France Farago’nun çalışması antik dönemden çağdaş sanat kuramlarına, Platon’dan Tarkovski’ye sanatın kısa bir öyküsüdür. Yapıt, 20. yüzyılda modernitenin soykütüğünden hareketle sanattaki büyük dönüşümler üzerinde durmaktadır.
Antikçağ, Avrupa’ya ilham veren ve geleneksel araçları temin eden bir dönem olarak tasvir edilmiştir. Yazar, perspektifi ve seyirciyi dikkate alan insan-merkezli sanattan tekil bakış açısının kaybolduğu tanrı-merkezli sanata geçişi yönlendiren mantığa ışık tutar: Bu, Doğu Roma İmparatorluğundan Ortaçağın sonlarına dek sürmüş olan bir dönemdir ve bizim yüzyılımız antik perspektifin ve Rönesans’ı oluşturan çağların mirasçısıdır. Plotinos’un temaşa düşüncesi ise bu geçişlerin temel felsefesini oluşturur.
Sanattaki modernite, görüntünün reddedilmesinden ve taklidinden doğmuştur. Yüksek ontolojik bir gerçekliğe gönderme yapan soyut sanatın büyük ressamları (Kandinsky, Mondrian, Malevitch), biçimden kuralsızlığa, figüratiften soyuta, objektif olandan objektif olmayana geçişi ustalıkla işlemişlerdir. Artık onların sanatı gerçek olanı temsil etmekten ziyade varoluş kaygısının yansıtıldığı bir bakış açısıdır. Güzeli reddeden, hoşnut etme gayretinden uzak ve kalıcılık derdi olmayan çağdaş sanat, modern dönemin sona erişini tescil eder ve günümüzde sanatın nasıl algılandığı konusunda yepyeni ufuklar açar.
- Yazar: France Farago
- Kitabın Başlığı: Sanat
- Orijinal Başlık: L’art.
- Çeviren: Özcan Doğan [Fransızca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 23; Sanat Dizisi - 1
- Basım Bilgileri: 4. Basım / Ekim 2020 [1. Basım / Eylül 2006]
- Sayfa Sayısı: 267
- ISBN: 978-605-9328-56-2
- Kapak Resmi: Robert Delaunay, Rythme n°1, 1938.
- Boyutları: 14 x 21
Giriş
Bölüm I
Temsil ve Görüntü
Bölüm II
Antikite’de Sanat Düşüncesi: Taklidin Estetiği
Bölüm III
Plotinus ve Geç Roma İmparatorluğu: Estetiğe
Yön Veren Mistik
Bölüm IV
Rönesans’ın Esnek Düzeni
Bölüm V
Barok Mekân: 17. Yüzyılda Sonsuzluk Perspektifi
Bölüm VI
Kant ve Zevk Yargısı
Bölüm VII
İdealist Estetik: Schelling ve Hegel
Bölüm VIII
Temsildeki Kriz: Paul Klee (1879-1940)
Bölüm IX
Biçimin Kurban Edilişi
Bölüm X
Tarkovski ya da Sinemacı İkonu
Bölüm XI
Çağdaş Sanat ya da Bakış Egzersizleri
Bölüm XII
Merleau-Ponty’de Görülürün Ontolojisi
Kaynakça
Dizin
GİRİŞ
20.
yüzyılın başlangıcından bu yana avangard akımlar ortaya çıkmakta ve plastik
sanatlarda, eleştiri ve edebiyat alanlarında devrimler birbiri ardına yaşanmaya
devam etmektedir; buna karşılık, bu devrimlere kaynaklık eden sanatsal
etkinlikleri tutarlı kavramsal bir bütün içerisinde biraraya getirerek bu
dönemdeki çeşitli deneyimleri belli bir düzen içerisinde sunacak herhangi bir
sistem söz konusu değildir. Kuşkusuz, “yaşanan dönemi düşünsel olarak yeniden
kavramak” için henüz çok erken. “Çağdaş sanatta yaşanan kriz” sonsuz bir can
çekişme olarak hissedilse de, bir dönemin sona ermesinin nedeni bir yüzyılın
tamamlanması değildir. Bununla birlikte, belli bir durum saptaması yapmak,
geleneğin izlediği yolu izlemek ve belli bir karara varılması zor tartışmalara
konu olan bugünkü durumu yaratan devrimleri ve altüst oluşları anlamaya
çalışmak faydalı olacaktır.
