasına rağmen nasıl oluyor da bu çabalar bazı özel anlarda anlam kazanabiliyor? Bu anlar ebedi dönüşün yeniden ivme kazandığı anlardır. İşte bu anlarda yenilenir ve ebedi dönüşe büyük bir güç katarız.

Umutsuzdum ve umutsuzluğum beni hareketlendiriyordu. Bu berbat dünyadan hiçbir şey beklememe rağmen kendim ve sevdiklerim için çaba gösteriyordum. Çalışmak ve her şeye rağmen çalışmak. İşte varoluşuma anlam kazandıran şey. Hiçbir şeyi olduğu yerde bırakamam. İçimdeki gücü her şeye yansıtmalıyım. Umutsuzluğumu bir varoluş ilkesi haline getirmeliyim. Çünkü sonsuzluğu ancak umutsuzluğum aracılığıyla kavrayabilirim. En tehlikeli ve kaçınılması gereken şey umutlu olmak ve bu nedenle beklemektir. Umutlu olmak, edilgen olarak bu dünyadan size iyi bir şeyler sunmasını beklemek demektir. Böyle bir davranış kendimizi alçaltmak demektir. Bu dünyada beklemek yerine eyleme geçmeliyiz. Ebedi dönüşü hızlandırarak ve farklılaştırarak varoluş deviniminin bize yüklediği sorumluluğu yerine getirmeliyiz.

Yaşam sürerken varoluşumuzun temel referanslarına kavuşuruz. Bazı varoluşlar bizi sonsuz döngünün içine sokar. Dönüp dururken aynı varoluşlarla temas ederiz. Aynı varoluşlarla olan temaslar sonsuzca yinelenirken yaşamın sınırlılığından, sonluluğundan, varoluşun sınırsızlığına, sonsuzluğuna geçeriz. Bu varoluşlar bizi ebedi dönüşe hazırlarlar. Tek bir varoluş bu referanslar olmadan geri dönemez. Bu referanslar her zaman geri gelen tarihteki adlardır. Bu adlar her birimizin ebedi dönüşteki geçiş noktalarıdır. Bu nedenle Napoléon. Marx, Lenin, Freud insanlar için geçiş noktaları olmuşlardır. Bir filozof Sokrates, Platon, Hegel, Nietzsche vb. olarak sonsuz dönüşünü gerçekleştirir.

Hepimizin kendi olduğunu fark ettiği sonsuz varoluşlar vardır. Hepimiz bu referans noktalarını izleyerek gelecekteki sonsuz dönüşlere hazırlanırız.

Hepimizin kadınları ve erkekleri vardır. Bu kadınlardan veya erkeklerden geçerek varoluşun ebedi dönüşünü gerçekleştiririz. Erotizmin sonsuzluğa açılmasının anlamı, ebedi dönüşün erkek kadın arasındaki devinime dönüşmesi aşamasında ortaya çıkar. Erkek kadınını, kadın erkeğini bulurken o kadını veya erkeği sonsuz dönüşün değişmez bir referansı haline getirir. Ve yaşanan aşk, ebedi varoluşa, ebedi dönüş olarak yansır.

Bütün yanlışlık, yaşam ile varoluşu aynı görmekten kaynaklanmaktadır. Yaşam ile varoluş arasında farklılık ve gerilim vardır. Nietzsche bu olguyu ebedi dönüşle aşmaya çalıştı. Varoluş sonsuz sayıda gerçekleşen yaşamdan geçmektedir. Yaşamlar aynı referans noktalarından geçerek varoluşu görünür hale getirirler.

Olup biteni daha iyi görmek ve kavramak için zevk ve acının nasıl oluştuğuna bakmalıyız. Organlarımızın aldıkları darbeleri veya maruz kaldıkları mikrobik saldırıları bildirme biçimi acıdır. Zevk ise organların önceden programlanmış bir amacı gerçekleştirmesinden doğar. Zevk her zaman aynı yollardan geçer. Zevk sonsuzca yinelenen aynı hareketlerden doğar. Acı her zaman beklenmeyendir. Zevk programlıyken, acı programsızdır. Bir varoluşun ebedi dönüşünün referans nok­talarındaki varoluşlar onun ebedi dönüşünü sağladıklarından sürekli yinelenen zevki üretirler. İşte bu nedenle Nietzs­che kendi referans noktalarında duran varoluşları bulmaya çalışmıştır. Bu referans noktalarını yaşadığı dönemde bulunan varoluşlarda bulamayınca tarihteki adlara başvurmuştur. Caesar, Dionysios, İsa vb. Tarihteki adlar onun ebedi dönüşünün anahtarlarıydılar.

Sevgili okuyucu, giriş bölümünü okuduğumuz bu kitap, adının da belirttiği gibi varoluş, ahlâk ve ölüm arasındaki ilişkileri açığa çıkarmaya ve böylece binlerce yıl süren bir serüvenin ne olduğu konusunda yazılan eserlere bir yenisini ekleyerek sizi aydınlatmaya çalışacaktır.

M. Mukadder Yakupoğlu

Yazar ve çevirmen. 1 Şubat 1951 Giresun doğumlu. Galatasaray Lisesi’ni (1970) ve İstanbul Üniversitesi’ni (1974) bitirdi. Lise yıllarında sosyal bi­limlere ve Fransızcaya ilgi duydu. Ancak 1968 olayları sırasında geçirdiği depresyondan sonra hayata bakış açısı değişti ve çalışmaları felsefeye yö­neldi. Felsefi alandaki yazıları başta Doğu Batı Dergisi olmak üzere çe­şitli dergilerde yayımlanmıştır. Felsefe ve edebiyat alanında 21 adet eseri Türkçeye çevirmiştir. EserleriVaroluşun Anlamı (1995); Ahlâk ve Şid­det (Göçebe Yayınları 1997); Varoluş, Ahlâk ve Ölüm (İlk basım Mor Yayınları, 2001). Çevirdiği Eserlerden Bazıları: George Bataille, Eros’un Gözyaşları (Göçebe, 1997); Henri-Frédéric Amiel, Günce I-II (Mor, 1999); George Bataille, Lanetli Pay (Mor, 1999); Pierre Klossowski, Nietzsche ve Kısırdöngü (Kabalcı, 1999); Nietzsche Üzerine (Kabalcı, 2000); George Bataille, İç Deney (YKY, 2003); Stendhal, Aşk Üzerine (Adam, 2003); Henri Bergson, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı (Doğu Batı, 2004); Søren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk (Doğu Batı 2004); Armand Cuvillier, Felsefe Yazarlarından Seçilmiş Metinler (Doruk, 2008); Simone Weil, Yerçekimi ve İnayet (Doğu Batı, 2019).