Kapitalizm ve Pop Kültür adlı çalışma yazarın Armağan ve Minör Politika kitaplarının bir devamı niteliğinde. Armağan kapitalizmin işsizlik krizine yeni çıkış yollarını gösterirken, Minör Politika ise, bu noktadan itibaren meselenin toplumsal yönüne politik bir bakış açısı sunmaktaydı. Bu kitap ise, toplumlardaki ekonomik çelişkileri sergilerken, kapitalizmin kültürel açıdan popüler kültür alanına yaslandığını iddia ediyor. Kapitalizmin işleyişi bakımından Pop Art’ın modernliği ile Rönesans’ın geç dönemi arasında paralellik kuruyor. Kültürel alanının belirleyiciliğini irdeleyerek, devlet ve savaş makinesi arasındaki ilişki üzerinde duruyor. Batı kapitalizminin Doğu’yu ekonomik ve kültürel olarak tahakküm altına aldığı 19. yüzyıldan 20. yüzyıla batılı, doğulu veya güneyli toplumlardaki sosyal ilişkilerin direnme modellerini sorguluyor, aralarındaki yakınlıklar üzerine eğiliyor.
Kapitalizm ve Pop Kültür Fourrier’den Proudhon’a ve Marx’a onların yeni bir okumasını yapan ve günümüz toplumsallığını ele alan Derrida, Deleuze, Guattari, Hardt ve Negri gibi isimlerle birlikte Said sonrası postkolonyal söylemi de tartışıyor.
- Yazar: Ali Akay
- Kitabın Başlığı: Kapitalizm ve Pop Kültür
- Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 314; Sosyoloji Dizisi - 48
- Basım Bilgileri: 2. Basım: Ağustos 2021 (1. Basım: Bağlam Yayıncılık 2002)
- Sayfa Sayısı: 226
- ISBN: 978-625-7030-68-7
- Boyutları: 13,5 x 21
İkinci Basıma Önsöz
Önsöz
I. Bölüm
Bilgi ve Popüler Kültür
Bilgi Nedir?
Oryantalizm ve Karşı-Oryantalizm
Hâkimiyetten Meşruluğa
Tutku
Bilgi ve Egemenlik
Georges Dumézil ve İki Kutuplu İdeoloji
Kimler Postmodern?
Kültürün Modernleşmesi
Yüksek Kültür
Pop ve Kitsch Kültür
Arabesk Kültür
Yersizyurtsuzlaşmış Sermaye
Kodsuzlaşan Kapitalizm
II. Bölüm
Anti-Oidipus
Soy Zinciri: Aşkın,
Tanrısal İlişki
Anti-Üretim
Arzunun Politikası: Saray
Aşkı
Ortaçağ’da Aşk Yalnızlığı
Ensest Yasağı
Saray Aşkı ve Dante
Dante’nin Modernliği
Dante’nin Mizah Duygusu
Savaş Makinesi
Despotik Politik Düzenleme
Popüler Kültüre Baskı
Savaş Makinesi
İki Başlı Egemenlik
Clastres’ın Yapısalcılığı
Moler Moleküler
Aksiyomatik Dönüşüm
Popüler Kültür:
Totaliter Yapılar
İmparatorluk Dönemi
Pop Kültür
İkinci Batılılaşma: Marx’ın Hayaletleri
İkinci Basıma Önsöz
Global Tarihten Bakmak
14. yüzyıl ortalarında İtalya’da başlayan ve
15. yüzyılda görsel sanatlara sirayet eden Rönesans, Avrupa dünyasında, önce
bütün Avrupa’ya sonra da diğer coğrafyalara yayıldı. Bu anlamda, aynı
yüzyıldaki İtalyan Rönesansı zihinsel ve sanatsal değişimin başladığı bir yer
ve zaman olarak ele alınmıştır. Rönesans Avrupası Gotik Çağ’ın bittiği ve
Tanrıya doğru uzanan bir mimarinin yükseldiği Ortaçağ mimarisinin bitişine
tekabül etmektedir. Bu süreç İtalya’da Buona maniere moderna adını alır.
