Estetik sorun, derin anestezi altındaki modern hayat için ontolojik, epistemolojik, antropolojik, ethik, politik, sanatsal, teknik ve teknolojik vb. sorunların birbirine çözülmezcesine sımsıkı kancalandığı kördüğüm noktasını oluşturur....
Estetik söylem, modern burjuva kültürü içerisindeki insanî varoluş trajedisinin tam merkezinde bulunan bireysel kahramanın bir çıkış yolu bulabilmek için kendi kendisiyle hesaplaştığı iç-konuşmayı yansıtır. Bu anlamda estetik söylemin modern kültürün önemli bir bileşeni ve temel bir kurucu ögesi olduğu söylenebilir. Estetik yalnızca modern burjuva bireyinin kültürel trajedisini sadık bir şekilde yansıtmakla kalmaz, fakat bizzat bu trajedinin yazılışına birinci dereceden katkılarda da bulunur....
Başkaları yanında birbiriyle bağıntılı üç önemli katkı sayesinde, yani kendisini bağımsız bir felsefî disiplin olarak ilân etmesi, namevcut bir iletişimsellik düşüncesini meşrulaştırması ve güzel ile sanatı hayattan koparması sayesinde, estetik, modern kültürün değerler tablosuna özsel açmazlar kazıdı....
Burada üstlenilen görev, yalnızca bios theoretikos'un veya vita contemplativa'nın, temâşa hayatı'nın mütevazı bir talebini yerine getirmekten, yani bios politikos (politik hayat) ile bios poetikos'u (poetik hayat) da kuşatan sözcüğün en geniş anlamında bios praktikos'un veya vita activa'nın, pratik hayat'ın modern durumunu, kısaca modern ethos'u estetik sorunlar özelinde anlamaya, anlamlandırmaya ve anlatmaya gayret etmekten ibaretti —mütevazı, fakat üstesinden gelindiği kolaylıkla iddia edilemeyecek bir görev.... Kör bir labirentin karanlık dolambaçları içerisinde, 'yalnız'dan 'yalnız'a değil, 'yalnız'dan 'Yalnız'a yol alma ümidiyle beslenen bir düşünce yürüyüşü denemesi..."
- Kasım 2011
- 515 sayfa
- ISBN: 978-975-8717-78-1
- Ebat: 14 x 21
- 2. hamur, karton kapak
Giriş:
Zamanlara İlişkin Tehlikeli Bir Bakış
Hangi
Aydınlanma?
‘İnsanîleşme’ Sürecinde
‘İnsansızlaşma’: Homo Rogans (Soru Soran İnsan) ve Düşünücü
(Reflective) Kültür
Modern Dünyanın Görünümü ve Modern
Düşünme Yolları
Asrî
‘Zaman’lar
Üç Zaman: Modern ‘Gelecek’, Postmodern ‘Şimdi’ ve Premodern
(Kadim) ‘Geçmiş’ ya da Üç Kavram: ‘Tasarı’,’Unutma’ ve ‘Hafıza’
Birinci Bölüm:
Geleneğin Tahribi ve Aesthetica’ya
Giden Yollar
Cartesian Açmazlar
Estetik’in Cartesian Babaları
İkinci Bölüm:
Baumgarten ve Aesthetica
ii. ‘Autonomist’ Okuma
Modern
Akılsallık ve Belirsiz-Anlamlılık
Üçüncü Bölüm:
‘Estetik’in Tarih-Öncesi’ veya Akıl Versus Duy(g)u
İkiye
Bölünen Modern Özne: Klasisism ve(ya) Sentimentalism
Sanattan
Politikaya: Rousseau’nun Politik Sentimentalismi