1. Varoluş ve Temsil: Anlatılmaz Bir Varoluş Arayışı Olarak Sanat
Temsilin
göndergesel niteliği, Avrupa’da uzun süre tartışmasız olarak kabul edilmiştir.
Yunanlardan başlayarak, görme, duyum (aïsthesis)
ya da algılama ile ulaşılabilir olarak düşünülen gerçeği betimlemenin, sanatın
temel eğilimi olduğu kabul edilmiştir; duyumsanabilir varoluşun kendisinin
ötesine gönderme yapma ihtimali olsa da, özneyi varoluşa eklemleme söz konusu
algılamanın özünü oluşturmaktadır. Bu kesin yargı moderniteyle birlikte
yıkılmaya başlamıştır ve kuşkusuz modernite göndergenin ortadan kalkmasıyla
doğmuştur. Biçimden biçimsizliğe, simgesellikten soyuta ve nesnellikten
nesnel-olmayana geçiş, Varlığın, Varoluşun
temsilini sanatın temel hedefi olarak meşrulaştıran niteliklerden ve
sıfatlardan arındırılmış ampirik görünümün ötesinde Varlığa, saf ontolojik
Varoluşa yönelik arayışa tanıklık etmektedir. Ayrıca, kullanılan araçların
çeşitliliğine rağmen varolan bu amaç birliğini karakterize etmek için, sanatı,
Yokluk kategorisi üzerinden ampirik
olarak yaşanan fakat kavranamaz nitelikte olan bir Varoluşa yönelik olarak
sürekli yenilenen bir arayış olarak düşünmek mantıklı olacaktır. Eksiksizliğe
ve yetkinliğe yakın olmakla birlikte arayışını sürdüren başyapıttaki paradoks
bunu göstermektedir. Bununla birlikte, geleneksel sanatın göndergesel
karakteri, bilindik temsiller izlemeye olanak veren figüratif imgelerin çokluğu nedeniyle bu
boyutu karanlıkta bırakmaktadır. Varoluş ile temsil arasında varolan ilişki
gene de Platon’u düşündürmüştür ki, o imgede
yanılsamalı bir gerçeklik görmektedir. Zira imge, sadece şeyin yerine geçerek
onu temsil eder. Temsil etmek, aslında verili bir
gerçekliğin simülakrını üretmektir; gerçekte orada olmayan bir şeye gönderme
yapmaktır; göndergenin gerçek veya kurgusal olması bu durumu değiştirmez.
Figüratif sanatlar, dilsel sanatlar gibi (edebiyat, şiir), dilin dışında yer
alan bir şeyi hedeflerler ve o şeyi ifade ettiklerini ya da gösterdiklerini
iddia ederler: Edebiyat, dil üzerinde çalışarak imgeler
yaratır; plastik betimleme ise göndergeyi temsil eden bir obje, bir heykel,
fresk ya da tablo yaratır. Böylelikle, güzel görünümün yeniden öne çıkarılması,
Avrupa’daki plastik kültürün temel prensibi haline gelmiştir; kuşkusuz buradaki
güzellik sanatçının vizyonunun
tinselleştirilmesine bağlıdır.
Temsil eden ile temsil edilen arasındaki
uygunluğu denetlediği düşünülen görüntüye duyulan güven, duyularımızın doğrudanlığının
bizlere gösterdiği görülür gerçekliğin nesnel karakterini postülat olarak ortaya
koymamızı gerektirir. Bu aynı zamanda, Rönesans insanının ve sonraki yüzyıllarda
yaşayan insanların inandığı gibi zekânın ve duyuların dünyayı bizlere gösterme
gücüne sahip olduğuna inanmayı gerektirir. O halde bu estetik anlayışı
normatiftir, zira benzerlik, temsil eden ile temsil edilen arasındaki
uygunluğun, gerçekliğin ya da gerçeksiliğin ölçütü niteliğindedir. Bu durumda,
temsil etmeye ya da resmetmeye dayanan sanatsal etkinlikten önce, gerçek,
verili olarak bulunmaktadır ve varoluş kesindir. Ampirik gerçekliğin gönderge
rolü oynamasının tek nedeni, hiç kimsenin insanın dünyada olduğundan,
dünyanın insana sunulduğundan ve varlığa kenetlendiğinden şüphe duymamasıdır.
Şeylerin temeline dair arayış, sanattan ziyade dine özgü bir arayış olmuştur,
zira din yerleşik bir kurumdur ve değişmez sembolik göstergeler sağlamaktadır.
