• Stokta Yok
    Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

  • 26,00 TL
  • 18,20 TL


  • Stok Durumu: Stokta Yok

Yirmi dört saatlik bir zaman diliminde yaşananların yankısı belki bir ömür devam eder. Tutkuların, saplantıların, iyilik yapma duygusunun, anlık çılgınlıkların yol açtığı izler öyle kolay silinmez. Sessizlik ve sırrın kişiyi bağladığı ketumluk ancak bir süre devam edebilir. Ve bir an gelir, insan hiç tanımadığı bir yabancıya bile geçmişin acı hatırasını bir solukta anlatıverir.

Konforlu ve rahat, aynı zamanda çok hareketli bir yaşam süren kibar sınıfın o dönemdeki gözdesi Monte Carlo’da geçen hikâyede, ikiyüzlü ve sahte burjuva yaşamının öldürdüğü benliklerin canlanmak, hayat bulmak için tutkuların, içgüdülerin oynadığı rol çok daha iyi görülüyor. Kendilerindeki hareketsizliği örtmek için başkalarının yaşantısına kulak kesilmekle kalmaz, hattâ başkalarının yaşantısına müdahil bile olur kişi. Kumar tutkusu içindeki bir genç ve onu kapıldığı girdaptan kurtarmak isteyen, eşini kaybetmiş, başıboş seyahatler yapan bir kadın… Özellikle uç durumlarda insan hallerini resmekte usta Zweig, içgüdüleri ve tutkuları ortaya çıkartan koşulları kısa, yoğun ve eşsiz bir anlatımla, derinlemesine okuyucuya aktarmaktadır.


  • Yazar: Stefan Zweig
  • Kitabın Başlığı: Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
  • Almanca Özgün Metin: Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau
  • Çeviren: Gülperi Sert [Almanca]
  • Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 172; Edebiyat Dizisi - 37
  • Basım Bilgileri: 1. Basım: Nisan 2017
  • Sayfa Sayısı: 79
  • ISBN: 978-625-8123-35-7
  • Boyutları: 14 x 21
  • Kapak Resmi: "Altın Gözyaşları", Gustav Klimt.

KİTAP HAKKINDA

 

Hiç alışılmadık bir konunun ele alındığı eserde tutkunun çarkına kapılmış, duygusal açıdan son derece ilginç kişiler ve Zweig’ın muhteşem karakter analizini görüyoruz. Bir insan hayatı boyunca sürdürdüğü yaşamının aksine bambaşka biri olabilir mi, içinde yaşadığı geleneksel dünyasına sırtını dönüp, sonuçlarını düşünmeden yirmi dört saati istediği gibi yaşayabilir mi? Zweig’ın 1927 yılında yazdığı ve onun en çok tanınan, en çok okunan eserlerinden biri olan Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’in ana teması bu. Eser 1931, 1953, 1968 ve 2002 yıllarında filme çekilmiştir. Eserin ilk Türkçe çevirisi 1970 yılında Burhan Arpad tarafından Cem yayınlarında çıkmıştır. Benim de ilk kez 2009 yılında Can Yayınlarına yaptığım çevirim 2016 yılına kadar 15 baskı yapmıştır. Günümüzde Zweig’ın tüm diğer kitapları gibi bu eseri de Türk yayınevlerinin yayın programında yer almaktadır.

Özgün başlığı Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau olan eser bir novelladır. Latince “yeni” anlamına gelen “novus” sözcüğünden türetilmiş olan novella İtalyancada “yenilik” anlamına gelir ve Giovanni Boccaccio’nun Decameron adlı öyküsü novella türünün öncüsü sayılır.

Öyküden daha kısa nesir türü olarak bilinen ve okuru kısa bir girişle olayın içine çeken novellanın öyküden farkı, merkezdeki çatışmayı tutarlı bir şekilde işlemesidir. Rastlantı novellada çok önemli bir yere sahiptir. Eserde de farklı milletlerden insanlar tesadüfen bir araya gelirler. Genel olarak novellada Çerçeve-Anlatım tercih edilir ve ana olay Çerçeve-Anlatıma dahil edilir. Bu eserde de iç içe girmiş iki öykünün yer aldığı Çerçeve-Anlatım görmekteyiz. Eserin dış çerçevesini oluşturan birinci öykü Monte Carlo yakınlarında bir sahil kasabasındaki pansiyonda kalan insanların orada geçirdikleri günlük yaşamlarıdır.