Rönesans üzerine kitabında, sanat tarihçi Panofsky’ye göre “Türkler
İstanbul’u 1453’te fethetmeselerdi bile, hiçbir zaman Rönesans’a ulaşamayacak
olan Bizans’ı Roma’dan ayıran şey, Gotik mimarinin eksikliğidir.” İlk olarak
Korolenjler zamanında başlayan bu hareketin, Charlemagne’ın döneminde (İngiliz
Alcuin’in danışmanlığında politik ve eklezyastik yönetimdeki reformlar
sırasında) Karolenj renovatio imperi romani’si olarak adlandırıldığını
öğreniyoruz. Sanatsal anlamda da, “Roma’ya dönüş” teması oryantal motiflerin
kullanılmasıyla birlikte ele alınmıştır. Yenilik bu iki karışımın birleşmesinde
geliştirilmiştir: Doğu ve Batı sentezi. 15. yüzyılda ise İtalya’da sanat hem
antiklerden, hem Doğu’dan (Kudüs’ün yeniden gündeme gelmesi), hem de
Kuzeylilerden radikal bir biçimde uzaklaşmıştır. Bu mutasyon kendi içinde
gelişen bir evrimden çıkışla kendini ifade etmektedir. Asıl olarak hem âni hem
de sürecek olan bir değişimin oluşumuna Rönesans adı verilmektedir. Yeni bir pentür
üslubu ile modeline tıpkı benzeyen bir resim biçimidir bu (Leonardo).
Öncelikle kuzeyde (Hollanda) başlayan hareket, 1415’teki Azincourt Savaşı’ndan
hemen sonra İtalya’yı etkilemiştir. Flemalle’ın, Rogier van der Weyden’in ve
Jan Van Eyck’ın geliştirdiği Ars nova yani resme ve heykele neredeyse
canlı olabilecek kadar gerçek plastik bir kuvvet (altın gerçek altına
benzemeliydi) veren bu üslup, böylece, İtalya’da kendisini göstermiştir.
Akıma, perspektifin buluşunda etkili olan Brunelleschi buona moderna adını
vermiştir. Modernliğin kendisini görünür kılması bir kopuş etkisi olarak ortaya
çıkmıştır. Mimari bir perspektif kuralından yola çıkan Alberti sayesinde,
perspektif kuralları “pencereden bakışa” çevrildiğinde, Donatello da Masscio da
bu yeni sanata doğru eğilmesini bilmiştir.
Ve bu anlamda bilimsel yaklaşım, büyüsel olanın
geride kalması, Aydınlanmaya doğru yol açılması, insan-merkezli bir bakışın
geliştirilmesi ve de Eski Yunan felsefesine bir dönüş, “yeniden doğuş” olarak
adlandırılmaktadır. Bu bakış, Aydınlanmacı bir Rönesans anlayışının temelini
oluşturmakta ve bu hareketi Reform ve Devrim kavramlarıyla bütünleştirmektedir.
Her bakımdan üç şehir ve üç sanatçıyla öne çıkan bir bakış hâkim olmuştur.
Floransa, Roma ve Venedik: Bu üç şehirde eser bırakansa sanatçılar, şehirlerine
göre sırasıyla Leonardo da Vinci, Michelangelo, Giorgione ve Tiziano’dur. Bir
anlamda, Medici ailesinin sofrasında Alberti ve Machiavelli birlikte
oturmuştur. İkisi de sırasıyla, merkezî olan bir perspektifi ve merkezî olan
politik iktidarı (Prens) ortaya çıkaran eserlerin yaratıcısıdır. Sanat
ve politika yan yana işlemektedir daha o zamanlardan beri.
İtalyan mucizesi olarak adlandırılabilecek olan
bu dönemde (15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başı) özellikle dinî olmaktan
ayrılan, Kilisenin baskısından kurtulan bir düşünce ve sanatsal pratiğin,
insani olana doğru ilerlediği ele alınmakta ve ileri sürülmektedir. Burada
Ortaçağ bir karanlık çağ olarak adlandırılmakta ve Rönesans bunun karşısına bir
Aydınlık Çağ olarak çıkarılmaktadır. Ancak bu düşüncenin büyük bir krizi son
elli yıl gibi bir süre zarfında ortaya çıkartılmıştır. Ortaçağ felsefi
düşüncesi o kadar zengindir ki, Arap filozoflardan (İbn Rüşd, İbn Arabî gibi)
Yahudi filozoflara (en meşhuru Musa bin Meymun, Aziz Thomas’a, Nicolas de
Cues’e giden Aristoteles düşüncesi bu sayede Avrupa Rönesansı’nı hazırlamıştır.
