Doğu Batı Sayı 75: Sinema Tutkusu - IV
- 180,00 TL
-
135,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Hasan Akbulut
Türkiye’de Öğrenci Filmleri Üzerine Bir İnceleme: Öyküler, Tarzlar ve Ödevler
Gökhan Erkılıç
Bir Macar Vedası: Jancsó Miklós
Özgür Taburoğlu
Yeryüzü ve Dünya Arasında Wall-E: Heideggerci Bir Değerlendirme
Orhun Yakın
Peki, Yeterince Snuff’mı? Joel Schumacher’ın Sekiz Milimetresine Yeniden Bakmak
Feride Tuğçe Mamati
Bilim Kurgu Sineması ve Mimarlık Üzerinden Hayal Gücünün İzlerini Aramak
Leyla Bektaş
Belgeseller Aracılığıyla Kent Mekânının Dönüşümüne Bakmak
Özde Çeliktemel
Hayaller Hakikat Olursa: Osmanlı İstanbul'unda Filmler, Gösterimler, İzlenimler (1896-1909)
Saadet Özen
Padişahın Filmi Suret ve Propaganda
Orhan Kandemir
Affınıza Mağruren... Olmaz Ama Malihülya
Onur Kırşavoğlu
Türk Sinemasında Çöküş ve Yükseliş Dönemleri
Nurhan Tanrıverdi
Hayatı Anlamlandıran Bir Adam: Krzysztof Kieslowski, Dekalog ve Üç Renk Üzerine
SİNEMA TUTKUSU
Sinirleriniz
geriliyor, düşgücünüz sizi alışılmadık, tekdüze, renksiz, sessiz, bambaşka bir
dünyaya götürüyor. Bu siyah beyaz, suskun gölgeleri görmek insanı çok
etkiliyor. Yoksa geleceğimize ilişkin bir gönderme mi var bu görüntülerde?
Maksim
Gorki 1896 yılında bu satırları yazarken sinemayı “canlı fotoğraflar” (zivaya fotografiiaya) olarak
tanımlıyordu. Sinamatograf aletinin içinde olan bir büyü mü, düş mü yoksa
derin bir yanılsama mıydı? Yüzyılı aşan kısa bir zaman diliminde sinemanın
olağanüstü gelişimi en katı gerçekleri bile şiirsel bir dile dönüştürüyor,
dünyanın sınırlarını aşan boyutları ışık ve gölge oyunlarıyla bir perde
üzerinde yansıtıyordu. Kısa bir süre içinde sinema basit bir eğlence ve merakın
ötesine geçerek yaşamı, toplumu, bireyi çözümlemeye yönelik derin bir tutku
özelliğini kazandı. Teknik gelişmeler, sanatsal kaygılar sinemanın her geçen
gün etkisini artırdı ve popülerlik sayesinde bu büyülü sanat büyük bir güce
kavuştu. Bir düşünceyi kitlelere en etkili yollardan ulaştırabilmenin yolu
sinemadan geçiyordu. Batı toplumlarından yayılan bu dalga giderek dünyanın
çeşitli ülkelerinde güçlü bir ifade aracına dönüştü. Amerika’dan Uzak Doğu’ya
ülke sinemaları doğdu. Hollywood’un ürettiği “yıldız sistemi” devasa bir
sektör haline geldi ve fazlasıyla benimsendi. Sinema her bakımdan bir düşünce
ve görüş tarzıydı artık. Öyle ki, çıplak gözle fark edilmeyen bireysel ve toplumsal
tüm meseleler, yaşamın eksiklik olarak duyurduğu her ne varsa beyaz perde üzerinde
toplanıyor, anlam kazanıyordu. Platon’un ünlü mağara benzetmesini
deneyimlercesine imaj ve hareketlerle sinema dünyasına özgü bir zaman dilimi
yaratılmıştı. Bazen sahnedeki gerçekliğin yaşamdaki gerçekliğin önüne geçmesi bu
zaman diliminin taşıdığı güce örnektir. Gelinen noktada sinema dili ile yaşam
dili iç içe geçmişti. Gerçeklik bir dolayımı aşarak beyaz perdeye yansımakta,
bir çerçevenin içinde geniş dünyalar açılıp kapanmaktadır. Yaşamdan seçilen
ögeler hiçbir ayrıntıyı ve çelişkiyi gözünden kaçırmayan dev bir gözün
hassasiyetini andırmaktadır. Bilinen örneğiyle, sinemadaki sessizlik bile çoğu
zaman yönetmenin sessizlikten koparmayı başarabileceği bir ses, hattâ çığlık
olmalıdır. Her halükârda seyircinin tüm duyuları açıktır. Belli bir süre sonra
o, filmdeki karakterlerle kurduğu ilişkiyle mutlak özdeşleşme halini
yaşayacaktır. Oyuncular konuştuğunda seyirci de konuşur, onlarla birlikte sevinir
ya da öfkelenir, ahlâki ve vicdani bir tutum
geliştirir ki, tüm bu etkileşimler bir filmin başarı
öyküsüdür aslında.
