• Dünün Dünyası

Dünün Dünyası

  • 220,00 TL
  • 154,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

Balzac, Dickens, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche vb. biyografileriyle hem bu yazarların hem de Avrupa kültürünün ruhuna nüfuz ederek onu tüm çıplaklığı ve derinliğiyle gözler önüne seren, pek çoklarına göre dünyanın en büyük biyografi ustası bu kez projeksiyonunu kendi yaşamına çeviriyor.

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başları gücünün doruğunda bir Avrupa, ama aynı zamanda bu güç sarhoşluğunun verdiği kibirle ahlâki ve insani çöküş içinde olan bir Avrupa… ve yaşanan iki büyük dünya savaşı… Tüm bunları iliklerine kadar hisseden ama gene de daha güzel ve yaşanabilir bir dünyanın hayalini kuran, almış olduğu sağlam eğitim, geniş bilgisi, gezginciliği, koleksiyonculuğu ve önde gelen siyasetçiler ve yazarlarla yakın dostlukları sayesinde Avrupa kültürünü ve yaşadığı bu zaman dilimini tam anlamıyla özümsemiş gerçek bir Avrupalı: Stefan Zweig.

Ve işte “Dünün Dünyası” bu dönemin ruhunu anlamak için belki de eldeki en değerli kaynaklardan birisi. Valéry, Gide, Rodin, Rilke, Pirandello, Croce, Shaw, Wells, Rolland, Freud ile kurulan dostluklar ve hele yarım sayfada çizilen Joyce portresi… bunların yanında siyonizmin kurucusu Herzl ile Nazi önderleri Hess, Goebbels, sosyalist lider Jaurés vb. gibi zamanın önde gelen politikacılarıyla ilgili dikkat çekici tanıklıklarla Zweig, sadece kendi yazgısını değil, tüm bir neslin trajedisini aktarıyor.


  • Yazar: Stefan Zweig
  • Kitabın Başlığı: Dünün Dünyası - "Bir Avrupalının Anıları"
  • Almanca Özgün Metin: Die Welt von Gestern
  • Çeviren: Gülperi Sert [Almanca]
  • Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
  • Kapak Tasarımı: Mr. Z & Z
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 150; Edebiyat Dizisi - 31
  • Basım Bilgileri: 4. Basım: Haziran 2016 (1. Basım: Can Yayınları, 1985)
  • Sayfa Sayısı: 452
  • ISBN: 978-605-9328-17-3
  • Boyutları: 13,5 x 21
  • Kapak Resmi: Stefan Zweig


Sunuş


Önsöz

19. Yüzyılda Habsburg İmparatorluğu’nun Güvenli Dünyası

19. Yüzyılda Okul

Eros  Matutinus

Universitas Vitae

Sonsuz Gençliğin Kenti Paris

Kendime Giden Uzun Yol

Avrupa’nın Dışında

Avrupa’nın Üzerindeki Işıltılar ve Gölgeler

1914 Savaşı’nın İlk Saatleri

Düşünce Kardeşliği Uğruna Mücadele

Avrupa’nın Kalbinde

Avusturya’ya Dönüş

Yeni Ufuklara

Güneşin Batışı

Incipit Hitler

Can Çekişen Barış

SUNUŞ

 

Biyografi konusunda usta olan Zweig kendisinin, Avrupa’nın hattâ insanlığın biyografisi diyebileceğimiz bu eşsiz eserinde diğer biyografilerinde olduğu gibi mükemmel üslubuyla kendisinin ve insanlığın yaşadığı fevkalâde önemli olayları okurken bize de yaşatıyor.