Geriye dönüş tekniğiyle anlatılan Çerçeve-Anlatımın ikinci öyküsü ya da iç öyküsü diyebileceğimiz öykü, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’in de ana temasını oluşturan öyküdür. Bu öykünün ana kahramanı pansiyonda kalan misafirlerden yaşlı, zarif İngiliz Mrs. C.’dir. Mrs. C., kendisi de pansiyondaki misafirlerden biri olan Ben-Anlatıcıya yirmi beş yıl önce yaşadığı bir olayı anlatır.

Kahramanları çoğu kez tecrit edilmiş, dışlanmış ve iletişimsizlik nedeniyle acı çeken insanlar olan novellanın bir diğer özelliği gerilim içermesi, bu gerilimin tıpkı dramdaki gibi tırmanması, bir dönüm noktasının olmasıdır. Bu nedenle Theodor Storm yapısı ve kompozisyonu açısından novellayı “Dramın kız kardeşi” olarak nitelendirmiştir. Alman edebiyatının bir başka büyük ustası Goethe 1827’de Johann Peter Eckermann ile yaptığı bir görüşmede novellada “daha önce hiç duyulmamış, ender rastlanan, ender yaşanan bir olayın” anlatıldığını söyler. Çerçeve anlatımın “iç öyküsü” olan Mrs. C.’nin öyküsünde tam da böyle bir olay anlatılır. Öyküye adını veren yirmi dört saat ve o yirmi dört saatte yaşadıkları Mrs. C.’de hayatı boyunca unutamayacağı derin izler bırakmıştır.

 

Gülperi Sert
İzmir, Nisan 2017

 

STEFAN ZWEIG HAYATI VE ESERLERİ

 

Stefan Zweig, yirmili ve otuzlu yıllarda Alman dilinin en çok okunan yazarlarından biri olmuştur. Kitaplarının baskısı milyonlara ulaşmış ve yapıtları elliyi aşkın dile çevrilmiştir. Die Welt von Gestern (Dünün Dünyası) (1942) başlıklı otobiyografisinde, “... bir gün Cenevre Milletler Cemiyeti’nin yayını Cooperation Intellectuelle’in yaptığı bir istatistikte dünyanın en çok çevirisi yapılan yazarı olduğumu okudum...” der gururla.

Stefan Zweig çok üretken bir yazardı; şiirler, sanat ve kültür yazıları, meslektaşlarının yazmış olduğu yapıtlara önsözler, çeviriler, öyküler, biri bitmiş, ikisi tamamlanmamış üç roman, biyografiler, monografiler, denemeler, tiyatro oyunları ve söylenceler ve bir de libretto yazmıştır. Ayrıca sayısı 20.000 ile 30.000’i bulan mektubu vardır. 20. yüzyılın birinci yarısında Alman edebiyatının en çok mektup yazan yazarları arasındadır.

Thomas Mann, Stefan Zweig hakkında şunları söyler: “Onun yazın dünyasındaki ünü dünyanın öbür ucuna kadar ulaşabilmiştir. Fransız ve İngiliz yazınıyla karşılaştırıldığında, Alman yazınının oldukça az ilgi görmesi göz önünde bulundurulursa, hayli dikkat çekici bir durum. Belki de Erasmus’tan bu yana hiçbir yazar Stefan Zweig kadar ün kazanmamıştır.” Ancak Yahudi kökenli Zweig’ın kitaplarının çoğu Nazi döneminde yakılmış ve kütüphanelerden çıkarılmıştır. Bu tür baskılar Alman dilinin konuşulduğu bölgelerde yazarın etkinliğini zayıflatmıştır.

Stefan Zweig’ın babası Moritz Zweig tekstil işletmesi olan zengin ve başarılı bir işadamı, okumuş, görgülü, İngilizce  ve Fransızca bilen, müzikle ilgilenen, saygın, sade, mesafeli bir kişiliği olan bir insandı. Annesi Ida (Brettauer) Yahudi bir banker ailesinin kızıydı. Aristokrat bir aileden gelmenin gurur ve önyargısını taşıyan, gösterişi ve zenginliği seven bir kadındı.

