Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar
- 170,00 TL
-
119,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Jean Wahl ve Alexandre Kojève ile birlikte, Fransa'da Hegel'in felsefesinin yayılmasını ve uzun denebilecek bir süre boyunca düşünce dünyasına hükmetmesini sağlamış olan 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden biridir Jean Hyppolite. Onu bu derece önemli kılan, Hegel'in Fenomenoloji'sini 1946 yılında Fransızcaya çevirmiş olmasının yanı sıra, Hegel çalışmaları açısından halen vazgeçilmez bir nitelik taşıyan 1947 yılında yayımladığı Genèse et structure de la Phénoménologie de l'esprit de Hegel başlıklı çalışmasıdır.
Başyapıtı olan Kapital'de kendisini açıkça Hegel'in öğrencisi olarak ilân eden ve düşünceleriyle neredeyse yüz elli yıldır dünyayı hem düşünsel anlamda hem de pratik anlamda son derece etkilemiş bir düşünür olan Marx'ın eserlerinin kaynakları, felsefeyle ilişkisi hâlen önemli bir tartışma konusudur. Bu türden tartışmaların gelip dayandığı asıl nokta da Hegel'in felsefesidir, Marx'ın Hegel'le olan ilişkisidir. Jean Hyppolite, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar'da (1955), Hegel'in felsefesindeki Marksizme kaynaklık etmiş olabilecek öğeleri, Marx'ın olgunluk dönemi eserlerinin ardında yatan felsefi varsayımları, Marx'ın Hegel eleştirisinin içerimlerini ve bu eleştirilerde haklı olup olmadığını ve ayrıca hem Hegel'in hem de Marx'ın düşüncesinin varoluşçu felsefe içinde değerlendirilebilecek yönlerini tartışmaya açıyor.
Hyppolite'in eseri, bu anlamda, Herbert Marcuse'nin Us ve Devrim'i (1941) ve Georg Lukacs'ın Genç Hegel'inin (1948) yanında Marx ve Hegel ilişkisine dair üçüncü büyük ana kaynak olarak görülebilir. “Hegel'in Fenomenoloji'sini okumuş olmadan Kapital'i okumak kaçınılmaz bir şekilde bir dizi yanlış yoruma götürecektir.” Hyppolite'in, Marx'ın Hegel'le olan ilişkisine dair söyledikleri halen üzerinde düşünülmeye değer ve Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar bu anlamda hem Hegel'in hem de Marx'ın düşüncelerini kavramak açısından önemli bir başvuru kaynağı sunuyor.
- Yazar: Jean Hyppolite
- Kitabın Başlığı: Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar
- Orijinal Başlık: Studies on Hegel and Marx
- Çeviren: Doğan Barış Kılınç [İngilizce]
- Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Mr. Z & Z
- Tasarım Uygulama: Aziz Tuna
- Kapak Resmi: Marx ve Hegel
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 53; Felsefe- 18
- Basım Bilgileri: 3. Basım / Haziran 2016 [1. Basım / Temmuz 2010]
