Balzac, Dickens, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche vb. biyografileriyle hem bu yazarların hem de Avrupa kültürünün ruhuna nüfuz ederek onu tüm çıplaklığı ve derinliğiyle gözler önüne seren, pek çoklarına göre dünyanın en büyük biyografi ustası bu kez projeksiyonunu kendi yaşamına çeviriyor.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başları gücünün doruğunda bir Avrupa, ama aynı zamanda bu güç sarhoşluğunun verdiği kibirle ahlâki ve insani çöküş içinde olan bir Avrupa… ve yaşanan iki büyük dünya savaşı… Tüm bunları iliklerine kadar hisseden ama gene de daha güzel ve yaşanabilir bir dünyanın hayalini kuran, almış olduğu sağlam eğitim, geniş bilgisi, gezginciliği, koleksiyonculuğu ve önde gelen siyasetçiler ve yazarlarla yakın dostlukları sayesinde Avrupa kültürünü ve yaşadığı bu zaman dilimini tam anlamıyla özümsemiş gerçek bir Avrupalı: Stefan Zweig.
Ve işte “Dünün Dünyası” bu dönemin ruhunu anlamak için belki de eldeki en değerli kaynaklardan birisi. Valéry, Gide, Rodin, Rilke, Pirandello, Croce, Shaw, Wells, Rolland, Freud ile kurulan dostluklar ve hele yarım sayfada çizilen Joyce portresi… bunların yanında siyonizmin kurucusu Herzl ile Nazi önderleri Hess, Goebbels, sosyalist lider Jaurés vb. gibi zamanın önde gelen politikacılarıyla ilgili dikkat çekici tanıklıklarla Zweig, sadece kendi yazgısını değil, tüm bir neslin trajedisini aktarıyor.
- Yazar: Stefan Zweig
- Kitabın Başlığı: Dünün Dünyası - "Bir Avrupalının Anıları"
- Almanca Özgün Metin: Die Welt von Gestern
- Çeviren: Gülperi Sert [Almanca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Mr. Z & Z
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 150; Edebiyat Dizisi - 31
- Basım Bilgileri: 4. Basım: Haziran 2016 (1. Basım: Can Yayınları, 1985)
- Sayfa Sayısı: 452
- ISBN: 978-605-9328-17-3
- Boyutları: 13,5 x 21
- Kapak Resmi: Stefan Zweig
Sunuş
Önsöz
19. Yüzyılda Habsburg İmparatorluğu’nun Güvenli Dünyası
19. Yüzyılda Okul
Eros Matutinus
Universitas Vitae
Sonsuz Gençliğin Kenti Paris
Kendime Giden Uzun Yol
Avrupa’nın Dışında
Avrupa’nın Üzerindeki Işıltılar ve Gölgeler
1914 Savaşı’nın İlk Saatleri
Düşünce Kardeşliği Uğruna Mücadele
Avrupa’nın Kalbinde
Avusturya’ya Dönüş
Yeni Ufuklara
Güneşin Batışı
Incipit Hitler
Can Çekişen Barış
SUNUŞ
Biyografi konusunda usta olan Zweig kendisinin, Avrupa’nın hattâ
insanlığın biyografisi diyebileceğimiz bu eşsiz eserinde diğer biyografilerinde
olduğu gibi mükemmel üslubuyla kendisinin ve insanlığın yaşadığı fevkalâde
önemli olayları okurken bize de yaşatıyor.