Rönesans sadece düşüncenin aydınlığa ulaştığı
bir yüzyıl değil, aynı zamanda Batı merkezli bir sistemin, bir bakışın veya bir
sanatsal anlayışın da başlangıcıdır. Bu bakış, özellikle, sosyal bilimlerde
Hint entelektüel tarihçiler ve filozofların katkılarıyla “sömürge sonrası”
olarak adlandırılan bir bakışı gündeme taşımıştır. Hattâ o günden bugüne geçen,
bu bakışın da krize girdiği bir dönemde olduğumuz iddia edilmektedir; çünkü
Batı merkezci bakışın eleştirisi bir anlamda Batı düşmanlığına evrilmeye
başladığında, bu bakışın da eleştiriye uğraması kaçınılmazdır; çünkü bilimsel
ve sanatsal olanın tekilliği kadar kişiselliği de genel ve yerel coğrafi
bakışların çok uzağındadır. Batı edebiyatı diye bir coğrafya edebiyatı elbette
var olacaktır ama etkilerinin nerelerden geldiği de gösterilmelidir. Tıpkı Batı
felsefesi olarak adlandırılan ve Rönesans’la ilişkilendirilen Platon, bilhassa
Aristoteles düşüncesine bakışın veya daha doğrusu yeniden dönüşün faillerinin
Arap ve Yahudiler olması gerçeğindeki gibi, bir anlamda, bunlar göz ardı
edilmiş vaziyette kalmaktadır. Batı merkezli bir bakışın içinden geçen ve
tarihin global bir tarih olduğunu unutturan bu bakışın karşısına yerleşen Global
Tarih, olayları ve bireylerin hayatlarını olduğu kadar buluşların
taşınma noktalarını da kesiştirmeye başlamıştır.
Patrick Boucheron adlı Fransız tarihçinin
girişiminde gerçekleştirilen Global Tarih bakışı için, olayların, bilimsel veya
sanatsal buluşların nereden geldiği önemlidir ve bu tip bir coğrafyanın ne
doğusu vardır ne de batısı; bazen Doğu’da bazense Batı’da merkezi vardır. Bu
merkezler de ortamların oluşmasıyla gerçekleşmiştir. 15. yüzyıla dair Global
Tarih adlı kolektif eserinin (2012 yılında Pluriel Yayınları tarafından iki
cilt olarak basıldı) giriş yazısında şöyle denilmekte: 25 Mayıs 1453’te
Konstantinapol’ün gökyüzünü kalın bir sis tabakasının örttüğünü, Ayasofya’nın
ilâhi kubbesinin bu sisli havayla kaplandığını, din adamlarının büyük korkuyla
havada ne olduğunu sormaya başladıklarını ele alan bir yazı şaşırtıcı bir
yazıdır. Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in yıldızlara bakan astrologları,
işgal edilmek üzere etrafının kuşatılmış olduğu şehre bakarak, Sultana bu
savaşın kazanılacağının garantisini vermekteydiler. “Konstantinapol’ün ele
geçirileceği müjdesini daha şehrin dışında duran askerî kamptan” verdiklerini
yazar bu kitap. Hâlbuki içeride, Bizans sarayındakiler atmosfere bakarak sisten
ve yağan doludan endişe duymaktadırlar. Gökyüzünde tuhaf ışıklar oluşmaktadır.