Stefan Zweig 20 Ekim 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Lisede başarılı bir öğrenciydi ve kültür ve sanata çok meraklıydı, Hofmannsthal’i çok beğenir, ondan övgüyle söz ederdi. Hoffmannsthal ise onun kendi edebî yaratıcılığını birtakım yazınsal yöntemlerle taklit ettiğini iddia ederdi. Zweig anılarında bu kişisel çekişmelerden söz etmez. Çünkü onun doğası, uyumsuzlukları dengeleyen, beraberlik ruhu taşıyan, başka dünya görüşlerinin ve fikirlerinin de olduğunu kabul eden bir öze sahiptir. Fikir çatışmalarından, bir şeyin baskıyla kabul ettirilmesinden, her türlü saldırıdan ve politik kavgalarda açıkça taraf tutulmasından uzak durmuştur. Daha doğrusu Stefan Zweig kendisini politik ve sosyal konularda taraf tutmak için yetkili görmezdi, aslında bunu istiyor da değildi, çünkü politikaya girmeyi hep reddetmiştir. Politikayla ve dogmayla ilgili şeyler onun için hep aynıdır, ikisinden de hiç hoşlanmaz. Bir kez bile oy kullanmamıştır. Bu tutumuyla Zweig yalnız değildir. Politik yaşamdan uzak durmak 1933 yılından önce ve sonraki dönemde birçok burjuva aydınının tipik bir davranışıdır. Genç Zweig ve arkadaşları politikayla ilgilenmek yerine kitaplara, müziğe, resimlere ilgi duyarlar, kozmopolit yapısıyla yaşlı imparatorluk kenti Viyana’nın sıkıntısız ve çekici yaşamın tadını çıkarırlardı.

Zweig daha lise yıllarındayken şiir ve öykü yazmaya başlar. Bu dönemde çeşitli gazete ve dergilerde 300 ile 400 kadar şiiri yayımlanır. Yazılarıyla dikkat çeken Zweig henüz yirmi yaşındayken Viyana’nın en önemli gazetelerinden Neue Freie Presse’de yazmaya başlar ve otuz yılı aşkın bir süre bu gazetede makaleleri ve araştırma yazıları çıkar. Viyana’da başladığı felsefe ve edebiyat bilimi eğitimine Berlin’de devam eder. Burada ilk şiir kitabı Silberne Saiten (Gümüş Teller) (1901) ve ikinci şiir kitabı Die Frühten Kranze (Erken Dönem Çelenkleri) (1906) yayımlanır. Biçim ve konu açısından buradaki şiirleri Goethe, Heine, Hofmannsthal ve Rilke’yi anımsatır. Yeni romantik ve dışavurumcu öğeler iç içedir. Çok sonra kendi şiirini olgunlaşmamış, aşırı duygu yüklü olarak niteler hattâ çok sert bir şekilde eleştirir. Dostu Richard Dehmel’in önerisiyle dildeki ifade olanaklarını geliştirmek ve ustalaşmak için çeviriye başlar, Baudelaire ve Verlaine’den çeviriler yapar.

Üniversite yıllarında başlayan seyahat merakı tüm yaşamı boyunca sürer. Çıktığı dünya gezilerinde yazın çalışmalarına malzeme arar, dostluklar edinir. Örneğin Paris’teyken Rilke’yle tanışır, Moskova’da Maksim Gorki ile dostluk kurar. Varsıl bir aileden gelen Zweig yaşamı boyunca servetini ihtiyacı olanlarla paylaşmıştır. Paris’te tanıştığı Ernst Weiss ve Nice’te karşılaştığı Joseph Roth yardım ettiği insanlardan sadece ikisidir. Hermann Kesten onunla ilgili olarak, “O, tam anlamıyla birçok insanın hayatını kurtarmıştır,” der.

Zweig anılarında üç yaşamından bahseder. İlk yaşamı tahminen 1914 yılında son bulur, ikincisi ise Nasyonal Sosyalistlerin iktidara geçmesiyle, üçüncüsü ise 1933’te başlayıp içinde yaşadığı dönemde, 1939’da sona erer. Yazarın anılarından yola çıkarak yazdığı Dünün Dünyası (1942) dar anlamda bir özyaşamöyküsü değildir. Zweig kendi kaderini değil, ait olduğu kuşağın deneyimlerini ve onların yaşamla ilgili duygularını ve bir dönemin anatomisini yansıtır: Amacı, kaybolmuş bir yaşam tarzının belgeselini çıkarmak ve Avrupa uygarlığının çok şey borçlu olduğu çökmüş bir imparatorluğa tanıklık etmektir.