- Sayfa Sayısı: 231
- ISBN: 978-975-8717-58-3
- Boyutları: 14 x 21
Fransa’da Hegel
İngilizce Baskıya Önsöz
Sunuş: İnsansal Tarih Olarak Tarih Üzerine Hegel ve
Marx
Bölüm I
Hegel’de Yaşam Kavramı ve Varoluş
I. Hegel’in Jena Felsefesinde Yaşam
Kavramı ve Yaşam Bilinci
Bilinç
ve Yaşam
Yaşam,
Sonsuzluk, İlişki
Yaşamın
Diyalektiği ve Canlı Fail
Yaşam
Bilinci ve Tarih olarak Tin
II. Hegelci Fenomenolojide Varoluş
Kavramı
Bölüm II
Hegel’de Tarih Kavramı
I. Hegel’in Fenomenoloji’sinde
Fransız Devrimi’nin Önemi
Hegel’in
Fenomenoloji Öncesi Görüşleri
Fransız
Devrimi’nin Arka Planı
“Soylu
Bilinç”in Feodalizmden Devrime Evrimi
Devrim-Öncesi
Toplumun Mizacı: Dağılmış Bilinç
Aydınlanmanın
Mücadelesi
Mutlak
Özgürlük
II. Yabancılaşma ve Nesnelleşme: G.
Lukács’ın Genç Hegel’i Üzerine Bir Yorum
Felsefe
ve Politik İktisat
Yabancılaşma,
Dışsallaşma ve Nesnelleşme
Yabancılaşma
ve Tarihin Sonu
Bölüm III
Marksizm ve Felsefe
I. Marx ve Felsefe
Marx’ın Erken Dönem Gelişiminin Sonraki Sistemini Anlamak
Açısından Önemi
İnsanın Yabancılaşması Problemi
İnsanın Devlette Toplumsal ve İktisadi Yabancılaşması
II. Marx’ın Hegelci Devlet
Kavramını Eleştirisi
Hegelci
Devlet
Marksist
Eleştiri
III. Marx’ın Kapital’inin Yapısı ve
Felsefî Önvarsayımları Üzerine
İlk
Felsefî Etkiler: Hegel ve Darwin
Yabancılaşma
Kavramı
Emek-Değer Kuramının Felsefî ve Sosyolojik Doğası
Artı-Değer Kuramının Tarihsel Doğası
Sermaye ve Tarih Felsefesi
Bölüm
IV
Hakikat ile Varoluş Arasındaki İlişki Sorunu
I. Hegelci
Fenomenolojide İnsansal Durum
Eylem ve Edimin Akılcılığı
Doğayla İlişkisinde Beşeri Durum
Arzu: Spinozacılık ve Hegelcilik
Hakikat ve Varoluş
II. Hegel’in
Mantık’ı Üzerine
Genel Mantık Kavrayışı
Mantığın Genel Şeması
Kaynakça
İngilizce Baskıya Önsöz
1907 yılında, İtalyan filozof Benedetto Croce “What Is Living and
What Is Dead in the Philosophy of Hegel” [“Hegel’in Felsefesinde Diri Olan ve
Ölü Olan”] başlıklı bir deneme yayımladı. Hegel’in (Avrupa’da Fransa dışında
her yerde muazzam olan) etkisinin ve mirasından geriye neyin kalabildiğinin
nihai bir hesabını verme vakti gelmiş gibi görünüyordu. Croce, Hegelci bir
rönesansı öngöremedi; Hegel’in, tuhaf bir paradoksla, ataları Hegelci sistemin
eleştirmenleri olmuş olan varoluşçu akım ile ilişkilendirileceğini tahmin
edemedi. Hem Kierkegaard hem de Marx, konumlarını Hegelciliğe karşıtlık içinde
belirlemişti. Hegel’in mutlak idealizmi, hükmünü verdiği tarihi aşıyor ve tüm
geçmiş felsefeleri aynı derecede engin ve geniş bir sistemde birleştiriyordu.
Ama bu sistem içinde, bireysel düşünür ve tarihsel birey ortadan kaybolmuştu.
Onlar, Mutlağın ilerleyen gerçekleşmesini temsil eden devasa bir tarih içindeki
yitip giden uğraklardı. İnsanın bireysel hedefleri ve somut tasarıları tamamen
yok sayılmamıştı; onlar, kendi gerçekliğini somutlaştırmak için onları kullanan
aklın bir hilesi yoluyla yargılanmış ve soğrulmuş uğraklar olarak
tanınıyorlardı. İnsanın özgürlüğü, onun maceraları, tehlikeleri,
başarısızlıkları ya da kısmi başarıları hep bu teodiseye bir katkıydı.
Fakat anlamı belirsiz olan ve
tehlikeler ne kadar hesaplanırsa hesaplansın mutlak bir güvenceden yoksun olan
bir tarihe adanmış durumdaki insanın varoluş haklarını, özgürlüğünü korumaya
çalışan, Fransa’da, Avrupa’da ve hattâ Amerika’da, kökenlerinin genellikle
Kierkegaard’da ve kimi zaman da Marx’ta olduğunu kabul eden felsefi bir hareket
ortaya çıktı. Bu hareketle ilişkilendirilen Fransa’daki isimler Sartre ve
Merleau-Ponty’dir; bu hareket, Marksizm düşmanı da değildir. Marksizmden aldığı
şey sadece, somut tarihsel koşulların çözümlenmesi, insansal varoluşun iktisadî
temelleri üzerine düşünme ve özellikle de insanlığın, proletaryanın kendi
tarihsel yabancılaşmasını aşması yoluyla kurtuluşunun zorunluluğudur. Bu
dönemlerde, Hegel ve Marx’ın erken dönem eserleri keşfedildi. Hegelci sistemin Teolojik
Yazılar’dan (çok sorunlu bir başlık) 1807 yılındaki Tinin Fenomenolojisi’ne
kadarki oluşumu ve Marx ve Engels’in diyalektik materyalizminin Hegel’in
Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nden, 1844 İktisat ve Felsefe
Elyazmaları aracılığıyla, 1859’daki Politik İktisadın Eleştirisi’ne
(Kapital’in tohumu) dek kökenleri tüm bir kuşak için hakiki bir esin sağladı.