Çevirirken uzun cümlelerinden dolayı zaman
zaman bunaldığım bu eseri Türkçeye kazandırmış olmaktan mutluyum. Yüzyıl dönümü
kuşağının en önemli yazarlarından biri olan Zweig o dönemin fevkalâde eğitimli,
bilgili kuşağına göre yazdığı bu kitapta da diğer eserlerinde olduğu gibi o
döneme has çok dilliliğinden vazgeçmemiş. Tüm eserlerinde olduğu gibi burada
benzetmeler çoğu zaman İncil’den ya da Yunan mitolojisinden, ayrıca zaman zaman
başka dillerdeki deyişler, atasözleri, ifade kalıpları sıklıkla karşımıza
çıkıyor. İngiliz bir yazardan bahsederken İngilizce, Fransız birinden
bahsederken Fransızca, eh arada bir Rusça, İtalyanca bir sözcük de çıkıyor
karşımıza, bütün bunlara ek olarak hemen her Avrupalının orta öğretimde
öğrendiği Latinceyi de kullanıyor yazarımız. Tek bir yabancı dil bilen bir
çevirmenin ne kadar uğraştığını hayal etmek pek zor değil. Çok dilliliğin
Zweig’ın ve o dönemin yazarlarının üslubunun bir parçası olduğunu düşündüğümden
çevirimde bunu korumaya özen gösterdim. Zweig’in metni sadece Almanca olmadığı
için benim çeviri metnim de sadece Türkçe olmadı. Zweig’ın Almanca dışında
kullandığı (İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Rusça, Latince) kelime ve
cümleleri metin içinde olduğu gibi bıraktım, Türkçe çevirisini dipnotta verdim.
Zaman zaman metin içinde yabancı sözcük ve cümlelerin hemen ardından Türkçe
çevirisini verdim. Bunun nedeni Zweig’ın eserlerini bugün basan Alman yayınevinin
günümüz Alman okurunun Zweig’ın kuşağından çok farklı olduğunun bilincinde,
metin içinde çok dilliliği anlamayacağını düşünüp Zweig’ın yabancı dilde
yazdığı tüm kelime ve cümlelerin Almanca karşılığını metin içinde vermesidir.
Avrupa’nın birkaç yüzyılının anlatıldığı Dünün
Dünyası’nda Zweig’ın yaşadığı dönemin ünlü şahsiyetleri, yazarlar, şairler,
sanatçılar ve politikacılar bugünün Türk okuruna pek de yakın olmadığı için
üstelik kimler olduğu bilinmeden okunursa Zweig’ın anlatmak istediği tam
anlaşılmayacağı için bu kişileri tek tek dipnotta açıklamaya çalıştım. Daha
önce de belirttiğim gibi Zweig’ın kuşağı öyle kültürlü bir kuşaktı ki yazarımız
anlatırken bazen bir eser kahramanına atıfta bulunuyor. Bütün bu isimleri ve
kavramları çevirmenin sadece metni değil tüm kültürü çevirdiğinin bilinciyle
Türk okuru için anlaşılır kılmaya çalıştım. Çevirinin nasıl olması gerektiği
hususunda çevirmene ışık tutan ünlü çeviribilimci Schleiermacher’in “çevirmen
ya yazarı okura götürmeli ya da okuru yazara götürmeli” düsturunu değiştirerek,
doğruyu, güzeli, mükemmeli arayan insanoğlunun izinde bazen Zweig’ı Türk okuruna
davet ettim, bazen Türk okurunu yanıma katarak Almanya’ya Zweig’ın yanına
gittim.
Gülperi Sert
ÖNSÖZ
Hiçbir zaman şahsımı, yaşam öykümü başkalarına anlatmak isteyecek
kadar önemsemedim. Kendimi başkişisi −daha doğrusu merkezi− yapacağım bir
kitabı yazma cesareti bulabilmem için, normalde tek bir neslin yaşayabileceği
olaylar, felaketler ve sınavlardan çok daha fazla şeylerin olması, inanılmaz
derecede çok şeyin yaşanması gerekti. Yalnızca fotoğraflar ile sunum yapan bir
yorumcu olsaydım, kendimi ön plana çıkarmayı aklımın ucundan bile geçirmezdim.