Dördüncü Bölüm:
‘Moral Duyu’dan ‘Beğeni’ye
Bedenin
Duygulanımları
Shaftesbury
Hutcheson
Hume
i. Beğeninin Belirsiz-Anlamlılığı
ii. ‘Beğeninin Skandalı’ (I)
Öznenin ‘Reformation’u
Bilginin
Ötesi
Kantçı
Estetik: Bir Mutluluk Vaadi
‘Self'(ler)in Bağı:
Anlatılamayan Hisler ya da ‘Bir yer var’ Bilmiyorum, Hissediyorum
Estetik
ve İdeoloji
i. ‘Beğeninin Skandalı’ (II)
ii. Gayrı-Şahsî Şahsîlik
‘Deha’nın
Sanatı ve Ete Kemiğe Bürünmüş ‘Cin’ler
Altıncı Bölüm:
Avant-Gardism’den Postmodernism’e
Tarihsel ve Toplumsal
Bağlam Perspektivi İçerisinde Avant-Gardism
Avant-Gardism’in
Krizi ve Postmodernism’in İhyası
Kaynakça
ÖNSÖZ
Estetik ve güzellik
denildiğinde, ilk elde akla estetik cerrahî, haute couture, parfümeri ve kozmetik,
mankenlik ve reklâm ajansları, endüstri tasarımcılığı ve modacılık gibi büyük
sermaye ve kâr şebekelerinin geldiği bir zamanda yaşıyoruz. Güzellik gibi bir
değer hemen kolayca parayla satın alınabiliyor; estetik denen ürünler sıradan
metalar gibi piyasada salt mübadele değerine tahvil edilebiliyor. Sanat,
içerisinde üretildiği ve tüketildiği kurumlar aracılığıyla tamamen bir meta
haline dönüştürülmüş durumda. Sanat, artık tarihsel geçmişte toplumsal ethos içerisinde oynadığı geleneksel rollerden
kurtarılmış ve
polis’in, kilisenin, sarayın ve devletin somut tikel
bağlamsal çerçevesinden sıyrılıp pazar yerinin anonim serbestiyetine
gönüllü olarak dalmış ve sımsıkı sarılmış görünüyor. Artık sanat, sözgelimi
kendine özgü değerlerin taşıyıcıları olan polis’in yurttaşları gibi somut,
tikel ve özgül bir izleyici topluluğu için değil, fakat kültürler-arası bir
şekilde herhangi bir ürünü beğenen ve onu satın alacak parası olan herhangi
bir kimse için mevcut.
Ama
yine de sanatın ve güzelliğin, kısaca estetik-olan’ın özünde kendisi için mevcut olduğu
iddia edilebiliyor. Fakat burada ortaya çıkan paradoksal durumda şaşılacak
fazla bir şey yok; çünkü sanat ve güzellik, tikel ve somut olarak teşhis edilebilir
hiçbir şey ve hiçbir kimse ya da topluluk için mevcut değilse, onlar o halde
tutarlı ve akla uygun bir şekilde kendileri için mevcut olmalılar. Bu
durumda sanatın ve güzelliğin piyasada onları tüketebilme gücüne sahip eşkâlsiz herhangi bir kimse için mevcut
olduklarını söylemek ile onların her şeyden önce kendileri için mevcut
olduklarını söylemek arasında hemen hiç fark yok gibi görünüyor; tıpkı paranın
değerinin onu cebinde taşıyabilen veya bankada biriktirebilen herhangi bir
kimse için mevcut olduğunu söylemek ile soyut mübadele düzeyinde aslen kendisi için mevcut olduğunu
söylemek arasında kayda değer bir fark olmaması gibi.