Çevirirken uzun cümlelerinden dolayı zaman zaman bunaldığım bu eseri Türkçeye kazandırmış olmaktan mutluyum. Yüzyıl dönümü kuşağının en önemli yazarlarından biri olan Zweig o dönemin fevkalâde eğitimli, bilgili kuşağına göre yazdığı bu kitapta da diğer eserlerinde olduğu gibi o döneme has çok dilliliğinden vazgeçmemiş. Tüm eserlerinde olduğu gibi burada benzetmeler çoğu zaman İncil’den ya da Yunan mitolojisinden, ayrıca zaman zaman başka dillerdeki deyişler, atasözleri, ifade kalıpları sıklıkla karşımıza çıkıyor. İngiliz bir yazardan bahsederken İngilizce, Fransız birinden bahsederken Fransızca, eh arada bir Rusça, İtalyanca bir sözcük de çıkıyor karşımıza, bütün bunlara ek olarak hemen her Avrupalının orta öğretimde öğrendiği Latinceyi de kullanıyor yazarımız. Tek bir yabancı dil bilen bir çevirmenin ne kadar uğraştığını hayal etmek pek zor değil. Çok dilliliğin Zweig’ın ve o dönemin yazarlarının üslubunun bir parçası olduğunu düşündüğümden çevirimde bunu korumaya özen gösterdim. Zweig’in metni sadece Almanca olmadığı için benim çeviri metnim de sadece Türkçe olmadı. Zweig’ın Almanca dışında kullandığı (İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Rusça, Latince) kelime ve cümleleri metin içinde olduğu gibi bıraktım, Türkçe çevirisini dipnotta verdim. Zaman zaman metin içinde yabancı sözcük ve cümlelerin hemen ardından Türkçe çevirisini verdim. Bunun nedeni Zweig’ın eserlerini bugün basan Alman yayınevinin günümüz Alman okurunun Zweig’ın kuşağından çok farklı olduğunun bilincinde, metin içinde çok dilliliği anlamayacağını düşünüp Zweig’ın yabancı dilde yazdığı tüm kelime ve cümlelerin Almanca karşılığını metin içinde vermesidir.

Avrupa’nın birkaç yüzyılının anlatıldığı Dünün Dünyası’nda Zweig’ın yaşadığı dönemin ünlü şahsiyetleri, yazarlar, şairler, sanatçılar ve politikacılar bugünün Türk okuruna pek de yakın olmadığı için üstelik kimler olduğu bilinmeden okunursa Zweig’ın anlatmak istediği tam anlaşılmayacağı için bu kişileri tek tek dipnotta açıklamaya çalıştım. Daha önce de belirttiğim gibi Zweig’ın kuşağı öyle kültürlü bir kuşaktı ki yazarımız anlatırken bazen bir eser kahramanına atıfta bulunuyor. Bütün bu isimleri ve kavramları çevirmenin sadece metni değil tüm kültürü çevirdiğinin bilinciyle Türk okuru için anlaşılır kılmaya çalıştım. Çevirinin nasıl olması gerektiği hususunda çevirmene ışık tutan ünlü çeviribilimci Schleiermacher’in “çevirmen ya yazarı okura götürmeli ya da okuru yazara götürmeli” düsturunu değiştirerek, doğruyu, güzeli, mükemmeli arayan insanoğlunun izinde bazen Zweig’ı Türk okuruna davet ettim, bazen Türk okurunu yanıma katarak Almanya’ya Zweig’ın yanına gittim.

 

Gülperi Sert

ÖNSÖZ

 