Oysa fotoğrafları zaman ortaya koyuyor, ben yalnızca açıklamalarımı yapıyorum;
ayrıca burada anlatacaklarım sadece benim şahsımın yazgısı değil, aksine
bütün bir neslin yazgısı – tarihte hiçbir neslin yaşamadığı kadar çok şey
yaşamış, eşi benzeri olmayan bir neslin yazgısı, bizim neslimizin yazgısı. Her
birimiz, en küçüğümüzden en önemsizimize kadar hepimiz Avrupamızın sonunu
hazırlayan, ardı arkası kesilmeyen ve volkana benzeyen sarsıntıları
varlığımızın en derinliklerine kadar yaşadık; onca insan arasında bir
Avusturyalı, bir Yahudi, bir yazar, bir hümanist ve barış yanlısı biri olarak
benim diğerlerinden farklılığım bu sarsıntıların en şiddetli olduğu yerlerde
bulunmamdır. Evimi, varımı yoğumu üç kez altüst ettiler, beni geçmişimin her
türlü bağından koparıp olağanüstü bir acımasızlıkla boşluğa fırlattılar;
defalarca yaşadığım, nereye, kime gideceğimi, kime güveneceğimi bilmediğim bir
boşluğa. Ama şikâyetçi değilim; özellikle vatanı olmayan kişi başka türlü
özgürdür ve artık hiçbir yere bağlı olmayan bir kişinin ‘geride bıraktım’ diye
düşüneceği bir şey de yoktur. İşte bu nedenle en azından bir dönemi doğru bir
şekilde anlatmanın en önemli koşulunu yerine getirdiğimi ümit ediyorum: doğruluk
ve tarafsızlık.
Çünkü bütün köklerinden ve hattâ bu kökleri
besleyen topraklardan kopmuş biri olan ben −gerçekten de o dönemde köklerinden
benim kadar kopmuş ender insan vardır− 1881 yılında büyük ve güçlü bir
imparatorluğun, Habsburg İmparatorluğu’nun sınırları içinde dünyaya geldim, ama
onu boş yere haritada aramayın, çünkü hiçbir iz bırakmadan silinip yok oldu.
Ben, iki bin yıllık bir geçmişe sahip çok uluslu bir metropol olan Viyana’da
büyüdüm ve onun bir Alman eyaletine dönüştürülmesinden kısa bir süre önce, bir
suçlu gibi, bir cani gibi oradan ayrılmak zorunda kaldım. Eserlerim yazdığım
dilin ülkesinde, milyonlarca dost okur bulduğu ülkede yakılıp kül oldu. İşte
şimdi ben de hiçbir yere ait değilim, her yerde bir yabancıyım ya da daha çok
bir konuğum; yüreğimin seçtiği, gerçek vatanım dediğim Avrupa’yı, kardeş
kavgasında ikinci kez intihar edercesine paramparça olduğunda tamamen
kaybettim. İstemediğim halde zamanın kroniğinde aklın korkunç yenilgisine,
vahşetin acımasız zaferine tanık oldum; benim neslimin dışında başka hiçbir
nesil, ulaştığı o yüksek manevi değerlerden böylesi bir ahlâk çöküşü
yaşamamıştır, diyor ve bunu söylerken kesinlikle gurur değil, utanç duyuyorum.
Sakallarımın çıkmaya başladığı günden ağarmaya başladığı güne kadar geçen yarım
yüzyıl içinde benim neslim, normal koşullarda ancak on insan neslinin
yaşayabileceğinden çok daha fazla şey yaşamış ve köklü değişimlere tanık
olmuştur ve her birimiz aynı şeyi hissetmişizdir: Çok fazla! Her günüm bir
önceki günümden, her yükselişim her düşüşümden o kadar farklıydı ki, bazen ben
bile, acaba sadece bir tane değil de, birbirinden tamamen farklı birden fazla
hayatım mı oldu, diye düşünmüşümdür. Çünkü farkında olmadan ‘Hayatım’
dediğimde, ister istemez Hangi hayatım? diye sorduğum çok sık olur. I.
