• Aydınlanma Nedir?

Aydınlanma Nedir?

  • 190,00 TL
  • 133,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

Aydınlanma sorusu Kant’ın sorduğu ve cevap aradığı bir konudur. Michel Foucault derslerinde ve birçok yerde yaptığı konuşmalarda Kant’ın sorusuna değinmektedir. Burada ele alınan “Aydınlanma nedir?” sorusu bu çerçeve içinde oluşmuştur. Bir yandan disiplin toplumu üzerine düşünmekte, diğer yandan ise “doğruyu söyleme” cesaretini birlikte ele almaktadır. Foucault bunu “hakikat oyunları” olarak adlandırmaktaydı. Bu adlandırma Foucault’nun kavramsallaştırdığı bu bakıştır. Bir bakıma, içinde yaşadığımız toplumların ana sorunlarından biri haline gelmektedir: Adalet ile hukuk ve gerçek arasındaki ilişkinin ve sıkı bağın, bugünkü toplumda çözülmeye başladığını izlemek bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’nun henüz 1980’li yılların ilk yarısında düşündüğü bu durum, bir yandan “kendini tanıma” diğer yandan ise “kendiliğin endişesi” olarak birbirlerinden ayrılmaktadır. Foucault, Sokratesçi “kendini tanıma” düşüncesinden Eski Yunan ve Roma toplumlarında gitgide yeni bir bakış olarak “kendiliğin endişesinin” oluşmaya başladığını birçok kez vurgulamıştır. Bu geçiş, aynı zamanda, toplumsal olarak politika ile profesyonel alana ait bir politika arasındaki ayırımda görünürlük kazanmaktadır. Kant’ın sorusu, “Aydınlanma nedir?”, hem egemenlik hem de cesaret ile buluştuğunda parrhesia ile birleşmektedir: Doğruyu söylemek veya başka türlü bir şekilde formüle edersek, doğru bildiğini söylemek.


  • Yazar: Ali Akay
  • Kitabın Başlığı: Aydınlanma Nedir?
  • Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 313; Felsefe Dizisi - 83
  • Basım Bilgileri: 1. Basım: Ağustos 2021
  • Sayfa Sayısı: 275
  • ISBN: 978-625-7030-66-3
  • Boyutları: 13,5 x 21

Önsöz


I. Bölüm: Aydınlanma Nedir?

I. Mettray Toplumu

II. Bir Tutum Olarak Modernlik

III. Söyleme Cesareti

IV. Minörlük ve Tembellik

V. Devrimler Meşru mudur?

VI. Devrim Nedir? Devrimciler Kimlerdir?

VII. Saf Mutluluk


II. Bölüm: Minör Edebiyat Üzerine

VIII. Minör Edebiyat

IX. Kafka Üzerine

X. Derrida ve Kafka

XI. Tembellik Haktır

XII. Tembellik Arzusu

XIII. Yabanların Minörlüğü

XIV. Minörlükte Oluş

Dizin

Önsöz


Aydınlanma sorusu Kant’ın sorduğu ve cevap aradığı bir konudur. Michel Foucault birkaç dersinde olduğu gibi, birçok yerde yaptığı konuşmalarda Kant’ın sorusuna değinmektedir. Burada ele aldığımız “Aydınlanma nedir?” sorusu üzerinden meydana gelen kitap da bu çerçeve içinde oluşmuştur. Bir yandan disiplin toplumu üzerine düşünmekte, diğer yandan ise “doğruyu söyleme” cesaretini birlikte ele almaktadır. Foucault bunu “hakikat oyunları” olarak adlandırmaktaydı Bu adlandırma Foucault’nun kavramsallaştırdığı bu bakıştır. Bir bakıma, içinde yaşadığımız toplumların ana sorunsallarından biri haline gelmektedir: Adalet ile hukuk ve gerçek arasındaki ilişkinin ve sıkı bağın, bugünkü toplumda çözülmeye başladığını izlemek bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’nun henüz 1980’li yılların ilk yarısında düşündüğü bu durum, bir yandan “kendini tanıma” diğer yandan ise “kendiliğin endişesi” olarak birbirlerinden ayrılmaktadır. Foucault, Sokratesçi “kendini tanıma” düşüncesinden Eski Yunan ve Roma toplumlarında gitgide yeni bir bakış olarak “kendiliğin endişesinin” oluşmaya başladığını birçok kez vurgulamıştır. Bu geçiş, aynı zamanda, toplumsal olarak politika ile profesyonel alana ait bir politika arasındaki ayırımda görünürlük kazanmaktadır. Bir anlamda Foucault, eleştiriler çeken “İran Devrimi” üzerine kaleme aldıklarından sonra ve “kendiliğin endişesinin” ehemmiyetini görmesiyle birlikte, özneleşme sorusuna tekrar geri dönerek, endişenin tekilliğine bakmaya başlamıştır. Daha sonra Hıristiyanlık ile birlikte başka bir boyuta taşınacak olan “kendinin endişesi” sorunu, daha çok itiraf mekanizmasıyla bağlandığında, endişenin bedenler üzerindeki etkisi psikiyatrik boyuta taşınmaya başlamıştır.