Yalnızca
sanat ve güzellik değil, bilim ve hakikat bile modern çok uluslu kapitalizmin
gönüllü müttefikleri olmaya mecbur bırakılmış görünüyor. Bu konuda sadece
Feyerabend ismini zikretmek dahi yeterli olur sanırım; ama ben bu isme Postmodern Durum’un yazarı
Jean-François Lyotard’ın şu pasajını da
eklemek istiyorum:
...bilimsel
bilginin pragmatiği geleneksel bilginin ya da ilham üzerine temellenmiş
bilginin yerini aldıkça kanıta duyulan ihtiyaç çoğalarak güçlenmektedir. Metod Üzerine
Risale’nin sonunda Descartes zaten laboratuar sermayesi peşindeydi. Burada
yeni bir sorun gözükmektedir: Kanıt üretme amacıyla insan bedeninin
işlerliğini optimal kılan araçlar ilave harcamalar gerektirmektedir. Para
yoksa, kanıt da yoktur; önermeleri doğrulayacak araçlar ve hakikat de. Bilimsel
dil oyunları zenginin oyunları olmuştur. Kim ki en zengindir, haklı olmanın en
iyi şansına sahiptir. Böylelikle zenginlik, yeterlilik ve hakikat arasındaki
denklem kurulmaktadır.[1]
Ahlâka ve ‘İyi’ye
gelince, insanî toplumu tinsel olarak paylaşılan ortak değerler ve erdemler
etrafında bir arada tutan bir nesnel ethos’u telaffuz etmenin bile insanı ‘dinozor’a dönüştürmeye
yettiği ve büyük harfli ‘İyi’nin yerine her bireyin ya da grubun ‘öz-çıkar’ına
(self-interest) göre belirlenen çoğul
ve küçük harfli ‘iyiler’in geçirilmesiyle ne büyük toplumsal kazançlar
sağlanacağının saya saya bitirilemediği bir manzarayla karşılaşıyoruz.
Bireylerin ya da grupların ‘iyiler’i arasındaki çatışmaları çözmenin temel
biçiminin ahlâktan hukuka devredildiği bir dönemden geçiyoruz, çünkü artık
temel toplumsal ilişki tarzı, ortak ‘iyiler’ etrafındaki bir dostluktan çok,
çatışma; ve çoğul ‘iyiler’e ilişkin olduğu ölçüde toplumsal çatışmalar mahkemelerin
bağlayıcı kararları ve onların gerisindeki devlet aygıtının zorlayıcı gücü
olmaksızın hiçbir şekilde çözülemez görünüyor. Ahlâk ve iyilik, geçmişte
kamusal alanda oynadıkları başrolü, positiv yasalarla iş gören hukukun
bağlamsızlaştırıcı, soyut olarak eşitleyici ve yabancılaştırıcı yaptırımlarına
terk edip, toplumsal düzeyde suya sabuna dokunması yasaklanan bireylerin özel
inanışları, kişisel kanıları, şahsî değerleri ve amaçları ve tercihleri gibi
mahrem bölgelere sürülmüş önemsiz figüranlar olarak duruyorlar. Toplum ve
devlet bütünüyle ahlâkdışı ve ahlâklarüstü bir şekilde var oluyor ve kendisini
meşrulaştırıyorken, bireylerinden ve uyruklarından ‘iyi’ ahlâklı bireyler ve ‘iyi’
ahlâklı yurttaşlar olmalarını istiyor ve bekliyor. Ama acaba toplum ve onu
ayakta tutan kurumlar ‘iyi’ olmadan bireyler kendi başlarına ‘iyi’ olabilirler
mi? Acaba toplum kendisini ortak bir ahlâkın dışında veya düpedüz
ahlâkdışılıkta temellendirdikçe, somut varoluşları içerisindeki bireylerin
ahlâkî bir şekilde davranma imkânı kalır mı? Modern toplum, gün geçtikçe bir
topluluğun ortak ‘iyiler’ini içeren büyük harfli ‘İyi’ yi tek tek bireylere,
tek tek bireysel tercihlere göreli hale dönüştürerek, ‘iyiler’e ve aslında ‘öz-çıkarlar’a
indirgeyen karşı çıkılmaz mekanizmalar üretiyor ve bu ölçüde de dünyayla ve
toplumla tek ilişki tarzı öz-çıkar doyumu olan yeni-moda bireylerin, özel
sermaye sahiplerinin ve müteşebbislerin kendilerini zahmetsizce politik
iktidarda bulacakları toplumsal koşulları hazırlıyor; çünkü tıpkı sanat ve
bilimde, güzellik ve hakikat alanlarında olduğu gibi, zenginlik ve satın alma
gücü, ahlâkî açıdan çoğul ve çatışkılı ‘iyiler’ arasından kendi ‘iyi’sinin en
üstün olduğunu ve dolayısıyla yönetme hakkının da kendisinde olmak zorunda
olduğunu a
priori kanıtlıyor.