Hegel, sistemini geliştirmeden önce, Kierkegaard ya da Feuerbach’taki konuları
andıran mutsuz dinsel ve tarihsel bir bilinç betimlemişti.
Jean Wahl 1929’da The Unhappy
Consciousness in the Philosophy of Hegel’i [Hegel’in Felsefesinde Mutsuz
Bilinç] yayımladı. Elinizdeki kitabın yazarı, Tinin Fenomenolojisi’ni
Fransızcaya ilk defa çevirdi ve onun insansal tinin destanını Dante’nin İlahi
Komedya’sının dünyevi bir yinelenişi olarak betimleyişi üzerine tarihsel
bir yorumlamaya girişti. Bu eser varoluşu yutuyor gibi görünen bir mutlak
bilgide doruğuna ulaşmasına karşın, bilincin yolculuğundaki somut ayrıntı ve
sapmalarından ötürü değerinden bir şey kaybetmez. O, bireysel bilincin doğayla
ve özellikle de başka bireysel bilinçlerle arasındaki ilişkileri açığa çıkarır.
[Fenomenoloji], tanınma için ölümüne bir mücadele, Clausewitz’de olduğu
gibi, uç sınır olarak kavranan mutlak bir savaş içindeki bireylerin karşı
karşıya gelişinin oluşturduğu bir tarihin somut temellerine dair bir çıkarımdan
çok bir betimleme sunar. Aslında, böyle bir mücadele insansal tarihi bir
çıkmaza götürecektir; savaş, savaşacak kimse olmayacağından sona ermek zorunda
kalacaktır. Tanınmanın, başlangıçta, karşılıklı olmaması bu nedenledir;
efendiler ve köleler vardır, ama çalışan köle, olumsuzluğunu ölümün hiçliği
yoluyla değil de kalıcı bir üründe edimselleştirdiğinden efendisine hükmederek
son bulur. Ürün, gereç, alet, makine, hattâ her araç özsel bir amaç haline
gelir. Tarih her birinin ve herkesin eseridir; kendi görünüş ve tasarımını
dinde, sanatta ve nihayetinde bir gün felsefede sunar. Ama trajedi öğesi
ortadan kaybolmaz; eyleyen bilinç ile kontemplatif bilinç arasındaki ilişkide
varlığını sürdürür. Hegel bu fenomenolojide, Marx’ın da görmüş olduğu
gibi, insansal durumun temel özelliklerinden kimilerini, özellikle de insanın
kendi çalışma ve varoluş koşulları yoluyla yabancılaşmasını, tam bir aslına
uygunlukla betimliyordu. Marx’ın İktisat ve Felsefe Elyazmaları, Tinin
Fenomenolojisi üzerine bir yorumdan başka bir şey değildir.
Kojève’in Introduction to the
Reading of Hegel’i, 1930’larda verdiği, o dönem son derece etkili olan
derslerini içerir. Kojève, aslına sadık bir okumanın ötesine geçerek, Hegel’in
ateizminden ve Hegel’in o dönemde (1807) Fransız Devrimi’nin gerçekleşmesi
olarak gördüğü Napoléon İmparatorluğuna dair yorumundan söz eder.
Hegel’in ve Marx’ın ilk dönem
yazılarının keşfedilmesi, Batı Avrupalı düşünürlerin, Hegel’in Fenomenoloji’sinin
ve Marx’ın tarihsel materyalizminin anlamını, sistematik Ansiklopedi’nin
ve Engels’in şematik diyalektiğinden hareketle değil de başka açılardan
anlamalarını olanaklı kıldı. Bu, Hegel ve Marx arasındaki ilişki sorununu canlı
bir şekilde gündeme getirmemizi sağladı. Hegelci Tinin monizminin Marx’ın
materyalist monizmine diyalektik çevrilmesine dair aşırı derecede basit yorum
gözden geçirilebildi. Şimdi ilgimizin merkezinde olan konu, yabancılaşma ve
yabancılaşmanın fethidir. Aslında bu, Marx’ın erken dönem eserlerinin esin
kaynağıydı. Ama bir gel-git söz konusudur ve varoluşçu kuşağı izleyen kuşak,
Marx’ın Kapital’inde ve Hegel’in Mantık’ında başat olan yapıya
dair büyük problemleri de önemsiyor. Ayrıca, Doğu Avrupalı yorumcuları yakından
ilgilendiren bu konu üzerine son çözümlemeler, Hegel ve Marx arasındaki ilişki
sorununu şimdiye kadar yapılmış olandan farklı bir şekilde ortaya koymamıza
olanak tanıyor gibi görünüyor.