Hıristiyan dünya görüşü enkarnasyon üzerine, yaratılışın tanrısal kökeni
üzerine kurulu olduğundan, her insan, kendi gerçeklik arayışında, en azından doksa’ya karşılık
gelen duyumsanabilirin gerçekliğine güvenebilir. Daha iyi bir ifadeyle,
geleneksel temsili yani duyumsanan varoluşun dile getirilmesini mümkün kılan
şey, özellikle kutsal anlayış açısından, bir ön-temsil düşüncesidir (bunun
önemini İdelerin Rönesansı’nda göreceğiz). Bu sistemin çökmesi, kutsallığa
ulaşmayı sağlayan kurumda yer değişikliği yaşanmasına neden olmuştur ve insanın
aşkınlıkla olan bağını, uygun fonksiyonlar üzerinden, sanata doğru
yönlendirmiştir ki; daha ileride göreceğimiz gibi, sanat, Gerçeğe dair arayışın
en önemli biçimi olarak kalmıştır (en azından görülür bir biçim).
2. Temsilde Yaşanan Krizden, Varoluşta Yaşanan Gerilemeye
Soyut
sanat, 20. yüzyılın başlangıcında, temsilin kurucu postülatları olan Rönesans’ın postülatlarını devre dışı
bırakmıştır diyebiliriz. Fakat soyut sanat, Varoluşun sembolik boyutu olarak
görünümün statüsünü yeniden gündeme getirse de şeylerin ontolojik dayanağını
reddetmekten uzaktır. Tam tersine, soyut sanatın en büyük arzusu, yarattığı
eserleri izlemek isteyen kişilerde varoluş duygusunu uyandırmak
olmuştur. Bu açıdan, tasviri reddeden soyutlama pratiğinin, kitlelere bir bakış
egzersizi, kökensel Varoluşu keşfetmeye yönelik bir dikkat çağrısı olarak sunulduğunu
söyleyebiliriz. Duygulardan yoksun olmak bir yana, 20. yüzyılın başlarında
yaşanan soyutlamaya geçiş macerasına, sanatta tinselliğin (Kandinski), son gerçekliğin (Mondrian) ya da üstün gerçekliğin (Malevitch) ifade edilmesi arayışı damgasını
vurmuştur. Oysa bugün, varoluş bir sorun haline gelmiştir: Çağdaş sanatta,
insan varoluş karşısında ne yapacağını şaşırmış, apışıp kalmıştır. Sanatın,
sonsuza dek yok olarak kalan sessiz bir şeye yapılmış bir eklemeye dönüşmesi
ise tamamen yeni bir şeydir; öyle ki, ermişler ya da peygamberler (nabi,
çoğul hali neviimdir, niv-sfataïmden gelmektedir ve İbranicede
“içinden gelen sesle dudaklarıyla okumak” demektir) yaratmak şöyle dursun,
sanat, temelin mutlak olarak yitirilişinin bir tanığından başka bir şey
değilmiş gibi görünür. Bu temel, metafizik olarak sağır ve kör hale gelen
insanoğlundan uzaklaşmaktadır, fakat insanoğlu, eserlerini sergilediği ampirik
mekânlarda, şeylerin tasvirlerini değil de bizzat kendilerini sergilemeye
yönelik çalışmalarla durmaksızın bu temeli yakalamaya çalışmaktadır;
sergilediği şeyler, yapaylıklarına rağmen, insana, hiçliğin değil de varlığın
olduğunu hatırlatmaktadır. Başlangıçta yaşanan şaşkınlık ânına ve kökensel
olana dair sorgulamalara dönmüşüzdür yeniden: “Neden hiçlik değil de bir şeyler
var?” Bu bağlamda, 20. yüzyıl, soyut sanatın büyük kurucularındaki buyurganlığı
ortaya çıkarmıştır; soyut sanatın kurucuları, başvurdukları yöntemlerde,
kültürün kalıntılarıyla dolu olan tarihin ufkunu temizlemiş, biçimi kesin bir
biçimde kurban etmeyi tercih ederek ortalığı berrak kılmış ve “eski dünyaya ait
bütün sanatları tasfiye etmişlerdir”; bu, bütün ressamlarda ve yüzyılın
başındaki bütün sanatlarda karşılaştığımız leitmotivdir.