Böylece
modern düşünce tarafından birbirinden yalıtılması ve yollarının ayırılması
amaçlanan kadîm hakikat, iyi ve güzel’ in birliği, kapitalist piyasa pratiği
içerisinde yeniden kuruluyor, fakat bu sefer düşünme ve akıl yürütmenin kendi
başlarına değer sayıldığı bir topluma hitabeden parlak felsefî argumanlar aracılığıyla
değil, aklı tamamen araçsallaştıran işbitirici ‘kafasız bir dünya’nın gündelik
yavanlıkları aracılığıyla.
Kuşkusuz
kendi kültürünü, toplumunu anlamaya çalışan felsefeyi de bu yavanlıklar meşgul
ediyor ve etmek zorunda da. Sözgelimi zamanın ruhuna uygun bir mesaj taşıyan ‘Özel
toplum, güzel toplum!’ sloganı bu kafasız dünya tarafından her yerde
kafalarımıza bir kurşun gibi sıkılıyor. Bu slogan belki de felsefî düşüncenin
ince süzgeçlerinden geçmesi imkânsız bir kütük gibi kafamıza çarpıyor, fakat
onda aynı zamanda politikanın, estetiğin, ahlâkın ve hattâ bilimin
esrarengiz bir ittifakı gizli. ‘Şöyle şöyle bir toplumun üyesi olan bir birey
olarak benim için ve şöyle şöyle bir birey olarak içerisinde yaşadığım toplum
için en
iyi yaşama
nedir?’ sorusunun tamamen konu-dışı hale geldiği, her bireyin kendine göre bir ‘iyi’sinin
(öz-çıkarının) bulunduğu ‘iyiler’ çokçeşitliliği arasından en zengin ‘iyi’nin
yönetme hakkına ve gücüne sahip olduğu, bilgiye ve hakikate ulaşmanın
sermayenin bir imtiyazı olarak göründüğü, sanata yönelik toplumsal ilginin
ancak eserlerin alınıp satıldığı müzayedelerde yoğunlaştığı bir toplum —işte
size ‘özel toplum’. ‘Özel’ ama aynı zamanda ‘güzel’ bir toplum da bu, çünkü modern
filozoflar ve düşünürler tarafından anlaşıldığı şekliyle tıpkı estetik bir
nesne gibi kavramlaştırılamaz bir tarzda var oluyor, tıpkı bir estetik ürün ya
da yaratım gibi tanımlanabilir bir amaç ya da yasa kavramı olmaksızın ‘amaçsız
amaçlılık’ ya da ‘yasasız yasalılık’ kategorileri altında işlevde bulunuyor.
Bir tür ‘küçük güzeldir’ mentalitesi altında, insanî toplumu bütünleştirici
bir ‘insan doğası’ kavramının yerine, parçalanmış, atomik ya da monadik
zerreler halinde ayrışmış güçlü bireylerin etkin olduğu bir toplum anlayışı
geçiriliyor; felsefî tümellikler tarihin ve metafiziğin çöp sepetine atılması
gereken ‘büyük anlatılar’ (grands récits / grand narratives / meta-narratives) olarak
aşağılanıyor ve onların yerine atomik bireyin kendisini atomik birey olarak
tam bir serbestiyet içerisinde ifade etme şansına sahip olacağı ‘küçük
anlatılar’ın
(petits récits / little narratives) geçirilmesi öneriliyor. ‘Güzel’
artık özerk tekilliği içerisindeki bireyin ‘küçük anlatısı’nın perspektivine
göreli bütünüyle şahsî bir tercih konusuna dönüştürülüyor ve ‘Özel toplum,
güzel toplum!’da olduğu gibi kendi meşrulaştırımını daha öte akıl yürütmelere
gerek duymaksızın kendi özerk statüsü içerisinde taşıyan herhangi bir ‘dil
oyunu’nun nesnesi haline geliyor.