Dünya Savaşı’ndan önceki mi, yoksa II. Dünya Savaşı’ndan önceki mi, yoksa
bugünkü hayatım mı? Aynı duyguları ‘Evim’ dediğimde de hissederim ve ilk anda
Bath’deki evi mi, yoksa Salzburg’daki evi mi, yoksa Viyana’daki baba evini mi
kastettim, bilemem. Ya da ‘Bizde’ dediğimde, ülkemdeki insanlar için çoktandır
bir İngiliz ya da Amerikalı’dan bir farkım olmadığını, ülkemle organik bağımın
kalmadığı gibi İngiltere ya da Amerika’ya da tam ait olamadığımı ürpererek
hatırlarım; içinde büyüdüğüm dünyanın, bugün içinde yaşadığım dünya ve bunların
ikisi arasındaki dünyanın gitgide tamamen farklı dünyalara dönüştüğünü
hissederim. Ne zaman genç dostlarımla I. Dünya Savaşı öncesine ait öyküler
hakkında sohbet etsem, bana hâlâ olağan gerçekler gibi gelen şeylerin, onlar
için tarih ya da hayal edilmez şeyler olduğunu sordukları sorulardan anlar ve
şaşırırım. İçimdeki gizli bir duygu da içten içe onlara hak verir: çünkü
bugünümüz, dünümüz ve ondan önceki günümüz arasındaki tüm köprüler yıkıldı.
Şahsen ben, o tek ve hiç kuşkusuz son derece rahatsız ve tehlikeli varlığın dar
mekânına sıkıştırdığımız onca değişik ve farklı olayı düşündükçe şaşırmadan
edemiyorum, hele ki onları atalarımızın yaşadıklarıyla karşılaştırınca −babam
veya dedem ne gördü ki? Her biri tekdüze bir hayat sürdü. Baştan sona
yükselişi, düşüşü, sarsıntısı ve tehlikesi olmayan bir hayat sürdü, ufak tefek
gerginlikleri, fark edilmeyecek derecede az geçişleri olan bir hayat; zamanın
dalgalarının onları beşikten mezara taşıdığı aynı tempoda, huzurlu ve sakin bir
hayat. Onlar hep aynı ülkede, aynı kentte, hattâ neredeyse hep aynı evde
yaşadılar ve dış dünyada olan olayları sadece gazetelerde okudular,
burunlarının dibinde yaşamadılar. Onların yaşadığı dönemde de dünyanın bir
yerlerinde savaşlar olurdu, ama bugünkü savaşlarla karşılaştırıldığında bunlar
küçük çatışmalardı, üstelik de sınırların çok ötesinde cereyan ederdi, top
sesleri duyulmaz, en fazla da altı ay sonra biter, unutulur ve tarihin sararan
yapraklarından biri haline gelirdi, onlar da gene eski yaşamlarına aynen devam
ederlerdi. Bizler ise tekrarı olmayan şeyler yaşadık, geçmişten hiçbir şey
kalmadı, hiçbir şey geri gelmedi; geçmişte tarihin her bir ülkeye, her bir
yüzyıla gıdım gıdım verdiği her şeyi fazlasıyla yaşamak zorunda kaldık. Bir nesil
çok çok bir devrim görmüştür, bir başka nesil bir darbe yaşamıştır, bir diğeri
bir savaş, bir başkası açlık, bir diğeri ülkesindeki ekonomik çöküşü ve
Tanrı’nın kayırdığı bazı şanslı ülkeler ve nesiller ise bunların hiçbirini
yaşamamıştır. Bugün altmış yaşında olan ve önünde yaşayacak çok az zamanı kalan
bizler ise o kadar çok şey gördük, geçirdik ve yaşadık ki! Bizler, akla
gelebilecek tüm felaketlerin koca bir katalogunu baştan sona kat ettik (ve hâlâ
son sayfaya gelemedik bile). Ben, insanlığın gördüğü her iki büyük dünya
savaşının tanığıyım, hattâ onları farklı cephelerde, birini Alman cephesinde,
diğerini Almanlara karşı cephede yaşamış biriyim. Savaş öncesinde bireysel
özgürlüğün en yüksek basamağına çıktım ve onun her biçimini yaşadım, ama savaş
sonrasında özgürlüğün, insanlığın yüzyıllardır hiç görmediği ve yaşamadığı
kadar dibe vurduğuna tanık oldum. Saygı gördüm, aşağılandım, özgürlüğü yaşadım,
tutsaklığı tattım, zengin oldum, yoksul düştüm. Apokalips’in dört soluk atlısı