Sinemanın
kendine özgü bir gerçeklik yaratması, bir düşünce tarzı olması ve yeri
geldiğinde çoğu edebî, felsefî ve psikolojik içerikli yazı dilinin önüne
geçmesinde, hareketi ve imajı tıpkı bir yazar ve düşünür gibi sunan yönetmenlerin
büyük payı vardır. Belirtmek gerekir ki, sinema ile isimleri özdeş kılınan
usta yönetmenler sanatlarını birtakım kavramlar üzerinden açıklamaktan
sakınmışlar, yaptıkları şeylerin imaj/görüntüde yazılı olduğuna işaret
etmişlerdir.
Sinema
üzerinde düşünen/sinema ile düşünen ve düşündüklerini yazan yönetmenler, öncelikle
sinemayı varoluşsal bir sorun haline getiren kimselerdir. Sinema tarihinde öne
çıkan yönetmenler güçlü iddiaları ve eleştirileri olan kişilerdi. Ve elbette son
aşamada tüm itirazlarını, eleştirilerini dile getirirlerken bunu bir renk, ses,
görüntü, imaj, dekor çerçevesinde sinemanın teknik ve estetik kurallarına
sadık kalarak ve neredeyse kendilerine özgü bir bilim seviyesinde sunmuşlardı.
Türk
sinemasına birkaç cümle ile değinecek olursak, Türk modernleşmesinin
ikilemlerini en belirgin şekilde takip edebileceğimiz saha Türk sinemasıdır. Sinema gerçekliğinin yapısal bir
bütünlük içinde kavranamaması, bu farkındalığın bir avuç dahi yönetmenimizle
sınırlı olması, toplumsal meselelere değinen filmlerde iktidar eleştirisinin
slogan düzeyinde kalması, psikolojik/felsefi/estetik kaygıların taşınmaması
Türk sinemasının belli başlı sorunları arasındadır. Ayrıca dünya sinemasında öne
çıkan örneklere bir hayranlık düzeyinde yaklaşılırken, birbirinin kopyası Türk
filmlerinin yetersizliklerinin araştırılmaması, hattâ böyle bir gündemin hiç
olmaması Türkiye’deki entelektüel ortamın tarihsel ve toplumsal gerçekliklerden
ne denli uzak olduğunu gösterir.
Doğu Batı’nın dört ciltte tasarlanan
sinema özel dosyasında kuşatıcı bir bakış açısı geliştirilmeye çalışıldı. Sinemaya
tek tek film eleştirilerinden ziyade daha geniş düzeyde kurulabilecek
metinlerle yaklaşma imkânımız olabilir ancak. Bu sebeple tarihsel veya
kronolojik bir tasnife gidilmedi, daha çok bir sentezden hareketle yazıların
niteliği öne çıkarıldı ve önceki sayılarımıza uygun
bir şekilde derginin
yaklaşımı, üslubu korundu.
Taşkın Takış