1965 yılında Konstantinapolis Düştü 29 Mayıs 1453 adlı kitabın yazarı
Steven Runciman’ın bu atmosferden pek bir şey anlayamadığını önsözde okuruz. Bu
“tuhaf ışıkların” açıklanması çok zordur. Bugün ise Global Tarih bakışı,
bu atmosfer hareketiyle İstanbul haline gelecek şehrin düşüşü arasındaki
koşutluğu görebilmektedir. Bilim insanlarının buzlar meselesine eğilmeye
başlamalarından bu yana, iklim tarihinin bilimsel tarih anlayışının bir parçası
olmasından itibaren, bazı tarihî araştırmalar olaylardaki tarihî kesişmeleri
görmeye başlamıştır. Karotier olarak adlandırılan bir tüp ile coğrafi
bölgelerden alınan eşantiyonlar sayesinde, bu alanlarda arkeolojik kazılara
başlandı. Kataklizmik fışkırmalar sırasında havaya yayılan kükürt gazının
yukarı çıkmasıyla, Pasifik Okyanusu’nda volkan patlaması sonunda ortaya çıkmaya
başlayan hava kirliliği içinde kükürt gazının havaya yayılmasıyla oluşan
bulutların İstanbul semalarına kadar gelmesini düşünmek için disiplinlerarası
bir tarihçilik yapmak gerekecektir. Söz konusu volkan patlaması son on bin
yıldaki en kuvvetli volkan patlamasıdır ve etkisi İstanbul semalarında
görünmüştür. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
kuruluşu için bir volkan patlamasını beklemek herhalde çok tuhaf bir durumdur
ve bu kitaptaki bu satırları okuyanlar için oldukça çarpıcıdır. Patlama ile
Vanuatu takımadalarında bulunan Kuwae adası yıkılmıştır ve yerine su altında
kalan büyük bir krater bırakmıştır. Sözlü tarih araştırmalarına göre,
antropologlar da aynı olay sonrasında aktarmışlardır ki, Tongoa adası sakinleri
unutulmayan bu patlamayı kulaktan kulağa aktarmışlardır. Rivayete göre yavaş
yavaş okyanus sularının altında kalan adanın sakinleri başka bir adaya göç
etmek zorunda kalmışlardır. Antropoloji buna “rüya zamanları” adını vermiştir
(Bu açıdan Luc Besson’un son filmi, Valerian, bu tip bir “rüya zamanına”
yaslanarak bir bilimkurgu sineması gerçekleştirmiştir. Kaybolan bir adanın
sakinleri, dünya yakınlarında yeniden ortaya çıkarak eskiden kalma tek bir
hayvan sayesinde ülkelerini yeniden oluşturmaktadırlar). Karbon 14’le yapılan
bilimsel analizler sonucunda bu adadaki patlamanın 1440 yılı civarında, otuzar
senelik gelgitlerle meydana geldiği, tarihini kesin olarak belirleyebileceğimiz
ortaya çıkmıştır. Modern teknoloji bu patlama olayının tam da 15. yüzyılın
ortalarına doğru olduğunu düşünmektedir. Bu olayın sonucunda İstanbul’a kadar
taşınan sisli ve kara bulutlar, Bizanslı papazların korkusunun işaretini
oluşturmaktadır. Aynı tarihlerde, Nil nehrinin suları taşmakta ve de Moskova’da
kıtlık baş göstermektedir. Çin’de ise kırk gün boyunca yağan karlar sonucunda
Sarı nehir taşmıştır. Bu felaket de 1452’dir. Kuwae adasındaki patlama Yeni Çağı
başlatan olay olarak adlandırılmıştır 15. yüzyılın ortasında. Artık Ortaçağ’dan
çıkılmaktadır.
Ortaçağ düşüncesinden çıkış ise Rönesans’ı
ortaya çıkarmıştır; bu aynı zamanda kapitalizmin başladığı çağdır. Fernand
Braudel’in Kapitalizmin Dinamiği (1985) olarak adlandırdığı
şehir-devletlerle başlayan kapitalizm, Rönesans’ın İtalyan şehirlerinde
doğmuştur. Braudel bu kitapta bize tuhaf bir şekilde 1450 sonrasında,
Avrupa’daki nüfus artışından söz etmektedir. Kara veba sırasında kaybedilen
nüfus bu sırada eski haline gelmiştir. Şehir devletlerle birlikte paranın
şehirle birleştiği bir an olmuştur. Bu iki faktör kapitalizmin ortaya çıkışını
ateşleyen ögelerdir. Şehirlerle birlikte piyasa ekonomisi ortaya çıkmış ve
dünyasallaşmaya, uluslararası bir ticaret gelişmeye başlamıştır.
