İstanbul'da Rock Hayatı
- 195,00 TL
-
136,50 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
90’lı yıllarda İstanbul’da, bir dönemin ruhu ve heyecanı, farklı yaşam biçimi ve kültürüyle belleklerde iz bırakmıştır. Kadıköy (Akmar Pasajı), Beyoğlu ve Bakırköy’de “yeni sosyallik” arayışının gözde mekânlarında kümelenen gençler, aykırı sayılabilecek bir “duygu dünyası”nı temsil ediyorlardı. Giyimleri, beğenileri ve tercihleri genel kalıpların dışındaydı ve aileleri tarafından her zaman kabul görmüyorlardı. Ancak onlar için kendi ikonlarının, sembollerin ve isimlerin peşinden gitmek daha önemliydi; müzik gruplarının son kasetleri, posterler, siyah kıyafetler, dar jeanler ve t-shirt’ler ilk sırada geliyordu. Ve tüm kısıtlı imkânlara rağmen bunları edinebiliyorlardı. Rock, Punk, Heavy Metal, Thrash, Death, Grunge vb. gruplara dâhil olan bu gençler, katı bir sistemin içinde kendi ütopyalarını ve yaşam alanlarını yaratmışlardı. Stüdyo İmge, Rock Dünyası, Rock Kazanı, Laneth, Çalıntı, Garaj vb. çıkardıkları dergilerde, bu altkültürün zengin ve marjinal yansımaları fazlasıyla görülür. İstanbul’daki gençler, kendilerine özgü muhalif bir tarz oluştururken aynı zamanda parçalı bir toplumda, kendi etik ve estetik değerlerini de ortaya koymuşlardı. Kitap bir dönemi okumak adına bu alanda yapılmış ilk sosyolojik çalışma özelliğinin yanında içeriden bir bakışla ve “gençlerle” yapılan sansürsüz söyleşilerle 90’lı yılların rüzgârını doğrudan günümüze taşımaktadır.
- Yazarlar: Ali Akay - Derya Fırat - Mehmet Kutlukan - Pınar Göktürk
- Kitabın Başlığı: İstanbul'da Rock Hayatı
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 312; Sosyoloji Dizisi - 47
- Basım Bilgileri: 2. Basım: Ağustos 2021 (1. Basım: Bağlam Yayıncılık 1995)
- Sayfa Sayısı: 262
- ISBN: 978-625-7030-67-0
- Boyutları: 13,5 x 21
İkinci Basıma Önsöz
Ali Akay
Bugüne Doğru Rock’tan Rap’e
Giriş ve Anketler Üzerine: Şizo-Anket
İstanbul’da Rock-Bar Hayatına Bir Bakış
Derya Fırat
Fanzinden Dergiciliğe: Rock Müzik Dergileri
Stüdyo İmge Dergisi
Laneth
Rock Dünyası
Rock Kazanı
Çalıntı
Rock! ve Rock Dergileri
Garaj
Modern Rock Postası: Mr. P
Mehmet Kutlukan
Megapollerin Özürlü Çocukları
Popüler Kültüre Yöneliş
Röportajlar
Punk
Heavy Metal
Thrash
Death
Pınar Göktürk
“Anti-Moda” Grunge ve İstanbul’daki Tezahürü
Markalar ve Grunge
Röportajlar
Grungelar Üzerine
Değişen Müzikal İlişkiler ve İstanbul’da “Rock Müzisyeni Olma” Konumu
Türk Rock Grupları Üzerine
İkinci Basıma Önsöz
1993 ve 1995 yılları arasındaki zaman birimiyle sınırlı olan ve
İstanbul’u, oluşmakta olan bir megalopol olarak düşünen bir dönemde üç
öğrencimle bu çalışma içine girdim. Çarpıcı olan Beyoğlu’nun değişimiydi.
1990’da hareketlenme başladı. İki sene gibi kısa bir zaman içinde İstiklal
Caddesi, karanlık halinden dönüşüp kıpırdanarak kalabalıklaşmaya başladı.
