• Stokta Yok
    Doğu Batı Sayı 24: Savaş ve Barış

Doğu Batı Sayı 24: Savaş ve Barış

  • 150,00 TL
  • 112,50 TL


  • Stok Durumu: Stokta Yok


Etiketler: dergiler

Cemal Bâli Akal
Masumlar Öldürülemez-Masumlar Öldürülebilir

Nur Bilge Criss
Barışı Olmayan Savaş

Halil İnalcık
Osmanlı’nın Avrupa ile Barışıklığı: Kapitülasyonlar ve Ticaret

Erhan Büyükakıncı
Uluslararası İlişkilerdeki Savaş İncelemelerinde ‘Tarih’in Metodolojik Araç Olarak Kullanımına Bir Bakış

Emre Bağce
Küresel Savaşların Eşiğinde Kant ve Hegel’i Yeniden Okumak

Mustafa Kibaroğlu
Kitle İmha Silahlarının Yayılması Sorunu ve Türkiye

Mehmet Ali Kılıçbay
Savaş ve Ekonomi

Ali L. Karaosmanoğlu
Kendi Kaderini Tayin, Ülke Bütünlüğü, Uluslararası İstikrar ve Demokrasi

Ertuğrul R. Turan
Batı Metafiziği ve Savaş

Faruk Bozgöz & Rüstem Erkan
Kabîle-Aşîret Asabiyet ve Savaş

Metin Yeğeneoğlu & Simten Coşar
Savaş ve Patriarka: Savaş ve Barışı Yeniden Düşünmek

Belkıs Ayhan Tarhan
Görmek, Gözlemek, Savaş ve Teknoloji

Dilruba Çatalbaş
Savaşı Aktarmak ve Anlamlandırmak: Gazeteciliğin Profesyonel Değerleri ve Yaygın Medyanın Tutumu

Gülgün Tuna
Uluslararası Örgütler ve Çevre

Çınar Özen
Global Siyasal Sistem ve Türkiye Üzerine Bir Değerlendirme

Orhan Güvenen
Türkiye 1 Ocak 1981’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’na Üye Olabilir miydi?

SAVAŞ GERÇEĞİ, BARIŞ İDEALİ

                                                  

Qui desiderat pacem, praeperat bellum
(Barış isteyen, savaşa hazırlansın)                                                            

Vegetius’a atfedilen Roma özdeyişi

 

Uygarlığın tecrübe ettiği ilk adımlar, Sümer kent devletlerinde tarım, zanaat ve su mühendisliği tekniklerinin gelişmesiyle atılmıştır. Aşağı Mezopotamya’da verimli ovalar boyunca kurulmuş kentler, iki tehlikeyle karşı karşıyaydı: Savunmaya elverişsiz coğrafya, dışta kuzey bozkırlarındaki istilâcıların ve Sami halklarının hedeflerine açıktı. İçerde ise birbirine komşu kentler, sınır ihlâlleri ve sulama kanalları anlaşmazlığı yüzünden kavgaya tutuşmuşlardı. Göz kamaştırıcı refah seviyesi ve zenginliğin mâruz kaldığı tehditlere karşılık Sümerliler’in düzenli savaş birliklerini oluşturması ve askerî örgütlenmeye gitmesi, savaşın hem meşrulaştırılmış mantığına, hem de savaşın uygarlığın doğuşuyla eşzamanlı bir süreç olduğuna ilişkin  verilebilecek örneklerden birisidir.

        Prusyalı General Carl von Clausewitz (1780-1831), savaşı ‘çok genişletilmiş bir düello’nun sadeliğiyle tanımlar: “Savaş, bir kuvvet kullanma eylemidir ve kuvvetin kullanılmasında hiçbir sınır yoktur, taraflar birbirlerini daha fazla kuvvet kullanmaya iterler; böylece (taraflar arasında) aşırılığa kaçması zorunlu bir karşılıklı etki doğar”.

        General Clausewitz, üç noktanın altını çizer: savaşın özünü doğal ve kör bir içgüdü, kin ve nefret kaplamıştır; savaşı bağımsız bir ruhsal faaliyete dönüştüren komutan ve orduların ihtirası, tesadüfler zincirine sonsuz bağlılıklarıdır, ve hükümetler, savaşı şiddet yoluyla politik araç olarak kullanmışlardır.