Genç Hegel ve Marx’ın izlediği
yolları keşfettikten sonra, şimdilerde bu keşif yolculuklarının sonuçları
üzerine ve onların olgunluk dönemlerinin büyük eserleri, yani Hegel’in Mantık’ı
ve Marx’ın Kapital’i (1859 Politik İktisadın Eleştirisi’ndeki çok
önemli ilk evresiyle birlikte), üzerine kafa yoruyoruz. Varoluşçuluk akımı
şimdi, (sonsuza dek yerinden edilen) özcülüğün değil, yapısalcılığın yükselişi
önünde eğiliyor. Hegel’in Mantık’ının ve Marx’ın Kapital’inin
yapısalcı özelliklerine dair bu yaklaşımın şimdilik çok az örneği bulunmaktadır;
bu nedenle, bize göre meseleyi oldukça açık bir şekilde ifade eden Louis
Althusser’in La Pensée’de yayımlanmış olan iki denemesine dikkat
çekeceğiz. Marx’ın diyalektik kavrayışı, insansal toplum ve sermaye çözümlemesindeki
edimsel rolünü hesaba katarsak, Hegel’inkiyle aynı değildir. Aynı yöntemi,
sadece diğerinin tersi olan bir sisteme uygulama durumu söz konusu değildir.
Hegel gerçekten bir idealist ve monisttir. Ona göre, tek bir ilke, sonuçta
kendisiyle yeniden bütünleşmek üzere kendi-bölünmesini ve kendi-karşıtını
deneyimleyen (Lenin’in, haklı olarak, Hegel üzerine notlarında anlaşılması güç
olarak gördüğü bir süreç) bölünmez genetik bir bütünlük vardır. Bu, kendisini
yeniden ele geçirmek için kendisine yabancılaşan ve kendi fenomeni olan bir mutlak
özneyi gerektirir. Tin kendisini yitirir ve kendisini bulur. Mutlak tinin
yolculuğu öyle bir yolculuktur ki, o yola çıktığı anda daha şimdiden kendisine
geri dönmüştür. Burada karşı karşıya olduğumuz şey, bir teolojidir ve
Doğu Avrupalı yorumcular, Hegel’in mutlak tini yerine maddeyi koydukları ve
kendisini olumsuzlayan ve olumsuzlamanın olumsuzlamasında kendisini yeniden ele
geçiren Bir’in diyalektiğini elden bırakmadıkları sürece onlar da Hegel gibi teologdurlar.
Onlar, Hegel’de, Marx’ın reddetmek mecburiyetinde hissettiği şeyi muhafaza ederler.
Onlar, teolojik metafiziğe benzer bir dogmatizm içinde yerlerini
sağlamlaştırırlar.
Hegel’de ve hattâ onun Mantık’ında
takdiri hak eden şey, onun özellikle Öz öğretisindeki bu monizme sadâkatsizliğidir.
Orada, özsel olanın ve özsel-olmayanın birbirinde yansıdığı, başat bir
çelişkinin varoluşsal koşullarının çelişkinin kendisi içinde bir öğe olduğu
yapıları betimler. Marx’ta, sürekli bir diyalektik gelişmeyi izleyebilecek
herhangi bir mutlak özne, Madde veya Tin, diye bir sorun asla yoktur. Önceden-varolan
somut yapılardan başka bir şey asla sözkonusu değildir. Bölünmez genetik bir
Bütünlük değil, birçok bütünlük vardır; örneğin, kapitalist aşamadaki insansal
toplum. Bu bütünlükler, özler değildir; L. Althusser’in göstermiş olduğu gibi,
örneğin, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki başat çelişkinin onun
varoluşsal koşullarına yansıdığı, bundan böyle altyapılarına rastgele bir
şekilde bağlanan olumsal üstyapılar olmayan yapılardır. Başat çelişki çeşitli
görünümlere girebilir ve çeşitli görünümlerde görünebilir (Marx, onlardaki
açıklamanın basitleştirici olmaktan uzak olduğu, Fransa’daki sınıf mücadeleleri
ve III. Napoléon’un ortaya çıkışı üzerine yazdıklarından da rahatlıkla görülebileceği
gibi, tarihin bu karakteristik özelliklerine karşı duyarsız değildi). Yapı,
eşsiz bir öznenin değil, Hegel’in tinsel ilkesinden oldukça farklı bir türdeki
kökensel bir bütünün, bir bütünlüğün görünüşüdür. Gelişme, ister antagonizmanın
henüz sadece bir fark olduğu aşamalarda, isterse de onun açık bir mücadele
olarak veya Bütünlüğü bir mutasyon içinde içeren bir patlama olarak göründüğü
aşamalarda olsun, onun bütünlüğünün içerisinde gerçekleşir. Eğer Lenin’in,
Hegel’in Mantık’ı üzerine olan hatırı sayılır yorumuna yeniden
dönülseydi, onun, örneğin, doğal bir gelişme ile tinsel bir gelişme arasındaki
ilişkiyi gösterdiğinde ya da genel bir imge içinde, Öz mantığıyla ilişkili
olarak, bir ırmaktaki her damlanın konum ve hareketinin önemi üzerinde ısrar
ettiği yerde, bu düzenin kavramları yeniden keşfedilebilirdi.