Modernleşmekteydi cadde. Cadde-i Kebir diye de adlandırılmaktaydı. “Büyük”
anlamında kullanılan bu cadde, karanlığı terk eden yeni sosyal ve siyasi rejimi
öngörmekteydi. İstanbul hayali, nerdeyse sayıklanacak bir şekilde büyümeye ve
megalopol olmaya doğru ilk adımlarını atmaktaydı. Öğrencilerim de bu değişimi
gözlemlemekteydiler. Bu değişimi analiz etmek üzere bir çalışma grubu
oluşturduk. Bu alanda yeri olan arkadaşlarıyla birlikte üçü de değişimi temsil
ediyorlardı. Aktördüler, bir anlamda “değişimin aktörleriydiler”. Lambalar önce
Taksim Meydanı’ndan Galatasaray Meydanı’na doğru aydınlanmaya başladı. Bu
tarafta yoğunlaşmaya başlayanlar İstiklal Caddesi’nin yarısını kat edip geriye
dönüyorlardı. Eskiden kalma dükkân olarak ne varsa onlar vardı. Ağa Camii
Sokağı’nda geleneksel Türk yemekleri yapan lokantaların (Hacı Baba gibi) hâlâ
müşterisi vardı; ama akşamları daha tenhaydı her şeye rağmen. Bugün artık
bulunmayan lokantalar o günün sanat âleminin yemek sofralarını
donatmaktaydılar. Beyoğlu büyük caddesi, mağazaları, oyuncakçı dükkânlarıyla
1970’li yılların bilhassa ikinci yarısında başlayan şiddet olayları ile yok
olmaya doğru gitmiş ve aradan geçen on beş sene gibi bir zaman zarfında tekrar
hayat bulmaya başlayan bir yer olmaya başlamıştı. Sanatçılardı en çok buraya
gelen ve buradan geçen; atölyeler tutulmaya başlandı karanlık sokaklarda. Bu
güzel mahallenin tarihî apartmanlarının eskiliği dert edilmemekteydi. Bu bohem
yaşam, arzulanan ve beklenen bir şeydi. Beklenen bu güzelliklerin yeniden
canlanmasıydı. Badana ve boyayla parasız ve karanlık İstanbul enerjisini
toplarlamaya başlamıştı. 1990’ların başında yeni bir dünya ortaya çıkmaktaydı.
Umut dolu, özgürlük hayalinde, duvarların yıkıldığı, milli değerlerin daha
kozmopolit olduğu eski İstanbul’a göz kırpmak istemekteydi. Modern ve çağdaş
bir şehrin görüntüsünün arzusunda olan bir gençlik, bu caddede toplanmaya ve
dolaşmaya, takılmaya başlamıştı. 1980’lerin kahvesi olmayan bir Türkiye’den
yurtdışından taşınmış Nescafe’lerin kahvelerinden espresso içilmeye
başlanacak olan Fransız Paris kahvelerine doğru bir gidişat, 19. yüzyılın
sonunda ve 20. yüzyılın başında yaşanan Beyoğlu’nu geriye çağırmaktaydı.
Pera’nın kapısı kapanmıştı, ama gene açılmak onun tarihine yeniden canlanacak
olan eskiyi yeniden modernlik ve hattâ belki de o günün moda deyimiyle
postmodernlik esintilerine doğru taşımaktaydı. Nostaljik değildi bu; ama
yeniden canlanmanın enerjisini yaşamaktaydı şehir. Beklenenden daha kuvvetli
bir şekilde esecek kozmopolit rüzgâr kendini göstermeye başlamak için karanlık
perdesini üzerinden atmaya başlamıştı. Sevginin kol gezdiği bir cadde aynı
zamanda sosyal bilimler için söz konusu edebileceğimiz sevgiyle işlenmiş bir
yönteme de yol açmaya başlamak üzere hazırlanmaktaydı. Sosyal bilim soğuk
özne-nesne veya konu analizi şeklinde ele alınmaktan başka bir bakışa doğru
yönelecekti bu tarihlerde. Grubun içinde, sosyallik analizi yapılmakta artık.
Söyleşinin tarzı soğuk ve mesafeli olmaktan çok, yakınlaşarak gerçekleşmekte.
Karşılıklılık ilkesi üzerinden söyleşmek. Bunun için de dostluk politikaları,
dost-düşman ayırımı üzerine kurulu olanı geride bırakarak beraber yaşama
imkânlarını aramaktaydı. Cumhuriyeti demokrasiye döndürmek isteyen (Fransız
modelinden Anglosakson modeline geçmeye çalışan) beraber yaşamak üzere “sınıf
savaşlarının” veya “ideolojik savaşların” ötesine geçmek isteyen kültürleşmeye
doğru gitmekte olan bir siyasi ve kültürel hava İstanbul’da hissedilmeye
başlamıştı.