Şehirlerde yaşayan bourglulara burjuva
adı verilir. Kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki fark oluşmaya başlar.
Venedik şehri fuarlarıyla birlikte San Marco Meydanı’nda stantlar kurulur,
eğlenceler düzenlenir. Ticaretle birlikte müzik eşliğinde Venedik maskeleri
takılarak danslar edilir. Mücevherler ve kürkler fuarlarda satın alınmaya
başlanır ve kıyafetler değişime uğrar; Osmanlı modası bir ara orada baş
gösterir. Doğulu kıyafetler giyilir. Rialto Meydanı’nda ticaret kuvvetlenir.
Rönesans ve kapitalizm koşut bir şekilde gelişmektedir.
17. yüzyılda Amsterdam kapitalizmin merkezi
olur (Spinoza 1632’de burada doğmuştur. Antonio Negri’nin “Vahşi Anomali” adlı
kitabında “kapitalizm ve Spinoza” ilişkisini ele almıştır. Anomaliyi yaratan
aslında ticaret ve korsanlığın birbiriyle birlikte işlemesidir: Kapitalizm.
Leiden, Amsterdam ve Zaan’dan geçen ticaret Batı Hindistan’dan gelen ve
Kanada’dan gelen mallarla karışmaktadır. Deniz aşırı ticaretin getirdiği bolluk
ve siyasi anlamda “düşünce özgürlüğü” kapitalizmin özgürlük üzerine kurulu
sömürü sistemiyle bütünleşmiştir. Kapitalist birikim ile bilimsel ve metafizik
birikim birbirine eklemlenmiştir. Kapitalizm bir vahşi anomali yaratmıştır ve
burada Spinoza gibi özgür bir filozof ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda Londra
merkez olduğunda ise, klasik iktisatçıların peşinden giden Engels ve Marx,
sanayi toplumunun analizini Kapital adlı çalışma üzerinden yaparlar. Bu
süreçlerde kapitalizm ve eğlencenin birlikte işlediğini görmekteyiz.
Kapitalizm her zaman egemenliğini eğlence
kültürünün üzerinden oluşturmuştur. Rönesans şehirlerinin fuarlarındaki eğlence
hayatından papazların İsa’nın hayatını resmettikleri ısmarlama resimlere (Fra
Angelico) kadar popüler kültürden medet umulmaktadır. Üst Rönesans tablolarındaki
renkler neredeyse New York’ta Andy Warhol’un 20. yüzyılın ikinci yarısında pop
sanatı çıkardığında kullandığı renkleri hatırlatmaktadır. Kapitalizm kimi zaman
pop kültüre kimi zaman popüler dinî kültüre ve bazen de popülizme dayanmıştır.
Kalvinizm Reform sonrasında, Quakerlar da İngiltere’den Amerika’ya
Pennsylvania’ya göç ettiklerinde hem ticareti hem eğlence normlarını (bazen de
yasaklarla) kurmuşlardır. Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu kitabı ve
Weber’in kapitalizmin ruhu üzerine olan çalışmasında yapıldığı gibi, Quaker
göçüyle Londra ve Pennsylvania şehrindeki ceza hukuku ve kapitalizm arasındaki
ilişki ele alınmıştır.
Bu kitap, yöntem olarak Foucault’yla birlikte
bilhassa Deleuze ve Guattari’nin çalışmalarına yaslanmıştır. Kitap, Batı dünyası
ile Türkiye’deki modernlik ve postmodernlik sırasındaki kapitalizm ve popüler
kültür arasındaki ilişkileri ele almaktadır. Ekonomi ve politikanın sanatlar ve
popüler dünyayla ne kadar ilişkili olduğunu göstermek istemektedir. Kitap ilk
defa 2002 yılında yayımlanmıştı. O zamandan bugüne, bahsedilen konular hâlâ
etkin durmaktadır. Ayrıca bugüne doğru gelen bazı motifler neredeyse o
günlerden başlamıştır ve bugün artık bunlardan bazıları aktüelleşmiştir.