Stefan Zweig bazen okuduğu şeylerden de ilham alırdı. Örneğin İlyada’yı okurken tiyatro oyununu yazmasına esin kaynağı olan bir bölüme rastlar, Tersites (1907) bu şekilde ortaya çıkar. Bunu Der verwandelte Komödiant (Dönüşmüş Komedyen) (1913), Das Haus am Meer (Deniz Kenarındaki Ev) (1912), Legende eines Lebens (Bir Yaşam Söylencesi), Das Lamm des Armen (Yoksulun Kuzusu) (1939) takip eder. Zweig tür olarak düzyazıyı, düzyazıda da öyküyü tercih eder. Erstes Erlebnis (İlk Deneyim) (1911) başlıklı öykü kitabı dört öyküden oluşur: “Geschichte der Daemmerung” (Alacakaranlık Öyküsü), “Die Gauvernante” (Mürebbiye), “Brennendes Geheimnis” (Yakan Sır) ve “Sommernovelette” (Yaz Noveli).

Zweig için insanın yaratıcılığı insana ilişkin en önemli şeydir. Özellikle öncüleri ve kâşifleri, teknik ve bilim adamlarını bu tasarım içinde düşünür (Macellan, Amerigo). Bu insanlar, insanlığın gelişimine katkıda bulunmuş kişilerdir ve kahraman niteliklerine sahiptirler.

Askerliğini Viyana’daki savaş arşivinde yapan Zweig, bu tarihlerde “edebiyatçılar grubu”na katılır. Savaşın yerle bir ettiği Galiçya’da geçirdiği günler onun en travmatik deneyimleridir. Burada gördüklerini anlattığı öyküsü “Der Zwang (Zorlama) da savaş karşıtı görüşlerini vurgular.

Bir deneme ustası olan Zweig 1920-1928 yılları arasında “Dünya Fikir Mimarları” dizisini [Üç Usta. Balzac, Dickens, Dostoyevski (1920), Kendileriyle Savaşanlar. Hölderlin, Kleist, Nietzsche (1925) ve Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar. Casanova, Stendhal, Tolstoy (1928)] tamamlar. Zweig, biyografik denemelerinin, geçmişteki düşmanlıkların aşılmasına ve ulusların gelecekteki akıl-kültür birliğini kurmaya katkı olacağını düşünmüştür. Yazdığı bu denemelerde ele aldığı yazarların karakterlerini ve yapıtlarını incelerken onlara duyduğu hayranlığı gizlemez ancak eleştirel analizler yapmaktan da çekinmez.

Öykülerinin kahramanları ise dizginleyemedikleri tutkularıyla aşırı olaylar yaşayan insanlardır. Novellen der Leidenschaf (Tutku Öyküleri) (1922) kitabının başındaki “Der Amoklaeufer” (Amok Koşucusu) yazarın en bilinen öyküsüdür. “Dünya Fikir Mimarları” dizisinde olduğu gibi yazar bu dizide de bir tür tipoloji vermeye çalışır. Öykülerindeki tipler egemen güçlerin boyunduruğu altına girmiştir. Zamanla tüm varlıkları için belirleyici olan tek bir tutku, uyanan bütün duyguların, gösterilen çabaların, güdülen amaçların karşısında üstün duruma geçer. “Verwirrung der Gefühle” (Karışık Duygular) (1927) başlıklı uzun öyküsünde yazar ruhsal uçurumları ve karşı konulmaz içgüdüleri anlatır, ama aynı zamanda sıra dışı insanı ikiyüzlülüğe zorlayan toplumu eleştirir.

Zweig’ın novellerinin merkezinde, olayların ortasında beklenmedik bir dönüm noktası oluşturan ve sıradan olaylara bir ışık tutan “o an’a kadar duyulmamış bir olay” vardır. Böylece bilinen bağlantılar birdenbire yeni ve ilginç bir görünüme bürünür. O an’a kadar gizli kalmış olay açığa çıkar. Psikolojiyle ilgili merak giderilir ve dramatik gerilim yaratılır. Zweig özellikle geç dönem öykülerinde anlatılan olaylara mesafeli olmasına yarayan çerçeve ve iç anlatımı tercih eder. Erken dönem öykülerinde iç monolog ve diyalog baskınken, olgunluk dönemindeki öykülerinde geriye dönüş tekniğini tercih eder.