Önce gözlemlerden yola çıkan, sonra da analiz
olarak “sosyallikler analizi” deneyimini pratik etmek üzere İstanbul’da ve
bilhassa Beyoğlu’nun Taksim ve Galatasaray arasındaki bir kesiminde, ara
sokaklarda açılmaya başlayan ve bu yıllarda sıklaşan Rock barlar, beni “yeni
sosyallikleri” olarak adlandırdığım toplumsal alanın “ayrışık birlikteliğinde”
duran küçük cemaatin (grubun veya sosyalliğin) üzerine eğilmeye itti. Özellikle
bu konu üzerine eğilmeye başlamıştım. Beraber çalışacağım üç öğrencimi Rock
hayatının içinden geldiklerinden dolayı tercih ettim. Son olarak Ömer Madra’nın
oğlu olarak tanıdığım ve Rock hayatı içinde kendi yerini edinmiş olan Ege
Madra’ya sorduğum soruların cevabını, Ege o günkü koşullara göre verdi. Bugün, konuştuğumuz
mekânların yerinde artık yeller esmektedir. Kentsel dönüşüm ve restorasyon
heyecanı iyi veya kötü bir şekilde şehri esir almış vaziyette. Buna bir de
pandemiyi eklediğimizde gece hayatı can çekişmekte. O günlerde ise bu şehir,
enerjisini yeni toplamaya başlayan atılımıyla canlanmaktaydı.
Ve neticede; gelişen Rock hayatının en
başından, o tarihlerdeki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji
Bölümü’nde okuyan üç lisans öğrencisiyle bu konuyu çalışmaya karar verdim.
Bilhassa ikisinin söz konusu Rock gruplarından, “küçük sosyalliğin” içinden
geldiğini görmem üzerine onlarla bu konu için konuşmaya başladım. Mehmet
Kutlukan (bugün farklı bir sektörde çalışmakta) bizim bölümde, Sosyoloji
Bölümü’nde Antalya’dan İstanbul’a okumaya gelmişti. Pınar Göktürk entelektüel
ve siyasi bir aileden geliyordu. Derya Fırat ise entelektüel bir ortamdan
gelmekteydi ve o gerçekten daha teorik bir şekilde Rock dergilerine bakmaya ve
ampirik deneyi anlatmaya çalışan araştırmacı olacaktı (Zaten sonunda içlerinde
bir tek o doktorasını tamamlayıp hoca olma yolunu seçti ve Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim
üyeliği yapmakta). Pınar Göktürk (o da hocalık yaptı; onunki Yoga hocalığı oldu
ve bunu başarıyla sürdürmekte) eski öğrencimin kendisi, nişanlısı ve kız
kardeşi Deniz Göktürk (Mimar Sinan Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü’nde
okumaktaydı) Rock grupları içindeydiler ve bilhassa o sıralarda grunge
olarak adlandırılan bir grup gencin içindeydiler. Bunlar Marksist anlamda artı-değer
yaratmaktan çok “artıkları” yemeyi tercih eden bir görüşe sahip gençlerdi. Bir
anlamda tüketim toplumunun normlarında yaşamayı ve herkesin sahip olmak istediği
bir meslek grubuna dâhil olmayı reddetmekteydiler.
Bilhassa o dönemde Nirvana adlı grubun ve Kurt
Cobain’in tarzı onlara yakın gelmekteydi. Yüksek dozda uyuşturucu alarak
intihar eden Cobain’in 1994 yılında ölümü bu gruptakileri sarsmıştı: “Sevgi,
empati ve barış” mesajları veren bu genç büyük müzisyenin kendisini tüketim
normlarına ve eğlence toplumunun Show business hareketinin hızına bırakmamaya
gayret etmesi, bir anlamda 1968 ruhunun tekrar geri gelebileceğinin habercisi
olmaktaydı. Orada kaldı. Ölmeden evvel Kurt Cobain’in bıraktığı son mektup
“hâlâ kendisini çocuksu gören bir ahmağın ağzından konuşmaktaydı”. Nirvana
grubu özgürlüğü benimseyen bir gruptu. Cobain, heyecan alamayan ve yaratısının
durmaya başladığını düşünen bir sanatçı olarak yazıyordu bu son mektubu.
Işıklar altında bir idol olmaktan etkilenmediğini söylemekteydi. “Eğlenmeden
eğleniyormuş gibi yapmanın” sahtekârlığına kendisini teslim etmektense, yok
olmayı yeğleyen bir tarz vardı bu tonda. Yaratıcı kişinin, bir sanatçının bir
iş yerinde çalışır gibi çalışmak zorunda kalmasından şikâyetçiydi.