Hiçbir zaman şahsımı, yaşam öykümü başkalarına anlatmak isteyecek kadar önemsemedim. Kendimi başkişisi −daha doğrusu merkezi− yapacağım bir kitabı yazma cesareti bulabilmem için, normalde tek bir neslin yaşayabileceği olaylar, felaketler ve sınavlardan çok daha fazla şeylerin olması, inanılmaz derecede çok şeyin yaşanması gerekti. Yalnızca fotoğraflar ile sunum yapan bir yorumcu olsaydım, kendimi ön plana çıkarmayı aklımın ucundan bile geçirmezdim. Oysa fotoğrafları zaman ortaya koyuyor, ben yalnızca açıklamalarımı yapıyorum; ayrıca burada anlatacaklarım sadece benim şahsımın yazgısı değil, aksine bütün bir neslin yazgısı – tarihte hiçbir neslin yaşamadığı kadar çok şey yaşamış, eşi benzeri olmayan bir neslin yazgısı, bizim neslimizin yazgısı. Her birimiz, en küçüğümüzden en önemsizimize kadar hepimiz Avrupamızın sonunu hazırlayan, ardı arkası kesilmeyen ve volkana benzeyen sarsıntıları varlığımızın en derinliklerine kadar yaşadık; onca insan arasında bir Avusturyalı, bir Yahudi, bir yazar, bir hümanist ve barış yanlısı biri olarak benim diğerlerinden farklılığım bu sarsıntıların en şiddetli olduğu yerlerde bulunmamdır. Evimi, varımı yoğumu üç kez altüst ettiler, beni geçmişimin her türlü bağından koparıp olağanüstü bir acımasızlıkla boşluğa fırlattılar; defalarca yaşadığım, nereye, kime gideceğimi, kime güveneceğimi bilmediğim bir boşluğa. Ama şikâyetçi değilim; özellikle vatanı olmayan kişi başka türlü özgürdür ve artık hiçbir yere bağlı olmayan bir kişinin ‘geride bıraktım’ diye düşüneceği bir şey de yoktur. İşte bu nedenle en azından bir dönemi doğru bir şekilde anlatmanın en önemli koşulunu yerine getirdiğimi ümit ediyorum: doğruluk ve tarafsızlık.