Öngörülerin güncelleşmesi, anlatılanların hâlâ mevcut şekilde durması ve bazı
açılardan da güncel gelişen olguların ilk adımlarının atılmış olması, Kapitalizm
ve Pop Kültür’ü güncel kılmaktadır sanıyorum. 2002’de ilk okumayı yaptıktan
sonra, yeni basım için kitabı yeniden gözden geçiren eski öğrencim Pınar Saklıyan’a
ve Doğu Batı Yayınları’na teşekkür borçluyum.
Ali Akay
14 Mart 2018
İstanbul
Önsöz
Kapitalizm ve Pop Kültür, Armağan ve Minör
Politika’yla birlikte bir üçlemenin parçası olarak ele alındı. Bu üçlü ders
dizisi, Batı’nın 1974’ten beri büyük dönüşüm sürecinde ortaya çıkan işsizlik
kriziyle birlikte başlayan ve neo-liberal ekonominin 1980’lerdeki en önemli
aktörleri olarak kabul edilen Yuppies ideolojisinin hâkimiyetinin aksine;
almayı, artığa el koymayı değil, elde olmayanı bile vermek; minörleşme
hareketinde yeraltına inmek ve aşağılık oluş; kapitalizmin Rönesans’tan beri
gelişim çizgisinde popüler kültürün üzerine yaslanarak toplumlar üzerinde
kurduğu hâkimiyet problemlerini ele almaktadır. Bu tarih çizgisi, Braudelci
“uzun dönem tarihi” diye adlandırılan bir gelişim çizgisinin genel bir bakışla
yapılan bir araştırmasıdır. Günümüzün problemlerinden; top-onlaşan (hattâ
top-10’laşan) bir popüler kültürden, edebiyat, müzik, sinema ve plastik
sanatlardan yola çıkılarak bu problemlerin kapitalizmin tarihi içindeki yerleri
sorunsallaştırılmaktadır.
Çalışmanın ana eksenini Deleuze ve Guattari’nin
kuramsallaştırdıkları “Kapitalizm ve Şizofreni” ve Annales ekolünün
“zihniyetler tarihi” oluşturmaktadır. Savaş makinesinin devlet aygıtı tarafından
kapıldığı, devlet aygıtına olan dışarıdanlığı üzerinde durulmaktadır. Günümüz
toplumlarında ve özellikle Türkiye’de gördüğümüz örneklere dayanmaktadır.
Darbelerin sıklığı, ordunun devletten bağımsızlığı ve sivil toplum üzerindeki
yaptırımları bize örnek oluşturmaktadır.
19. yüzyılda gene kapitalizmin büyüme
evrelerinden birine tekabül eden modernlik ve onun Doğu toplumlarındaki
yansımasını oluşturan oryantalizm, Edward Said’in sorunsallaştırdığı şekliyle
hâlâ günümüz popüler kültürüne yansımaktadır. Plastik sanatlar alanında hem
müzayedelerde hem de bazı sanatçıların çağdaş eserlerinde kendini
hissettirmektedir. Bu tarihin bize verdiği örnekler arasında belki de en
çarpıcısı, Yüksek Rönesans dönemindeki eserlerin pop-art’la olan yakınlığının
gösterilmesidir. Bu yakınlık, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla gelene kadar Kilisenin,
Hıristiyan inancını pagan düşünce üzerinde egemen kılmak için popüler inançları
nasıl değişime tâbi kıldığını ve özellikle de pagan popüler bayramlarını
Hıristiyanlaştırdığında sanatçıları nasıl kullandığını, onlara nasıl yardımda
bulunarak onların yaratıcılıklarını canlandırdığını ele almaktadır. Bu sürecin
uzantısı 20. yüzyılın sonunda, kapitalizmin geldiği noktada, postmodernleşen ve
küreselleşen toplumlarda, sanatın nasıl kullanıldığını, reklâm kampanyalarıyla
siyasetin nasıl iç içe girdiğini, reklâmcıların ürünü satmak üzere iletişim
teorilerini ve çağdaş sanat eserlerinin pratiklerini nasıl kendilerine
çektiklerini gösteren örneklerle doludur. 1960’lı yıllar sonrasında gelişen serbestleşme
ve özgürleşme hareketlerinin eski kodları kırarak devrimci bir yaşam önerirken,
bu durumun ve düşüncelerin ve sanatsal pratiklerin nasıl kapitalizm tarafından
esnekleştirilerek ticarileştirilip yaygınlaştırılarak popüler kültürün yeni
kodlarını kurduğunu ve bunu sanatlar sayesinde başardığını görmek; kitabın
sorunsalını oluşturmaktadır. Bu bakışım 1999’da yayımlanan, sanatlar ve
kapitalizm arasında bağ kuran Luc Boltanski ve Eve Chiapello’nun Kapitalizmin
Yeni Ruhu kitabında ele aldıkları çizgiyle paralellik göstermemektedir.