Kant’ın sorusu, “Aydınlanma nedir?”, hem egemenlik hem de cesaret ile buluştuğunda parrhesia ile birleşmektedir: Doğruyu söylemek veya başka türlü bir şekilde formüle edersek, doğru bildiğini söylemek. Burada doğru olanın, hakikat sorunu ile kesiştiği görülür: Aletheia. İkiz çift olarak işleyen bu kavram, bellek ile alâkalı bir şekilde anlam kazanmış bir kelimedir. Unutma ve hatırlama ikilisi üzerinden gelişen bu çift, aynı zamanda hatırlananın hakikat oluşturduğu iddiasına yaslanmaktadır. Mademki hatırlanan gerçektir; o halde eski Yunan’da iki türlü hatırlama vardır: Birisi tanrılara doğru giden şekliyle başkalarının ağzından başka ağızlara anlatılan kahramanlık anlatıları; diğeri ise doğrudan tanrılardan gelen kuvvetle, iki savaşçıdan hangisinin talihinin güçlü olduğunu seçen dinî kudretin getirdiği hakikattir. İşte bu iki form yan yana işlemektedir.

Eski Yunan mitolojileri ve toplumları üzerine çalışan Marcel Detienne, “Hakikat Ustaları” olarak adlandırabileceğimiz çalışmasında, aydınlanan bir laikleşme söyleminin nasıl dinî-mitolojik bir anlatıdan rasyonel ve laik bir anlatıya doğru evrildiğini göstermiştir. Bu anlatıya göre, hakikatin oluşması eski Yunan toplumlarında (Atina ve Isparta) aletheiadan doxaya geçişte oluşmuştur. Aletheia ile başlayan dinî-mitolojik dil anlatısı daha sonra şair Simonides ile birlikte doxa oluşturmaya doğru bir dönüşüm geçirmiştir. Apaté kamuoyu anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Simonides’in şiiri ise krallara adanan ve onlara methiye döşeyen bir şiir tipinden Polis’e, şehre önem veren ve kamuoyunu canlandıran bir şairin anlatısına dönüşmüştür. Gerçek bundan böyle tanrıların belirlediği ve şairlerin de buna göre yazdıkları bir hakikat olmaktan çok, değişkenliğe açık olan bir kamuoyu ile özdeşleşmeye başlamıştır.