Çünkü bütün köklerinden ve hattâ bu kökleri besleyen topraklardan kopmuş biri olan ben −gerçekten de o dönemde köklerinden benim kadar kopmuş ender insan vardır− 1881 yılında büyük ve güçlü bir imparatorluğun, Habsburg İmparatorluğu’nun sınırları içinde dünyaya geldim, ama onu boş yere haritada ara­mayın, çünkü hiçbir iz bırakmadan silinip yok oldu. Ben, iki bin yıllık bir geçmişe sahip çok uluslu bir metropol olan Viyana’da büyüdüm ve onun bir Alman eyale­tine dönüştürülmesinden kısa bir süre önce, bir suçlu gibi, bir cani gibi oradan ayrılmak zorunda kaldım. Eserlerim yazdığım dilin ülkesinde, milyonlarca dost okur bulduğu ülkede yakılıp kül oldu. İşte şimdi ben de hiçbir yere ait değilim, her yerde bir yabancıyım ya da daha çok bir konuğum; yüreği­min seçtiği, gerçek vatanım dediğim Avrupa’yı, kardeş kavgasında ikinci kez intihar edercesine paramparça olduğunda tamamen kaybettim. İstemediğim halde zamanın kroniğinde aklın korkunç yenilgisine, vahşetin acımasız zaferine tanık oldum; benim neslimin dışında başka hiçbir nesil, ulaştığı o yüksek manevi değerlerden böylesi bir ahlâk çöküşü yaşamamıştır, diyor ve bunu söylerken kesinlikle gurur değil, utanç duyuyorum. Sakallarımın çıkmaya başladığı günden ağarmaya başladığı güne kadar geçen yarım yüzyıl içinde benim neslim, normal koşullarda ancak on insan neslinin yaşayabileceğinden çok daha fazla şey yaşamış ve köklü değişimlere tanık olmuştur ve her birimiz aynı şeyi hissetmişizdir: Çok fazla! Her günüm bir önceki günümden, her yükselişim her düşüşümden o kadar farklıydı ki, bazen ben bile, acaba sadece bir tane değil de, birbirinden tamamen farklı birden fazla hayatım mı oldu, diye düşünmüşümdür. Çünkü farkında olmadan ‘Hayatım’ dediğimde, ister istemez Hangi hayatım? diye sorduğum çok sık olur. I. Dünya Savaşı’ndan önceki mi, yoksa II. Dünya Savaşı’ndan önceki mi, yoksa bugünkü hayatım mı? Aynı duy­guları ‘Evim’ dediğimde de hissederim ve ilk anda Bath’deki evi mi, yoksa Salzburg’daki evi mi, yoksa Viyana’daki baba evini mi kastettim, bilemem. Ya da ‘Bizde’ dediğimde, ülkemdeki insanlar için çoktandır bir İngiliz ya da Ame­rikalı’dan bir farkım olmadığını, ülkemle organik bağımın kalmadığı gibi İngiltere ya da Amerika’ya da tam ait olamadığımı ürpererek hatırlarım; içinde büyüdüğüm dünyanın, bugün içinde yaşadığım dünya ve bunların ikisi arasındaki dünyanın gitgide tamamen farklı dünyalara dönüştüğünü hissederim. Ne zaman genç dostlarımla I. Dünya Savaşı öncesine ait öyküler hakkında sohbet etsem, bana hâlâ olağan gerçekler gibi gelen şeylerin, onlar için tarih ya da hayal edilmez şeyler olduğunu sordukları sorulardan anlar ve şaşırırım. İçimdeki gizli bir duygu da içten içe onlara hak verir: çünkü bugünümüz, dünümüz ve ondan önceki günümüz arasındaki tüm köprüler yıkıldı. Şahsen ben, o tek ve hiç kuşkusuz son derece rahatsız ve tehlikeli varlığın dar mekânına sıkıştırdığımız onca değişik ve farklı olayı düşündükçe şaşırmadan edemiyorum, hele ki onları atalarımızın yaşadıklarıyla karşılaştırınca −babam veya dedem ne gördü ki? Her biri tekdüze bir hayat sürdü. Baştan sona yükselişi, düşüşü, sarsıntısı ve tehlikesi olmayan bir hayat sürdü, ufak tefek gerginlikleri, fark edilmeyecek derecede az geçişleri olan bir hayat; zamanın dalgalarının onları beşikten mezara taşıdığı aynı tempoda, huzurlu ve sakin bir hayat. Onlar hep aynı ülkede, aynı kentte, hattâ neredeyse hep aynı evde yaşadılar ve dış dünyada olan olayları sadece gazetelerde okudular, burunlarının dibinde yaşamadılar. Onların yaşadığı dönemde de dünyanın bir yerlerinde savaşlar olurdu, ama bugünkü savaşlarla karşılaştırıldığında bunlar küçük çatışmalardı, üstelik de sınırların çok ötesinde cereyan ederdi, top sesleri duyulmaz, en fazla da altı ay sonra biter, unutulur ve tarihin sararan yapraklarından biri haline gelirdi, onlar da gene eski yaşamlarına aynen devam ederlerdi. Bizler ise tekrarı olmayan şeyler yaşadık, geçmişten hiçbir şey kalmadı, hiçbir şey geri gelmedi; geçmişte tarihin her bir ülkeye, her bir yüzyıla gıdım gıdım verdiği her şeyi fazlasıyla yaşamak zorunda kaldık. Bir nesil çok çok bir devrim görmüştür, bir başka nesil bir darbe yaşamıştır, bir diğeri bir savaş, bir başkası açlık, bir diğeri ülkesindeki ekonomik çöküşü ve Tanrı’nın kayırdığı bazı şanslı ülkeler ve nesiller ise bunların hiçbirini yaşamamıştır. Bugün altmış yaşında olan ve önünde yaşayacak çok az zamanı kalan bizler ise o kadar çok şey gördük, geçirdik ve yaşadık ki! Bizler, akla gelebilecek tüm felaketlerin koca bir katalogunu baştan sona kat ettik (ve hâlâ son sayfaya gelemedik bile). Ben, insanlığın gördüğü her iki büyük dünya savaşının tanığıyım, hattâ onları farklı cephelerde, birini Alman cephesinde, diğerini Almanlara karşı cephede yaşamış biriyim. Savaş öncesinde bireysel özgürlüğün en yüksek basamağına çıktım ve onun her biçimini yaşadım, ama savaş sonrasında özgürlüğün, insanlığın yüzyıllardır hiç görmediği ve yaşamadığı kadar dibe vurduğuna tanık oldum. Saygı gördüm, aşağılandım, özgürlüğü yaşadım, tutsaklığı tattım, zengin oldum, yoksul düştüm. Apokalips’in dört soluk atlısı hayatımdan dolu dizgin geçti; devrim ve açlık, devalüasyon ve terör, salgın ve sürgün; büyük yığın ideolojilerinin büyüdüğüne ve yayıldığına tanık oldum, İtalya’da Faşizmi, Almanya’da Nazizmi, Rusya’da Bolşevizmi ve Avrupa kültürümüzün açtığı çiçekleri zehirleyen, solduran Nasyonalizm denen o vebayı gördüm. İnsanlığın, anti-hümanizmin bilinçli ve programlı dogmalarıyla ortaya çıkan ve çoktan unutulduğu sanılan barbarlığın kucağına atılışına, düşüşüne çaresizce tanıklık ettim. Son elli neslin yüzyıllardır görmediği ve gelecekteki nesillerin de katlanmak zorunda kalmayacağını umut ettiğim, ilân edilmeden, birdenbire patlak veren savaşlar, toplama kampları, işkenceler, kitle soygunları, savunmasız kentlerin bombardımana tutulması gibi tüm vahşilikleri yaşamak zorunda kaldık. Ancak tüm bu olanlara inat, o dönemde dünyamızı ahlâki açıdan bin yıl geriye götürmüş aynı insanların, teknik açıdan ve düşünce alanında atağa kalkarak milyonlarca yılda elde edilen başarıları bir çırpıda geçtiklerine de tanık oldum: uçaklarla göğün fethi, söylenen bir sözün aynı anda dünyanın her yanına ulaşması ve bu şekilde zaman ve mekân sınırlarının aşılması, atomun parça­lanması, en gizemli hastalıkların çaresinin bulunması, daha dün imkânsız gibi görünen şeylerin bugün mümkün hale gelmesi gibi. Günümüz insanı bir yandan bugüne kadar görülmemiş şekilde şeytani davranırken, öte yandan ancak Tanrı’nın başarabileceği işler başarmıştır.