Gelişen ve zenginleşen refah toplumlarında toplumun çürümeye başladığı tezinden
yola çıkarak krizin, kapitalizmin kendisinde olmaktan çok kapitalizmin
eleştirisinde aranması lazımdır diye önerdikleri bakış, tam da bu kitapta (derslerde)
ele aldığım bakışla parallikler taşımasına rağmen ayrılmaktadır. İşletme
mantığıyla çalışan bir kapitalizmin organizasyon biçimine dikkat çeken
sosyologlar, popüler kültür ile kapitalizm arasındaki düz çizgiyi tam olarak
ifade etmemektedirler. Sadece Fordist modelden ağların modeline geçen bir
kapitalizmin organizasyon biçiminden söz etmektedirler. 1970’lerde başladığını
düşündükleri bu modelin Friedman modeli olduğu aşikârdır ve Türkiye bu dönemi
Özal’la birlikte Batılı toplumlardan daha hızlı bir şekilde içine almış ve
formlaştırmıştır. Buradaki pratikler Batılı toplumlardaki modele nazaran daha
ilginç bir öncülüğe sahiptir. “Şok tedavisinin” (Friedman’ın kavramı) şokun
yaşandığı coğrafi yerlerde yaşanmış olması 1970’lerin Batı dünyasına nazaran, Üçüncü
Dünya’nın daha hızlı “tedaviye ihtiyacı” olduğu Friedman’ın tezlerinden en
dikkat çekici olanıdır. Şili’de Allende sonrasında başlayan ekonomi politik
tarihi Türkiye’ye Batı’dan daha hızlı bir şekilde, Dünya Bankası ve IMF’yle
ithal edilmiştir. Girişimci olan faillere nazaran, Türkiye “sahte
girişimcilerin” elinden geçerek, büyümeye yol açan bir ekonomi politikayı
öngörmüştür. “Hayalî ihracattan” başlayan ve aslında bu tip bir çizgide
ilerleyen bir pratik, modelin tam da uygulayıcısı olmaktan çok, her şeyde
olduğu gibi, bu popüler kültürün ana ayağını oluşturmaktadır, modelin adaptasyonunu
yapan bir pratiğe sahip olmuştur. Yerel koşullara göre uygulama bir
adaptasyon süreciyle gerçekleşmiştir. Yayından popüler şarkılara, ilaç
sanayinden tekstil sanayiine uyarlamayla ilerleyen bir neo-liberal kapitalizm
yaşanmıştır ve Batı’daki pratiklerin dışında bir gelişimdir bu. Sanatçıların
yaratılarından çıkan Batılı bir kapitalizm, Batı’da kendi formlarını, bilhassa
reklâm ve tasarım dünyasında göstermiştir. Reklâm dünyasının sanatı kullanma
biçimleri her yerde işlemiştir; ancak Batı’da ve Türkiye’de sanata bakış aynı
çizgide gelişmemiştir. Bu nedenle de farklı çizgilerin farklı uygulamaları ile
sanat ve reklâm, neo-liberal kapitalizmin yarattığı piyasa dünyasında
kesişmişlerdir. Belki de Batı’da ve özellikle Fransa’da 1968 sonrası
“kapitalizmin yeni ruhu” oluşmaya başlamıştır. Fransa’da 1981 sonrasında
cumhurbaşkanı olan François Mitterrand’ın sosyalizmi ile liberal ekonominin
1983 sonrasında kesişmesiyle veya solcu hocaların saçlarını kesip de
kravatlarını takıp, hükümetin danışmanı oldukları 1982-83 yıllarında eleştirel
bakışın geride kaldığı ve liberal bir kapitalizme giden bir solun Avrupa