Bu
koşullarda büyük harfli ‘Kültür’le ve büyük harfli ‘Estetik’in ‘Kültür’ ile
bağıntısı ve ‘Kültür’ içerisindeki konumuyla ilgili felsefî bir araştırma
yapmak ve bu araştırmanın sonuçlarını akademik bir çalışma aracılığıyla
yazıya dökmek çok zor görünüyor, çünkü ortaya çıkan metnin de bizzat bir ‘dil
oyunu’ olarak ya da bir ‘dil oyunu’na katılan bir şey olarak algılanması kuvvetle
muhtemel. Fakat felsefe, bugünlerde insanlığın kurtarıcıları olarak görülen
çoğulculuğun (pluralism) ve
sezgiciliğin (intuitionism) iddialarının
tersine, çoğulculuk ve sezgicilik de dâhil, bizzat ‘dil oyunları’ teorisi de dâhil
tüm dil oyunlarının ortak olarak anlamlandırılabileceği ortak olarak
paylaşılabilen kriterler etrafında gerçekleştirilmesi gereken bir modern ‘Kültür’
ve ‘Estetik’ tarihi okuması taleb ediyor. Bu talebe kulakasmak belki pek moda
değil ama, elinizdeki çalışma gücü yettiğince az ya da çok felsefenin bu
talebine karşılık vermeye gayret ediyor, yani ‘Modern’ başlığı altına
sokulabilecek tek tek kültürel ürünleri, tek tek sanatçıları veya tek tek
eserleri kendi tekniğiyle çözümlemeye çalışmaktan çok, onların hepsinde ortak
olarak öne çıkan ideleri felsefî bir şekilde ortaya koyabilmeye uğraşıyor.
Bu
çalışma, kimilerine Descartes ve Rousseau gibi doğrudan estetikle ilgili bir mesaide
bulunmamış filozofları konuya dâhil ettiği için fazlasıyla safra yüklü, kimilerine
ise Burke, Schiller ve Nietzsche gibi neredeyse bütün mesaîlerini estetik’in
sorunlarına adamış filozofları dışarıda bıraktığı için fazlasıyla eksik ve
ortak olarak her iki gruptakilere de fazlasıyla gelişigüzel görünebilir.
Birinci gruptakilere cevabım: Modern düşüncenin, yalnızca estetiğe ilişkin
değil, fakat bilişsel, ahlâkî ve politik alanlar da dâhil genelde kültüre
ilişkin ortak bir referans çerçevesini gösterebilmeyi amaçladığım için, ilki
bilgi ikincisi ahlâk ve politika sorunlarında modern düşünceyi en saf haliyle
karakterize eden bu iki filozofa, Descartes’a ve Rousseau’ya yer açmayı
zorunlu gördüm. İkinci grubun itirazını ise daha haklı bulmakla birlikte,
sözgelimi Shaftesbury’de ve ‘moral duy(g)u’
ekolü içerisinde bir Burke’ü, Kant’ta bir Schiller’i ve Hume’da ve Rousseau’da bir Nietzsche’yi keşfetmek
kanımca pek zor olmayacağı için, herbirinin kendine özgü hakkı ve katkısı
saklı kalmak koşuluyla, gereksiz tekrarları da içerebilecek bir hacim
şişkinliğine yol açmamayı daha uygun buldum. Yine estetik, sanat ve güzellik
sorunlarına dair olağanüstü eserler miras bırakmış olmalarına rağmen, iki
filozof, Hegel ve Heidegger, bana bu çalışmada çizmeye çalıştığım modern
kültürel paradigmanın genel manzarası içerisine sığdıramadığım ve dolayısıyla bu çalışma çerçevesinde
hakkını veremeyeceğim önemli yönlere —özellikle antik sanata bakışlarında
ortaya çıkan yönler— sahip göründükleri için, kendilerine daha uygun düşecek
bir yerde ele alınmak üzere gelecekteki bir çalışmaya ertelendiler. Yine
temelde aynı sebeple, ama aynı zamanda özgül olarak burada hakkını
veremeyeceğimiz şekilde aralarındaki somut tartışma bağlamlarının ayrıntılı
ve zengin bir dökümü yapılmadıkça söylemlerinin anlaşılamayacağı sebebiyle,
kendileri olmaksızın ‘Marxist’ diye nitelenen bir estetik’in asla telaffuz bile
edilemeyeceği Lukács, Adorno, Marcuse, Benjamin gibi filozof ve düşünürleri ve onların
doğrudan mirasçılarını ve takipçilerini de bu çalışmaya ayrı bir bölüm
olarak dâhil etmedik. Nihayet bu çalışmada gerçekleştirdiğimiz, estetik sorunlar
çerçevesinde bir modern kültür okuması temelinde ayrı ve kapsamlı bir
araştırmanın konusunu oluşturacakları için, Habermas, Lyotard, Rorty, Derrida, Jameson gibi özellikle postmodern kültür sorunsalı
bakımından öne çıkan çağdaş filozof ve düşünürlere yalnızca bir kaç atıf
yapmakla yetindik.