Peki neler oldu? Bir varsayım ortaya atabiliriz: Eğer
sanatın işlevi gerçekliği imgeye dönüştürmekse, sanatın gerçeklikle kurduğu
spekülatif ilişki üzerine düşünülebilir ve bu şekilde kurulan ilişkinin sınırları
sorgulanabilir. Peki o halde sanat nedir ve sanatın “yansıttığını” iddia ettiği
gerçek nedir? Gerçek verili olarak var mıdır? Eğer
varsa nasıl yeniden oluşturulabilir? Eğer gerçek verili değilse, sanat gerçeği
aramaya yönelik özel ve ayrıcalıklı bir yol olmaz mı? Peki, gerçeği ararken,
sanatçı kendisinden ve kendi etkinliğinden başka bir şey bulabilir mi? Her
türlü göndergeden yoksun olan bu etkinlik, bir kısır döngü içerisinde kaybolma
tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz mı? Bütün bu sorular ressamların kafasını
kurcalamakta ve “çağdaş sanat” olarak adlandırdığımız şeyin etrafında
toplanmaktadır. Kesin olan şu ki, temsil üzerine düşünüldüğü andan itibaren,
temsilden vazgeçilmiştir; fakat 20. yüzyılın sanatında radikal bir yenilik
varsa, bu yeniliği yüzyılın ikinci yarısında görmek gerekir. Fakat elbette ki
20. yüzyılın ilk yarısı, özellikle Dada hareketiyle birlikte bu yeniliğin habercisi ve
öncüsü olmuştur. Zira Dada hareketinin 1960’lı yıllarda yeniden ortaya çıkışı,
bu “çağdaş” sanatın doğrudan doğruya kaynağını oluşturmaktadır.
3.
Başka Bir Kriz
20.
yüzyılın başlarında Avrupa’da yaşananlara benzer bir şeyin daha önce Geç
Antikçağ’da yaşanmış olması son derece ilginçtir; bu dönemde de sanatta köklü
bir değişim yaşanmıştır; varlıkların ve objelerin Tanrının bakış açısıyla
tasvir edildiği din merkezli bir sanatın hayata geçirilmesi amacıyla
insan-merkezci bir çerçevede MÖ 5. yüzyıldan beri Atina’da ampirik olarak uygulanan
perspektif terk edilmiştir. Platon ve Aristoteles’in yaşadığı dönemde ve Phidias’tan Plotinos’a kadar uzanan bütün bir dönem
boyunca, gerek içgüdünün ve bilimin Doğada keşfettiği uyum yasalarına vurgu
yapılarak, gerek şeylerin görünümünü gözle algılandıkları biçimiyle yansıtmaya
çalışılarak, sanatın, nesnel olarak sunulan görülür Doğayı taklit etmesi son
derece doğaldı. Bu bağlamda, Platon’un din-merkezciliği,
sanatçının şeylerin doğrudan görünümüne değil de özüne bağlı kalması üzerine
kurulu bir mimesis için uygun olsa da, sofistlerdeki insan-merkezciliğin
etkisinde kalanlar, duyularla algılanabilen görünümü izleyiciyi aldatacak kadar
gerçekçi bir biçimde yansıtan perspektif uygulamalarını tercih etmişlerdir.
Bununla birlikte bu değişkeler, antikçağdaki temel tutumu kesinlikle
bozmamıştır; bunu en iyi biçimde formüle eden kişi Aristoteles’dir ki, Aristoteles’e göre sanatın görevi,
dünyadaki varlıkları ve şeyleri taklit etmektir. Bu nedenle, Greko-Romen
estetik ve klasik antik sanat biçimleri (Yunan ve ardından Roma), yüzyıllar boyunca sahip oldukları
otoriteyi koruyabilmişlerdir; bunlar Geç Antikçağ, Roma dönemi ve onun uzantısı olan
gotik dönem arasında yaşanan kesintiyi etkisiz kılmışlardır ki, Gotik dönemde
sanat, Doğayı taklit etmekten ziyade (doğrusal ya da idealleştirilmiş taklit,
fark etmez), metafizik bir deneyim için bir çıkış noktası olmaya, üstün
gerçeklikle güçlü bir temas yaratacak bir araç olmaya çalışmıştır. MS III.