Batılı öğrenciler, dikkatlerini
yapıya –ve stratejiye– dair bu incelemelere verdiklerinden, Hegel-Marx
akrabalığı üzerine Doğu Avrupalı yorumcularla belki de daha yakın bir ilişki
içindedirler. Gelgelelim, bir noktada mesafelerini korurlar. Onlar, Engels’in
Marksist olmaktan çok Hegelci olan diyalektik şemacılığını, monizm ve
determinizmini reddederler. Marksizmi bir bilim haline getiren ve kuşkusuz
Marx’ın kendi düşüncesine karşılık gelen bu yapı –ve strateji– incelemelerinin,
gençlik itkilerini ve yabancılaşma üzerine varoluşçu derin-düşünmeyi aradan
çıkardıklarında bize eksik olarak göründüğünü de ekleyebiliriz. Gerçekten de,
yabancılaşmanın farkındalığıyla ve onu aşma kararlılığıyla varoluş içinde
durulaştırılmasaydı, tarihin anlamı ve devrimci hareketin yeri ne olurdu?
Jean-Paul Sartre, kendi-için’in nasıl kendinde’den ya da bilince öncel bir
varoluştan doğabildiğini sorabilir. Paris Komünü esnasında devrimin vakitsiz ve
etkisiz olduğunu düşünmüş olan Marx, devrim patlak verdiğinde derhal onun
yanında yer almış ve onda yeni bir devrimci geleneğin temelini görebilmişti.
Bizim için, Hegel ve Marx arasındaki ilişki üzerine düşünmenin evrensel bir
değeri vardır. O, sadece tarihsel bir miras değildir. O, her zaman yeniden ele
alınabilecek ve tarihteki herhangi bir zamanda diri anlamı kazanabilecek bir
sorunu içerir.
Jean Hyppolite
Jean Hyppolite (1907-1968)
1907 yılında Jonzac’ta doğdu. Ecole Normale Supérieure’de Jean-Paul Sartre, Raymond Aron ve Maurice Merleau-Ponty gibi isimlerle birlikte eğitim gördü. 1929 yılında yoğun bir biçimde Hegel okumalarına başladı. Almancayı Hegel’ in Tinin Fenomenoloji’sini okurken öğrendi ve bu eseri 1939-1941 yıllarında Fransızcaya çevirdi. Daha sonra kitap olarak yayımlanacak ve Hegel çalışmaları açısından vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olacak olan doktora tezi de Hegel’in bu eseri üzerineydi: Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nin Oluşum ve Yapısı. 1945-1949 yıllarında Strasbourg Üniversitesinde, 1949-1954 yıllarında Sorbonne Üniversitesinde profesör olarak ders verdi. 1954’ten 1963’e kadar ise Ecole Normale Supérieure’ün müdürü olarak görev yaptı ve 1963’ten Paris’te 1968 yılındaki ölümüne kadar da Collège de France’da bu görevi sürdürdü. Daha çok Hegel yorumcusu olarak ün kazanmış ve Hegel’in felsefesinin Fransa’da canlanmasında önemli bir rol oynamış olan Hyppolite pek çok ünlü Fransız entelektüelinin hocası olmuştu. Bunlar arasında Michael Foucault, Jacques Derrida ve Gilles Deleuze sayılabilir. Mantık ve Varoluş (1953) ve Hegel’in Tarih Felsefesine Giriş (1948), Hyppolite’in diğer önemli eserlerindendir.