Bu
çalışma, antik Yunan kültürüne ve postmodernism sorununa ayrılacak başka iki
çalışmayla tamamlanmayı bekleyen daha kapsamlı bir çalışmanın ilk adımı olarak
duruyor. Yukarıda andığımız filozofların büyük bir kısmı, zaten, yazmayı
tasarladığımız bu iki çalışmanın konusunu oluşturacakları ölçüde kendi
yerlerini bulacaklar. Bu yüzden bu çalışma, şimdilik yalnızca kendisine
koyduğu sınırlı hedefler dâhilinde okunmayı, değerlendirilmeyi bekliyor, umut
ediyor; fakat her şeye rağmen kendi içerisinde sahip olduğu bir bütünlük
iddiasından vazgeçmeden.
Son
olarak, çalışmamı sunmaya geçmeden önce, farkında olsun ya da olmasınlar, bu
çalışmanın ortaya çıkmasında kendimi borçlu ve müteşekkir gördüğüm bazı
insanların adlarını anmak istiyorum. Öncelikle, felsefî eğitimimi üstlenen ve
yeri geldikçe ayrı ayrı herbirinin etkisini kendimde duyduğum Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyelerine, hocalarıma; kurucumuz Prof.
Dr. Ahmet Arslan’a, Prof. Dr. Tülin Bumin’e, Kürşat Bumin’e, koşullar ne olursa
olsun her bakımdan dostluk desteğini eksik etmeyen Prof. Dr. Doğan Özlem’e ve
özellikle de lisans eğitimimden beri bana sahip çıkan, lisans tezimden bu âna
kadar tüm tez danışmanlıklarını üstlenen ve hâlâ da üstlenmekte olan Prof. Dr.
Taylan Altuğ’a; sonra, gerçekten de zor koşullara rağmen gelip eleştiri ve katkılarını
esirgemedikleri ve sunmuş olduğum tamamlanmamış çalışmayı tamamlanmaya layık
buldukları için jürimin üyeleri Prof. Dr. Afşar Timuçin’e, Prof. Dr. Adem Genç’e
ve Doç. Dr. Ahmet Cevizci’ye; son olarak ve başka herkesten çok da, okudukları,
araştırdıkları ve yazdıklarıyla beni derinden etkileyen ve bu sayede benim
çalışmamın gitmesi gerektiği yönün ufkunu açan eşim ve can dostum Solmaz Zelyût
Hünler’e borçluyum ve teşekkür ediyorum.
30.12.1997
Karşıyaka
– İZMİR
Hakkı Hünler
Estetik
ve sanat felsefesi konusundaki tezleriyle ve çalışmalarıyla Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde doktora derecesiyle tamamlanan akademik
eğitimini hâlen Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğretim
üyesi olarak sürdürmektedir. Yayınları arasında Estetiğin Kısa Tarihi
adlı bu kitabının ve çeşitli felsefe dergilerindeki makalelerinin yanısıra,
Hegel, Kojéve, Althusser, Adorno, Horkheimer, Bloch, Benjamin, Eagleton,
MacIntyre, Heidegger, Leo Strauss, Badiou, Rancière, Ricoeur, W. T. Jones gibi
düşünürlerin ve felsefe tarihçilerinin eserlerinden yaptığı çeviriler
bulunmaktadır.