Preker (eğreti) de olsa veya olmasa da, sanatçı
kendi sanatını yaparak yaşayacaktı; sadece para kazanmak için veya ailesine
bakmak için değil (bugün sanat dünyasında bu lafları sarf edenler var), zamanın
ve iş dünyasının para ile ilişkisindeki hızının peşinde koşacak da değil. Sanatçı
olarak doğurganlık yaşayacak biri olması gerektiğini vurgulamaktaydı.
Ancak hayatının son günlerini anlatan Lars von Trier’in 2005 yılında yaptığı Last
days filminin de bize anlattığı gibi, K. Cobain, kapandığı orman evinde
menejerinden bile kaçarak izini kaybettirmeye çalıştığı bir sırada yüksek dozda
uyuşturucu aldığında (menajerleri tarafından kaçılamadığı) aslında artı-değerin
yaratıldığı “kapitalist dünyadan” kaçmaktaydı. O halde, kendisini ya
algılanamaz-oluşa sokabilecekti, kaybedecekti; o kadar ki, kendisi bile
kendisinin egosunu bulamayacaktı ya da ikinci seçenek olan kara delik ve
yıkım sürecine girecekti. Ve o ikinciyi kaçış olarak tercih etti. O dönemde,
özellikle grunge gençlik bana çok heyecan verici gelmişti: 1968 ruhu ve
Hippi hayatı başka formlarda Nietzschevari olmaya yüz tutmaktaydı. Hıristiyan
veya bütün dindar topluluklarda olduğu gibi “suçluluk duygusu” aşılması zor
gibi duruyordu herhalde? Hassasiyet samimiyeti gerektirmekteydi ve Cobain bu
arayış içinde kendi yıkım sürecini başlattı. Yakasına yapışan bu duygudan
sıyrılamadığında yıkım ve toplumla olmasa bile sanat dünyasıyla arasında oluşan
çatlak kırılmaktaydı ve sonunda kırıldı da. Umutsuzluk kapıya gelip, kapıyı
çalmıştı. Bu yıkım İstanbul grunge gençliğini de etkilemişti. Barış,
sevgi ve anlayış ile empatiyi bu gençliğe bırakmıştı.
Ancak bu kitaptaki araştırmanın da bize
gösterdiği gibi Rock sosyallik dünyası o kadar da barışçı olamamıştı; siyasi
başka duygular milliyetçi duyguları tetiklemekteydi. Ölüm savaştaki yıkıma ait
olarak girmeye başlamıştı Rock camiasına. Askere gidip vatanı için ölmeyi
tercih eden başka bir “suçluluk duygusu” ele geçirmeye başlamıştı bazı
gençleri. 1990’lı yılların ortalarında savaş korkunç hikâyelerini anlatmaktaydı
bizlere. Güneydoğu’da yaşananlar ve 1980 sonrasındaki darbe, Türkiye’nin belini
bir kere bükmüştü. Duygular ve hassasiyetler kanalize edilmeye çalışılmıştı iş
dünyasına doğru. “Özallı yıllar” olarak bilenen ve Türkiye’yi içine kapalı bir
toplum tarzından dışa açılan bir toplum tarzına dönüştürecek “orta direk”
normlarını yerleştirmeye başlayan Neo-liberal ekonominin hızı “James Bond
çantalı” yeni iş bitiren gençleri ortaya çıkarmıştı. Bunlar, açılan ve bilhassa
o zamanki deyişle radyolarda “konuşan Türkiye’nin” serbest ekonomi adındaki yeni
özel radyolarını ve televizyonlarını ilk gören nesildiler. Bunlarla büyümeye
zorlanmışlardı. Ama Rock gençlik belki de bu gidişat içinde açılan bir yarık
gibi durmaktaydı. Bilhassa Rock ve Grunge olarak yaşamayı tercih
edeceklerin “duygu dünyası”, verili olan sisteme karşı çıkıcıydı, özgürlükleri
savunmaktaydı. Bir bakıma belki de 2013’te “Gezi direnişi” olarak adlandırılan
grupların içindekiler bu hassasiyetlerden gelmekte ve tüketim toplumunun
markalarına ve doğal hayatın yıkımına direnmekteydiler. Bu hayat tarzının
tersine AVM’lerden alışveriş yapmak istemiyorlardı ve bilhassa 1993-95
yıllarında marka giymekten hoşlanan “Tiki gençliğine” eleştirel bir bakışla
bakıyorlardı. 1980’li yılların arabesk müzik koşullarının kodlarına karşı
“Pop-Rock-Punk” çizgisinin sertliğini tercih etmekteydiler.