İşte ben bizlerin yaşadığı bu gerilimli, dramatik sürprizlerle do­lu hayatı belgelemeyi bir görev saydım, çünkü −tekrar ediyo­rum− her birimiz bu korkunç değişimlerin tanığı idik, daha doğ­rusu hepimiz tanık olmak zorunda kaldık. Bizim neslimizin kaçma olanağı yoktu, bir önceki nesil gibi olayların dışında kal­mamız imkânsızdı; gelişen teknik bizleri her şeyden ânında haberdar ediyor ve olayların içine çekiyordu. Şanghay’ da evleri yerle bir eden bombalardan, daha yaralılar evlerinden çıkarılmadan bizler Avrupa’da, oturduğumuz yerde haberdar oluyorduk. Denizin binlerce mil ötesinde yaşananlar sanki gözümüzün önünde olup bitiyordu. Sürekli her şeyden haberdar olmaktan, olaylara dâhil edilmekten kaçamıyorduk. Sığınabileceğimiz bir ülke, satın alabileceğimiz bir huzur yoktu; nerede olursak olalım, kaderin elinden kurtulamıyor ve onun bitmek bilmez oyununa dâhil ediliyorduk.

Devletin taleplerine sürekli boyun eğmek, en aptalca politikaların ganimeti olmak, en olmaz değişimlere ayak uydurmak zorundaydık ve ne kadar karşı koyarsak koyalım, hepimiz ortak bir yazgıyla zincire vurulmuştuk ve bu her birimizi karşı ko­nulmaz bir şekilde kendine çekiyordu. O dönemi yaşamış, daha doğrusu o dönemi soluk soluğa, nefes almadan geçirmiş bir kimse, atalarından herhangi birinin yaşadığından çok daha fazla tarihe tanıklık etmiştir. Bugün de aynı şekilde bir dönüm noktasındayız, bir sonuç ve yeni bir başlangıç çizgisindeyiz. Bu nedenle geçmişe bakıp yaşamımı belli bir tarihte geçici olarak sonlandırmamın bir amacı var. Çünkü 1939 yılının Eylülü, bugün altmış yaşında olan bizlerin yetiştiği ve eğitildiği bir dönemi tamamen bitirmiştir. Ancak bizler, parçalandığına tanık olduğumuz o sistemin içinde gerçeğin bir parçasını sonraki kuşaklara aktarabilirsek, bütün bunları boşuna anlatmamış olacağız.