yüzyılda Plotinos, yaşanan bu geçişe
tanıklık etmiştir ve A. Grabar, Plotinos’un söylevlerinde, Ortaçağ estetiğinin kökenlerini
görmektedir. Ayrıca, 20. yüzyılda, soyut sanatın ustalarının düşüncelerinde (Kandinski, Mondrian ve Malevitch), gizli bir Plotinosçuluğun yattığı
görülecektir. Her halükârda modernitenin bizlere hatırlattığı şey, sanatsal
etkinliğin temelinde yatan başlıca iki eğilimin olduğudur: Görülür olanı görmek
ve aşmak. Modernitenin yaptığı tek şey bunu bizlere yeniden hatırlatmaktır,
zira bu düalite yeni değildir: Bizler bunun formülasyonunu ve antikçağdan
itibaren söz konusu eğilimlerde ortaya çıkan seçimleri meşru kılan motifleri
inceleyeceğiz.
4. Bir Yaratım Süreci Olarak Sanat
Temsildeki
sorunsal son derece temeldir; fakat bununla birlikte, bu sorunsal ikinci bir
sorunsalla yani yaratım sorunsalıyla iç içe geçmiş durumdadır ve birincisinden
ayrılamaz. Gerçekten de modern resimde Kopernikçi bir devrim yaşanmıştır: Temsili,
öznenin nesneyi kavrama biçimi üzerine odaklamak amacıyla nesnel bir biçimde ve
aslına bağlı kalarak betimlenen objeden yavaş yavaş vazgeçilmiştir. Aslında,
resim sanatı Avrupa’da, temsil eylemi ile temsil edilen şey arasında var olan
ince ve yaratıcı bir diyalektikten beslenmiştir. Bu diyalektik, bakan göz için,
figür ile özsel içerik arasında sonsuz bir mekik dokumaktadır ve arada var olan
mesafe, resimde, varlıkların varoluşunun görsel ikamesi olarak formlar
oluşturur. Esin aracılığıyla, yaratıcı insan zihni aracılığıyla yaşanan
gerçeğin bu şekilde yeniden oluşturulması Batı’ya özgü bir şeydir: Bu, gerçeğin
nesnel bir biçimde yansıtılması ya da öznel olarak olumsuzlanması değil, bu
ikisinin paradoksal birlikteliğidir. Sanatın bir tarihinin olmasını sağlayan
budur. Bunun kutsal bir uygarlık çerçevesinde şekillendiğini bilmek son derece
önemlidir. Söz konusu tarih, 19. yüzyılın sonundan bu yana hız kazanmış ve çok
sayıda temsil anlayışının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Elbette ki, sınırlı diyebileceğimiz böyle bir çalışmada, son derece karmaşık olan ve art arda yaşanan bu devrimleri ve altüst oluşları eksiksiz bir biçimde inceleyebilmemiz söz konusu değildir. Burada, yüzyıllar boyunca yaşanan büyük değişimlere yön veren entelektüel mekanizmaların anlaşılması için yeterince öğretici olan temel nitelikteki bazı kuramsal noktaları belirtmeye çalışacağız. ...
France Farago
Paris Lycée Chaptal’de felsefe profesörüdür. Antik düşünce akımları, felsefe tarihi ve politik düşünce akımları gibi alanlarda çok sayıda çalışmaya imza atmıştır. Comprendre Kierkegaard (Kierkegaard’ı Anlamak), La Justice (Adalet), La Laïcité: tolérance voileé, (Laiklik Örtülü Hoşgörü?) ve La Volonté (İrade) başlıklı kitaplar yazarın yayımladığı eserlerden bazılarıdır. Bunların dışında, yazarın bizzat yayımladığı ya da katkıda bulunduğu pek çok eser bulunmaktadır.
Özcan Doğan
Çevirmen, redaktör, yazar. 1981 yılında doğdu. Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Sosyoloji ve Antropoloji (Marcel Mauss), Avrupa Düşüncesinin Serüveni (Jacqueline Russ), Sanat (France Farago), Orada Saat Kaç? (Serge Gruzinski), Ekonomik Psikoloji (Gabriel Tarde), Monadoloji ve Sosyoloji (Gabriel Tarde), Özdeyişler (François de La Rochefoucauld) çevirdiği kitaplardan bazılarıdır. Bay How Ne Yapmalı?, Kendime İyi Geceler, Bunun Konumuzla Bir İlgisi Yok adlı öykü kitapları Yeryüzünde Sesler ve Ayakları Pürdikkat Refakatçi Haydutlar adlı bir romanı yayımlandı. Çeşitli edebiyat dergileri için öykü, şiir ve yazılar yazdı.