Burada şiir, bir bakıma, resim ile kıyaslanmaya başlanmış ve göz yanıltıcısı olan resim gibi şiirin sözleri de göz boyayan bir anlatıya doğru süzülmüştür. MÖ 556 yılında doğmuş olan şair Simonides şiirsel dönüşümü yaşatan kişi olarak anılmaktadır. Sanatın öneminin yeni bir kavram olan Apaté’nin kurulmasında başrolü oynaması olduğu ileri sürülmektedir. Her şeyden önce Simonides şiirden bir meslek yaratmıştır. Para kazanarak şiiriyle yaşayan ilk şair olarak kabul edilmektedir. Pindaros, eleştiriyle birlikte “satılan şiirden” söz etmiştir. Eski çağlarda tanrıların peri kızları olarak anılan Musalar şarkılarla hakikati anlatmaktayken, Simonides ile birlikte anlatı, para eden bir meslek olarak sekülerleşmiş, laikleşmiştir. Şairin açgözlülüğü olarak anılan bu geçiş, Detienne tarafından aslında bir laikleşme sürecinde sözün hakikat taşıyıcısı olarak demokratikleşmeyle ilgilidir. Simonides’in meşhur sözü tarihe mâl olmuştur: “Pentür sessiz bir şiirdir, şiir ise konuşan bir pentürdür.” Para karşılığında dizeler yazan Simonides ile birlikte şiir, hakikat ile ilişkisini zamansal bir ilişkiye doğru çevirerek, kamuoyunun oluşmasında bir hakikat söylemine doğru yön vermiştir. Pentürün ve şiirin ortaya koyduğu kaliteye “metis” adı verilmektedir; yani burada kurnazca akıl yürütme söz konusudur. Bu da bir meslek olarak yaşatılmaya başlanmıştır. Düşünce ve şiirin bir meslek erbabına ait olmaya başlamasıyla birlikte Tanrı bağışı olan kabiliyet, bir bellek tekniği haline gelmeye başlar; sanatkâr ise tanrıların elini kullanan bir yetenek veya dâhi olmaktan çıkarak tekniğini üreten bir sanatçı haline gelmeye başlar. Bu sanat, kamuoyunu yaratacak olan, bellek tazeleyen ve tarihi bize hatırlatan bir anlatıcı (historien) olmaya başlar. Bu bakımdan, anlam ile hakikat arasında kurulan bir denklemde demokratik olan, sözle olandan geçmektedir: şiir, sözle gerçeği sunan bir meslek olarak düşünülür. Resim ve şiir, canlandıran anlatılar ve imgeler kuran sanatların başında gelmeye başlamıştır. Bu keşfi yapan Simonides ile birlikte MÖ 7. yüzyılda Dissoi logos Yunan toplumunun kavramı olmaya başlar: Bu, en iyi ifadesiyle “göz yanıltma” (trompe l’œil) sanatı olarak adlandırılır. Söz ve akıl ile birlikte kullanılan kelimeler ve şeyler, sözle anlatılanlar ile imgeyle anlatılanlar arasındaki analoji; heterojenliğin başladığı bir söylem içine oturtulmaya başlanır. Bu aynı zamanda Gorgias’ın, Platon’un metnindeki iddiasına yaslanmaktadır. Simonides’in “Tesaliyenleri neden kandıramıyorsun?” sorusuna verdiği cevap meşhurdur: “O kadar aptallar ki buna bile kanmıyorlar!” Bu dönemde Simonides’in şiiri yanıltıcı bir söz olarak düşünülmektedir. Ama aynı zamanda şiirsel söz, hakikatin imgesi gibi da ele alınmaktadır. Bu çağda, heykel artık imgedir, ama dinî bir işaret değildir ve şiirsel bir imge hakikati taşımaya başlayacak olan bir sözdür ve de laikleşmiştir. Karanlıkta kaldığı düşünülen unutulanlar, şiir sayesinde hatırlandığında, bazı Yunan tarihçilerinin de yazdığı gibi, başka bir “Aydınlanma” ortaya çıkmıştır. Bu Aydınlanma aynı zamanda doğruyu söylemek, hakikati yanıltıcı yollardan da olsa ortaya koymak ve bunu kamuya açıklamakla görevli olan şiir sayesinde gerçekleşmektedir. Şair ise düşünür olarak imge ile gerçek arasında hakikati aramaktadır, bir sanatkârdır ve teknik bir adam haline gelmektedir. Artık bir Apaté ustası şair Simonides, Aletheia ile başlayan ve Musaların söylediği şarkılarda bellekte kalan hakikati değiştirerek bir söz haline getiren bir şair olarak anılmaktadır. Yeni teknik, artık bir mnémotechnie olarak adlandırılmaktadır: bellek saklama sanatıdır. Geçmişte görünmeyenleri dinî ve mitolojik bir şekilde açıklayan şarkılara nazaran Simonides’in bellek tekniği, sadece bir teknik olarak öğrenilen ve uygulanan bir meslek haline geldiğinde Aydınlanmanın bir parçası olarak ele alınmaya başlamıştır. Şiirin laikleşmesi olarak adlandırılan bu geçiş, doxayı laik bir ortamda kamuya açık hale getirmiştir. Burada Kant’ın andığı publication kelimesine rastlamaktayız: Yani (kamuya reklâm etmek anlamında) bilginin bellekten süzülerek geldiği hakikat, kamunun gerçeği haline geldiğinde, tanrıların gerçeğinden, insanların değişken ve zamana göre esneyen kamuoyu kavramına geçmiş oluruz. Bu da “Aydınlanma nedir?” metninde, Kant’tan Foucault’nun 1980’li yıllarına ve günümüze gelmiş olan bir teorik bakışla kendisini ortaya koymaktadır. Bugün adalet ve hakikat sorusu etik bir soru olarak ahlâki değerlere veya kadim alışkanlıkların büyük ideallerine değil, yapılmakta olan küçük icatlarla ve keşiflerle, değişmekte olan minör geçişlere doğru açılan bir düşüncenin içinde hareket etmeye doğru bizleri taşımaktadır. Bu çizgi bizleri; görünür olup da algılanmayanı, derinlerde saklı olanları, mitolojik ve dinî alandan çıkarmayı değil de yüzeyde duran ama henüz fark edilmemiş olan minör görüntüleri saklı alanından çıkarmaya doğru sürüklemektedir.