        Immanuel Wallerstein’ın tezine göre büyük uygarlıkların doğuşunu büyük savaşlar hazırlamıştır. Wallerstein’ın ‘savaş’ sözcüğüyle kastettiği, imparatorlukların sömürgecilik ve yayılmacılık teşebbüsleridir. Bu iddiayı kabul edersek, sömürgecilik tarihinin sıcak savaşların tarihinden çok daha uzun süreli ve kapsamlı olduğu söylenebilir. Nitekim, Yunan, Roma, Makedonya ve Pers imparatorluklarının Akdeniz havzası merkezli sömürge faaliyetleri, Eski Dünya’nın ana karakterini tayin etmiş, XV. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İtalya, ve Portekiz imparatorluklarının kıtalararası kolonileştirme ve ticarî yayılma rekabetleri, savaş tarihinin hafızasında silinmeyecek izler bırakmıştır.

        Barışın ancak savaşla tesis edileceği yönündeki eski bilgelik geleneği, ‘dünya hâkimiyeti’ projesini kendilerine ideal kılan büyük güçlerin bir rüyasıydı. Örneğin, Akdeniz dünyasında iki yüzyıl sağlanan Roma barışı (pax romana), Roma ordularının gölge ve himâyesi altında süren barış dönemiydi.

        Savaş ve barış diyalektiğine ait ünlü teleolojik yorumlar Batı düşüncesine hiç de yabancı değildi. Doğal ayıklanmayı savunan romantik ideologları saymasak bile, savaşın ‘uyarıcı bir güç’ taşıdığına inananların listesi bir hayli kabarıktır. İlerlemeci anlayışa göre, olumsuz bir tarihsel gerçeklik taşımalarına rağmen savaşlar, ekonomik, siyasî, kültürel ve demografik yönden toplumları kalkındırmışlardır.

        Fransız Devrimi’nden itibaren yeni hedefleri şiar edinen geniş kalabalıklar, özellikle Napoléon sonrası dönemde ulusal politikalara müdahil bir konuma yükseldi. Halkın, -ağırlıklı olarak mülk sahiplerinin- siyasete katılımıyla, savaşın çerçevesi genişledi. Başta, kentleşme-sanayileşme-bürokratikleşme üçlüsünün sancıları, Kilise Devletleri’nin parçalanışı ve papalık makamının itibar kaybı, milliyetçi, liberal ve sosyalist akımların canlanışı, Avrupa ve Amerika’daki iç savaşlar, köylü ayaklanmaları, kanlı baskınlar, doktor Guillotine (Giyotin)’in makinesinden geçirilen kafalar, evrenin büyüsünün bozulmasına tanıklık eden püriten ahlâkı, Balzac’ın romanlarında tasvir edilen burjuvazinin lüks ve sefahati ve bunun yoksullar üzerindeki buruk etkisi, savaşın ‘ancien régime’e ait bilinen içeriğini, temel dinamik ve stratejilerini tamamiyle değiştirmiştir.

        Bütün dünyada yankılanan bu hızlı ve kapsamlı değişimlerin ağır bedelleri ancak XX. yüzyılda ödenmiştir. Savaş ve teknolojideki gelişmelerle birlikte XX. yüzyıl, savaş literatürünün zenginleştiği, en uç noktalara tırmandığı bir aşırılıklar çağına tanık olmuştur.

        Valéry’nin “İnsanlık-dışının geleceği parlaktır” deyişini haklılaştırırcasına geçtiğimiz yüzyıl milyonların ölümüyle sonuçlanan iki dünya savaşını yaşadı. Nazi teorisyenlerince ‘aylaklar yığını’na karşı geliştirilen pangermanik kökenli ‘topyekûn savaş’ kavramı icat edildi. Bu mantığa istinaden kitleler sistematik bir biçimde ırkçılık ve soykırım vebasıyla imhâ edildi. Atom bombası, nükleer-biyolojik-kimyasal silahlar kullanıldı. Silah tâcirlerinin karanlık arka mutfaklarında terörizm trajedileri sahnelendi. Kapitalizmin belki de en büyük günahı, şiddet haplarıyla gündelik yaşamlarını idame ettirme alışkanlığını insanlara vermiş olmasıydı.

        Özetle, bugün, uluslararası çevrelerde savaşın bir gerçeklik ve barışın daha çok bir ideal olarak ele alınmasında bu tarihsel verilerin anılmaya değer olduğu söylenebilir.


Taşkın Takış