Sternstunden der Menschheit (İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar) (1927) adlı öykü kitabında yazarın amacı insanlık tarihinde, sonuçları gelecek yüzyılların durumu belirleyecek bir kararın verildiği bazı gerilimli zaman dilimlerini anlatabilmektir.

Fouché Bir Politikacının Portresi (1929) başlıklı eseri bir biyografi olup Zweig bu eseriyle, politik insanın tipolojisine bir katkıda bulunmak istemiştir. Bu eserle kamuoyunu savaşın geride bıraktığı etkilere, cesareti kırılmış, dengesi bozulmuş Orta Avrupa ülkelerinde gittikçe daha belirginleşmeye başlayan güncel tehlikelere karşı uyarmak istemiştir. Zweig’ın bir başka biyografisi gene bir siyasi kişilik üzerinedir. Marie Antoinette. Bildnis eines mittleren Charakters (Marie Antoinette. Sıradan Bir Karakterin Portresi) (1932). Maria Theresias’ın kızını ait olduğu sınıfın ve içinde yaşadığı dönemin sıradan bir temsilcisi olarak anlatır, düşüncesiz, aklı hep eğlencede, sefa düşkünü fakat iyi huylu, dürüst bir aristokrat olarak betimler. Diğer bir biyografi çalışması Maria Stuart’tır (1935). Bu İskoç kraliçesinin yaşamı, asılmasıyla ilgili belgeler merakını uyandırır. Maria Stuart’ın gerçekte nasıl bir insan olduğunu, başına gelenleri ve işlediği suçun ne olduğunu öğrenmek için araştırmaya başlar. Anlatılan öykülerden birinden yola çıkar ve Maria Stuart’ı yazar.

Zweig’ın yazdığı edebî biyografiler Ranke’nin dediği gibi bilimsel-tarihsel betimlemeler değildir, büyük insanların ve büyük olayların, tarihin acımasız mantığından yola çıkarak değil de, özel bir psikolojiden yola çıkarak aydınlatıldığı bu karışık edebî türü yazar açık olarak reddetmesine rağmen, onlar biyografik roman türüne dâhildir.

Örtülü bir otoportre olan Rotterdam’lı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi (1934) adlı eserinde Zweig, geç dönem ortaçağ hümanisti, yenilikler ve kilise öğretisi arasında çıkan savaşta, aklın yanında yer alan Erasmus von Rotterdam’ı ilk Avrupalı, ırk, din, ulus sınırlarını aşmış aristokrat bir ruh olarak çizer. Brezilya’ya yaptığı gezi esnasında tasarladığı Magellan. Der Mann und seine Tat (Macellan, Kişiliği ve Başarısı) 1938’de yayımlanır. Macellan’ı bütün insanlığın hizmetindeki barışçıl kahramanlardan biri olarak gören Zweig, bu cesur adamın hakkını vermek istemiştir.

1938 Şubat’ında Hitler’in ültimatomu, Avusturya Cumhurbaşkanı Schuschnigg’i istifaya zorlar ve 12 Mart günü Alman ordusu Avusturya’ya girer. Hitler Avusturya’nın Alman İmparatorluğu’na bağlanmasını ister. Olaylar Zweig’ı derinden yaralar. O tarihe kadar yarı sürgündü, istediği zaman Salzburg ya da Viyana’ya gidebiliyordu. Şimdi ise bir mültecinin kaderini yaşamak zorundadır. Bu dönemde yayımlanan romanı Ungeduld des Herzens’de (Merhamet) çökmüş Habsburg Monarşisi’ne duyulan özlemi işler.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İngiltere’de bulunan Zweig ve hayat arkadaşı Lotte evlenirler. Ancak Zweig kendini dışlanmış, yabancı bir ulus tarafından sadece tahammül edilen biri gibi hisseder. En çok üzüldüğü şey de Almanca konuşulan ülkelere gidemeyecek oluşudur. 1940 yılında eşiyle birlikte uzun çabalar sonucu ve dostlarının yardımları sayesinde İngiliz vatandaşlığına geçer. Ancak Hitler İngiltere’yi de tehdit etmektedir. Bir konferans daveti alan Zweig 1940 yılı başında eşiyle birlikte Güney Amerika’ya gider. Bu onlar için dönüşü olmayan bir yolculuktur.