Bu derslerin hazırlanmasında emeği geçen ve her hafta derslerde hazır bulunan, bu dersleri kayda geçiren ve çözen öğ­rencim Özgecan Büyüker ve Elif Yiğit’in yardımlarından dolayı kendilerine teşekkür borçlu olduğumu söylemeliyim. Ay­rıca Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde Sosyoloji Bölümü içinde yaptığım bu dersleri senelerce izleyen ve her sene yeni bir ders yapmakta beni teşvik eden öğrencilerime de büyük bir teşekkür borçluyum. Bu dersin son okumaları için öğrencilerim Berfin Atlı’ya da teşekkür ederim. Akademik dünyada önsözlerde genelde akademik personele, bölümde çalışan diğer akademisyenlere, konuyla ilgili arkadaşlara ve uzmanlara teşekkür edilmektedir. Ben bu dersleri yaparken en çok teşvik gördüğüm kişilerin öğrencilerim ve artık bunların arasından meslektaşlarım olduğunu belirtmek isterim. Gilles Deleuze bir yazısında neden patolojik hastalıklara hep doktorların adları verilir de asıl vakaları yaşayan hastaların adı verilmez diye sormaktaydı. Ben de burada geleneksel üniversite ortamlarında kurumlara, meslektaşlara teşekkür edilmesinin yanısıra –ki bu zaten yanlış bir şey asla değildir ve benim tarafımdan da yanlış olarak kabul edilmemektedir– yıllar boyunca mütemadiyen aynı adlı derse, aynı saatte gelen ve dinleyip bana sorular soran ve sorularıyla beni başka yerlere doğru taşıyan ve en az benim kadar aynı konuları derste düşünerek mütalaalarda bulunan öğrencilerimi ön plana almayı tercih ederek teşekkürlerimi onlara doğru yöneltiyorum.

Ali Akay
15 Mayıs 2017

 

Ali Akay

Paris’te 1976-1990 yılları arasında Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi okudu. 1986 yılında “Türklerde Devletçi İktidarın Oluşumu” adlı  doktora te­zi­ni sa­vundu.  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi  Sosyoloji Bölü­mün­­de öğ­retim üyesidir. Sergi küratörlüğü yapmaktadır. Sanat, sosyoloji ve çağ­daş sanatı birleştiren yazılar ve kitaplar yazmaktadır. Paris VIII, İNHA Üni­versitelerinde Paris’te, Humboldt Üniversitesi’nde Berlin’de dersler vermiştir. 2017 yılında Columbia Universitesi’nde (New York) davetli profesör olarak görev almış, 2018’de Paris’te EAC’de sanat sosyo­lojisi dersleri vermiştir. Paris Jeu de Paume Müzesi’nde 2009-2010 yılı boyunca seminerler yapmıştır. Toplumbilim (1992-2011) ve Plato Çağdaş Sa­nat Dergisi (2005-2007) dergilerinin kurucusudur. Son olarak da Teorik Bakış dergisinin kurucusudur. Yazıları  ve ortak yazarlı kitapla­rı birçok dil­­de yayımlanmıştır.