hayatımdan dolu dizgin geçti; devrim ve açlık, devalüasyon ve terör, salgın ve
sürgün; büyük yığın ideolojilerinin büyüdüğüne ve yayıldığına tanık oldum,
İtalya’da Faşizmi, Almanya’da Nazizmi, Rusya’da Bolşevizmi ve Avrupa
kültürümüzün açtığı çiçekleri zehirleyen, solduran Nasyonalizm denen o vebayı
gördüm. İnsanlığın, anti-hümanizmin bilinçli ve programlı dogmalarıyla ortaya
çıkan ve çoktan unutulduğu sanılan barbarlığın kucağına atılışına, düşüşüne
çaresizce tanıklık ettim. Son elli neslin yüzyıllardır görmediği ve gelecekteki
nesillerin de katlanmak zorunda kalmayacağını umut ettiğim, ilân edilmeden,
birdenbire patlak veren savaşlar, toplama kampları, işkenceler, kitle
soygunları, savunmasız kentlerin bombardımana tutulması gibi tüm vahşilikleri
yaşamak zorunda kaldık. Ancak tüm bu olanlara inat, o dönemde dünyamızı ahlâki
açıdan bin yıl geriye götürmüş aynı insanların, teknik açıdan ve düşünce
alanında atağa kalkarak milyonlarca yılda elde edilen başarıları bir çırpıda
geçtiklerine de tanık oldum: uçaklarla göğün fethi, söylenen bir sözün aynı
anda dünyanın her yanına ulaşması ve bu şekilde zaman ve mekân sınırlarının
aşılması, atomun parçalanması, en gizemli hastalıkların çaresinin bulunması,
daha dün imkânsız gibi görünen şeylerin bugün mümkün hale gelmesi gibi. Günümüz
insanı bir yandan bugüne kadar görülmemiş şekilde şeytani davranırken, öte
yandan ancak Tanrı’nın başarabileceği işler başarmıştır.
İşte ben bizlerin yaşadığı bu gerilimli,
dramatik sürprizlerle dolu hayatı belgelemeyi bir görev saydım, çünkü −tekrar
ediyorum− her birimiz bu korkunç değişimlerin tanığı idik, daha doğrusu
hepimiz tanık olmak zorunda kaldık. Bizim neslimizin kaçma olanağı yoktu, bir
önceki nesil gibi olayların dışında kalmamız imkânsızdı; gelişen teknik
bizleri her şeyden ânında haberdar ediyor ve olayların içine çekiyordu.
Şanghay’ da evleri yerle bir eden bombalardan, daha yaralılar evlerinden
çıkarılmadan bizler Avrupa’da, oturduğumuz yerde haberdar oluyorduk. Denizin
binlerce mil ötesinde yaşananlar sanki gözümüzün önünde olup bitiyordu. Sürekli
her şeyden haberdar olmaktan, olaylara dâhil edilmekten kaçamıyorduk.
Sığınabileceğimiz bir ülke, satın alabileceğimiz bir huzur yoktu; nerede
olursak olalım, kaderin elinden kurtulamıyor ve onun bitmek bilmez oyununa
dâhil ediliyorduk.
Devletin taleplerine sürekli boyun eğmek, en
aptalca politikaların ganimeti olmak, en olmaz değişimlere ayak uydurmak
zorundaydık ve ne kadar karşı koyarsak koyalım, hepimiz ortak bir yazgıyla
zincire vurulmuştuk ve bu her birimizi karşı konulmaz bir şekilde kendine
çekiyordu. O dönemi yaşamış, daha doğrusu o dönemi soluk soluğa, nefes almadan
geçirmiş bir kimse, atalarından herhangi birinin yaşadığından çok daha fazla tarihe
tanıklık etmiştir. Bugün de aynı şekilde bir dönüm noktasındayız, bir sonuç ve
yeni bir başlangıç çizgisindeyiz. Bu nedenle geçmişe bakıp yaşamımı belli bir
tarihte geçici olarak sonlandırmamın bir amacı var. Çünkü 1939 yılının Eylülü,
bugün altmış yaşında olan bizlerin yetiştiği ve eğitildiği bir dönemi tamamen
bitirmiştir. Ancak bizler, parçalandığına tanık olduğumuz o sistemin içinde
gerçeğin bir parçasını sonraki kuşaklara aktarabilirsek, bütün bunları boşuna
anlatmamış olacağız.