New York’tan sonra eşiyle Rio’ya giden Zweig burada otobiyografisi Die Welt von Gestern (Dünün Dünyası) için sakin bir ortam bulur. Buenos Aires’te Arjantin dışişleri bakanı tarafından karşılanır. Zweig her türlü resmî ödülü reddeder, onun yerine bakandan üç Alman mülteci için vize ister, dileği yerine getirilir. Vatanındaki insanların korkunç kaderleriyle ilgili haberler onu karamsarlığa ve umutsuzluğa iter. Yaşama gücünü çalışmalarında arar ve 1941’de Amerigo. Die Geschichte eines historischen Irrtums (Amerigo. Tarihî Bir Yanılgının Öyküsü) adlı kitabını yazar. Hemen arkasından çok şey borçlu olduğu Brezilya’ya konuk armağanı olarak Brazilien. Ein Land der Zukunft (Brezilya. Geleceğin Ülkesi) başlıklı kitabını yazar. Aynı yıl konusu o gün de bugün de güncel olan, acımasız şiddetin baskısı karşısındaki insanın özgürlüğünü nasıl savunabileceğini işlediği Schachnovelle (Satranç) (1941) adlı eserini bitirir. Bu eserin son bölümü yazarın altüst olan psikolojik durumunu da gözler önüne sermektedir. Teselli bulmak için Goethe, Homeros, Shakespeare okur. Bu arada Montaigne’in Denemeler’ine dalar. Etkilendiği şey Montaigne’in ölüm karşısındaki tutumu ve gönüllü ölümü en güzel ölüm olarak nitelendirmesidir.

23 Şubat 1942’de Zweig ve ikinci eşi Elisabeth Charlotte uyku hapı içerek intihar ederler. Brezilya dostu yazarın cenazesi için devlet töreni yapılır. Zweig’ın intiharı büyük yankı uyandırır. Hitler Almanya’sının ve onun müttefiklerinin dünyayı tehdit edici boyuttaki başarıları Zweig’ı derin bir ümitsizliğin içine düşürmüş, sonunda insanlığa olan inancını yitirmesine neden olmuştur. Altmış altı yıllık yaşamında hemen her kitabıyla büyük başarı elde eden, yapıtları başka dillere en çok çevrilen ve yaşarken ünü yakalayan ender yazarlardan biri olan Zweig, yarattığı birçok figür gibi gönüllü ölümü seçmiştir.

 

Gülperi Sert
İzmir

 

Stefan Zweig

1881 yılında Viyana’da doğdu. Babası varlıklı bir sanayiciydi. Avusturya, Fransa ve Almanya’da öğrenim gördü. Savaş karşıtı kişiliğiyle dikkat çekti. 1919-1934 yılları arasında Salzburg’da yaşadı, Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg’u terk etmek zorunda kaldı. 1938’de İngiltere’ye, 1939’da New York’a gitti, birkaç ay sonra da Brezilya’ya yerleşti. Önceleri Verlaine, Baudelaire ve Verhaeren çevirileriyle tanındı, ilk şiirlerini ise 1901 yılında yayımladı. Çok sayıda deneme, öykü, uzun öykünün yanısıra büyük bir ustalık­la kaleme aldığı yaşamöyküleriyle de ünlüdür. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu yoğun ilgi, Zweig’ın derin karakter incelemelerinde kendisini gösterir. Özellikle tarihsel karakterler üzerine yazdığı yorumlar ve yaşamöyküleri, psikolojik çözümlemeler bakımından son derece zengindir. Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü siyasi durum yüzünden insanlığın geleceği konusunda umutsuzluğa düşerek 1942 yılında karısıyla birlikte intihar etti.

Gülperi Sert

1959’da İskenderun’da doğdu. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğ­­rafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nı bitirdi. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde görev yaptıktan sonra, 1998’de Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Mütercim Tercümanlık Bölümü’nü kurdu. Halen aynı fakültede Mütercim-Tercümanlık Bölüm Baş­kanlığı’nı ve Almanca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanlığı’nı eşzamanlı olarak yürütmektedir. Friedrich Nietzsche, Franz Kafka, Stefan Zweig gibi yazarların yapıtlarını dilimize kazandırmıştır.