Bu anılarımı yazmaya çalışırken bana uygun gelmeyen, ama dönemimiz için karakteristik olan koşulların bilincindeyim. Anılarımı savaşın ortasında, yabancı ellerde ve hafızamı canlandıracak en küçük bir yardım olmaksızın yazıyorum. Otel odamda elimin altında tek bir kitabım, tek bir notum ve dostlarımdan tek bir mektup yok. Hiçbir yerden bilgi alma imkânım yok, çünkü tüm dünyada ülkeler arasındaki posta ile­tişimi kesik ya da sansüre takılıyor. Hepimiz vapurun, trenin, uçağın ya da postanın icat edilmediği yüzyıllar öncesinde olduğu gibi birbirimizden habersiz yaşıyoruz. Tüm geçmişim hakkında sahip olduğum tek şey, hafızamda kalanlar. Bunun dışındaki her şey, şu an için ulaşılmaz ya da kayıp. Ama bizim neslimiz kaybının arkasından gözyaşı akıtmama gibi bir sanatı da çok iyi öğrenmişti, kim bilir belki de bu, kitabım için belgeleri ve ayrıntıları kaybetmem bir kazanç olacak. Çünkü bence hafızamız bazı anıları rastlantısal kaydeden, bazı anıları ise rastlantısal kaybeden bir şey değildir, tam tersine onları bilinçli bir şekilde düzenleyen ve bilgece ayıklayan bir güce sahiptir. Hayatımıza dair unuttuğumuz her şey, aslında içimizdeki bir dürtüyle çoktan unutulmaya mahkûm olmuştur. Ancak unutmak istemediğimiz şeyleri başkalarının da bilmeye hakkı vardır. İşte bu nedenle benim yerime siz konuşun, siz seçin ey anılar, karanlığın derinliklerine gömülmeden hiç olmazsa bir ayna tutun yaşamıma.

 

 

Stefan Zweig

1881 yılında Viyana’da doğdu. Babası varlıklı bir sanayiciydi. Avusturya, Fran­sa ve Almanya’da öğrenim gördü. Savaş karşıtı kişiliğiyle dikkat çekti. 1919-1934 yılları arasında Salzburg’da yaşadı, Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg’u terk etmek zorunda kaldı. 1938’de İngiltere’ye, 1939’da New York’a gitti, birkaç ay sonra da Brezilya’ya yerleşti. Önceleri Verlaine, Baudelaire ve Verhaeren çevirileriyle tanındı, ilk şiirlerini ise 1901 yılında ya­yımladı. Çok sayıda deneme, öykü, uzun öykünün yanısıra büyük bir ustalık­la kaleme aldığı yaşamöyküleriyle de ünlüdür. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu yoğun ilgi, Zweig’ın derin karakter incelemelerinde ken­di­sini gösterir. Özellikle tarihsel karakterler üzerine yazdığı yorumlar ve ya­şamöyküleri, psikolojik çözümlemeler bakımından son derece zengindir. Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü siyasi durum yüzünden insanlığın geleceği ko­nusunda umutsuzluğa düşerek 1942 yılında karısıyla birlikte intihar etti.

Gülperi Sert

1959’da İskenderun’da doğdu. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğ­­rafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nı bitirdi. Yurti­çi ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde görev yaptıktan sonra, 1998’de Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Mütercim-Tercümanlık Bö­lümü’nü kurdu. Halen aynı fakültede Mütercim-Tercümanlık Bölüm Baş­kanlığı’nı ve Almanca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanlı­ğı’nı eşzamanlı olarak yürütmektedir. Friedrich Nietzsche, Franz Kafka, Ste­fan Zweig gibi yazarların yapıtlarını dilimize kazandırmıştır.