Bu nesil gençlik, 1993-95 yılları arasında Rock
hayatında bir “marjinal fayda” sağlamaya çalışmışlardı; ama tüketim toplumu
normları onları yakalamakta ve her yersizyurtsuzlaşmayı yerineyurduna
itmekteydi. İş hayatı (gerçek ilkesi) aşk hayatına (Eros ve zevk ilkesi) tercih
edilmekteydi. 1968’in “Savaşma Seviş” sloganı bize artık “Savaş ve Ez”
sloganına doğru dönüşmeye başlamıştı. O günkü Türkiye’nin “arabesk burjuvazisi”
zamanla gitgide daha lümpen ve de bilhassa daha avam hale gelmeye başladı
sonunda.
1993-95 sürecinde Türkiye ve bilhassa İstanbul
bugüne hazırlanmaya başlamıştı bile (aşırı tüketim, yıkım ve yeniden inşaat ve
harç dünyası). Kurt Cobain ve Jimmy Hendrix, Freddie Mercury (efsanevi Queen
grubu), Janis Joplin, Jim Morrison arkada kalmışlardı. 1980’lerdeki Avrupa’nın
son soğuk savaş yıllarında, savaşa karşı, nükleer karşıtı yürüyüşler
yerlerini “muhafazakâr gençliğin” yeni kodlarına terk etmeye başladı. Bu soru
belki de bugünkü parçalanmış toplumsalın ana akım hareketini ortaya
çıkarmaktaydı. Neo-liberal ve muhafazakâr olan kodlar toplumu zapturapt altına
alamadığında daha baskıcı ve normatif yaşamları kabul ettirmeye
çalışmakta değil midir? Daha baskıcı ve daha dikte eden kodlar ve politikalar
ortaya çıkmaktadır artık. Ne de olsa Sosyoloji bir “ulus-devlet” bilimidir.
Durkheim’ın 1913-14’teki derslerinde (Sosyoloji ve Pragmatizm) Kartezyen Fransa
ruhuna Anglosakson pragmatizminin geçmesine karşı canhıraş bir mücadele vermesi
ve de 1915’te Almanya üzerine yazdıkları (Her Şeyin Üstünde Almanya) metinleri,
kurumsal olarak sosyolojinin bir “ulus-devlet bilimi” olduğunu göstermektedir.
Yeni sosyallikler bu homojen toplumun kodlarının silinmesiyle başlamış olmasına
rağmen, özellikle Rock sosyal alanına baktığımızda 1995 yılındaki haliyle
“muhafazakâr ve dinî duyguların” hâkim olmaya başladığı bir gençliğin oluştuğu
düşüncesini biraz da garipseyerek izlemekteydik hep beraber.
Bana kalırsa, bu araştırma alanımızın en dikkat
çekici bir şekilde bugüne bağlanan çizgisi, bu “muhafazakâr ve dindar
hassasiyetlerin” görünür bir şekilde Rock gençliğine de sirayet ettiğini
göstermesidir.
Ali Akay
23 Nisan 2016 – Mart 2021,
İstanbul
Ali Akay
Paris’te 1976-1990 yılları arasında
Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi okudu. 1986 yılında “Türklerde Devletçi İktidarın
Oluşumu” adlı
doktora tezini savundu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesidir. Sergi
küratörlüğü yapmaktadır.
Sanat, sosyoloji ve çağdaş sanatı
birleştiren yazılar
ve kitaplar yazmaktadır. Paris VIII, İNHA Üniversitelerinde Paris’te, Humboldt
Üniversitesi’nde Berlin’de dersler vermiştir.
2017 yılında Columbia
Universitesi’nde (New York) davetli profesör olarak görev almış, 2018’de Paris’te EAC’de sanat sosyolojisi
dersleri vermiştir. Paris Jeu de Paume
Müzesi’nde 2009-2010 yılı boyunca seminerler yapmıştır. Toplumbilim (1992-2011)
ve Plato Çağdaş Sanat Dergisi (2005-2007) dergilerinin
kurucusudur. Son olarak da Teorik Bakış dergisinin kurucusudur. Yazıları ve ortak yazarlı kitapları
birçok dilde yayımlanmıştır.