Birliği politikalarına ağırlık verdiği bir olgudur. Ancak Türkiye bu süreci bu
şekilde yaşamamıştır. 1968 sonrası şiddetli bir sol hareketin başka şiddetli
bir darbeyle, 12 Mart sürecinde bastırılması başka dinamikleri ortaya
koymuştur. Ama gene de adaptasyon sürecini 12 Eylül 1981’e kadar sürdürebilen
bir süreç vardır. Ofansif bir ilk dönem ile korkuyla yaşanan ikinci dönem
arasındaki uçurum reklâm dünyası ile sanat dünyasının Batılı koşullarda
gelişimini engellemiştir. Batı’da ise Félix Guattari ofansif dönem için
“moleküler devrim” (1968-78) ile defansif dönem 1985-95 yılları için “kış
yılları” adını vermiştir. Geriye çekilen sol hareket marjinal olarak kalmış ve
kendini toparlamakta aciz kalmıştır. Burada ele alacağımız şey bu farklar ve
benzerlikler ilişkisine bakmak olacak. Nasıl Rönesans’ın görsel dünyası üzerine
yaslanan bir Machiavelli-Alberti-Botero çizgisi merkezîleşmeyi ve merkezden tek
perspektifli resmi ortaya çıkarmışsa, bu sayede merkezîleşen bir bakışla
politik iktidar kapitalizme yol açmışsa başka bir şekilde modern veya
postmodern toplumlarda da kapitalizm popüler kültür üretimi üzerine işleyerek
kendi “yönetimsizliğini” ortaya çıkarmıştır. Bugünkü dünyada finans sektörü de
dâhil edilerek acaba hâlâ üretim ve artı-değer üzerine kurulu bir kapitalizmi
var edebilmekte midir? Bu soru meşru bir soru olarak durmaktadır, kanımca.
Bu kitap da Armağan ve Minör Politika
gibi Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde verdiğim derslerin
yansımasıdır. Her ne kadar Armağan hiç dokunulmadan, olduğu gibi
aktarılmışsa da Minör Politika gibi bu kitap da düzeltmelerle ve de eklemelerle
oluşmuştur. Ders notlarını büyük bir ciddiyetle tutan ve sesimi yazıya geçiren
Pınar Saklıyan’a, derslerdeki katkıları nedeniyle yüksek lisans öğrencim Barış
Başaran’a ve dersi dinleyen diğer öğrencilerime teşekkür borçlu olduğumu
söylemek isterim.
Ali Akay
3 Ekim 2002
Ali
Akay
Paris’te 1976-1990 yılları arasında
Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi okudu. 1986 yılında “Türklerde Devletçi
İktidarın Oluşumu” adlı doktora tezini savundu. Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesidir.
Sergi küratörlüğü yapmaktadır. Sanat, sosyoloji
ve çağdaş sanatı birleştiren yazılar ve kitaplar yazmaktadır. Paris VIII, İNHA
Üniversitelerinde Paris’te, Humboldt Üniversitesi’nde Berlin’de dersler
vermiştir. 2017 yılında Columbia Universitesi’nde (New York) davetli profesör
olarak görev almış, 2018’de Paris’te EAC’de sanat sosyolojisi dersleri
vermiştir. Paris Jeu de Paume Müzesi’nde 2009-2010 yılı boyunca seminerler
yapmıştır. Toplumbilim (1992-2011) ve Plato Çağdaş
Sanat Dergisi (2005-2007) dergilerinin kurucusudur. Son olarak da Teorik
Bakış dergisinin kurucusudur. Yazıları ve ortak yazarlı
kitapları birçok dilde yayımlanmıştır.