Bu anılarımı yazmaya çalışırken bana uygun
gelmeyen, ama dönemimiz için karakteristik olan koşulların bilincindeyim.
Anılarımı savaşın ortasında, yabancı ellerde ve hafızamı canlandıracak en küçük
bir yardım olmaksızın yazıyorum. Otel odamda elimin altında tek bir kitabım, tek
bir notum ve dostlarımdan tek bir mektup yok. Hiçbir yerden bilgi alma imkânım
yok, çünkü tüm dünyada ülkeler arasındaki posta iletişimi kesik ya da sansüre
takılıyor. Hepimiz vapurun, trenin, uçağın ya da postanın icat edilmediği
yüzyıllar öncesinde olduğu gibi birbirimizden habersiz yaşıyoruz. Tüm geçmişim
hakkında sahip olduğum tek şey, hafızamda kalanlar. Bunun dışındaki her şey, şu
an için ulaşılmaz ya da kayıp. Ama bizim neslimiz kaybının arkasından gözyaşı
akıtmama gibi bir sanatı da çok iyi öğrenmişti, kim bilir belki de bu, kitabım
için belgeleri ve ayrıntıları kaybetmem bir kazanç olacak. Çünkü bence
hafızamız bazı anıları rastlantısal kaydeden, bazı anıları ise
rastlantısal kaybeden bir şey değildir, tam tersine onları bilinçli bir şekilde
düzenleyen ve bilgece ayıklayan bir güce sahiptir. Hayatımıza dair unuttuğumuz
her şey, aslında içimizdeki bir dürtüyle çoktan unutulmaya mahkûm olmuştur.
Ancak unutmak istemediğimiz şeyleri başkalarının da bilmeye hakkı vardır. İşte
bu nedenle benim yerime siz konuşun, siz seçin ey anılar, karanlığın
derinliklerine gömülmeden hiç olmazsa bir ayna tutun yaşamıma.
Stefan Zweig
1881 yılında Viyana’da doğdu. Babası varlıklı bir sanayiciydi. Avusturya, Fransa ve Almanya’da öğrenim gördü. Savaş karşıtı kişiliğiyle dikkat çekti. 1919-1934 yılları arasında Salzburg’da yaşadı, Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg’u terk etmek zorunda kaldı. 1938’de İngiltere’ye, 1939’da New York’a gitti, birkaç ay sonra da Brezilya’ya yerleşti. Önceleri Verlaine, Baudelaire ve Verhaeren çevirileriyle tanındı, ilk şiirlerini ise 1901 yılında yayımladı. Çok sayıda deneme, öykü, uzun öykünün yanısıra büyük bir ustalıkla kaleme aldığı yaşamöyküleriyle de ünlüdür. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu yoğun ilgi, Zweig’ın derin karakter incelemelerinde kendisini gösterir. Özellikle tarihsel karakterler üzerine yazdığı yorumlar ve yaşamöyküleri, psikolojik çözümlemeler bakımından son derece zengindir. Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü siyasi durum yüzünden insanlığın geleceği konusunda umutsuzluğa düşerek 1942 yılında karısıyla birlikte intihar etti.
Gülperi Sert
1959’da İskenderun’da doğdu. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nı bitirdi. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde görev yaptıktan sonra, 1998’de Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Mütercim-Tercümanlık Bölümü’nü kurdu. Halen aynı fakültede Mütercim-Tercümanlık Bölüm Başkanlığı’nı ve Almanca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanlığı’nı eşzamanlı olarak yürütmektedir. Friedrich Nietzsche, Franz Kafka, Stefan Zweig gibi yazarların yapıtlarını dilimize kazandırmıştır.