Yirmi dört saatlik bir zaman diliminde yaşananların yankısı belki bir ömür devam eder. Tutkuların, saplantıların, iyilik yapma duygusunun, anlık çılgınlıkların yol açtığı izler öyle kolay silinmez. Sessizlik ve sırrın kişiyi bağladığı ketumluk ancak bir süre devam edebilir. Ve bir an gelir, insan hiç tanımadığı bir yabancıya bile geçmişin acı hatırasını bir solukta anlatıverir.
Konforlu ve rahat, aynı zamanda çok hareketli bir yaşam süren kibar sınıfın o dönemdeki gözdesi Monte Carlo’da geçen hikâyede, ikiyüzlü ve sahte burjuva yaşamının öldürdüğü benliklerin canlanmak, hayat bulmak için tutkuların, içgüdülerin oynadığı rol çok daha iyi görülüyor. Kendilerindeki hareketsizliği örtmek için başkalarının yaşantısına kulak kesilmekle kalmaz, hattâ başkalarının yaşantısına müdahil bile olur kişi. Kumar tutkusu içindeki bir genç ve onu kapıldığı girdaptan kurtarmak isteyen, eşini kaybetmiş, başıboş seyahatler yapan bir kadın… Özellikle uç durumlarda insan hallerini resmekte usta Zweig, içgüdüleri ve tutkuları ortaya çıkartan koşulları kısa, yoğun ve eşsiz bir anlatımla, derinlemesine okuyucuya aktarmaktadır.
- Yazar: Stefan Zweig
- Kitabın Başlığı: Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
- Almanca Özgün Metin: Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau
- Çeviren: Gülperi Sert [Almanca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 172; Edebiyat Dizisi - 37
- Basım Bilgileri: 1. Basım: Nisan 2017
- Sayfa Sayısı: 79
- ISBN: 978-625-8123-35-7
- Boyutları: 14 x 21
- Kapak Resmi: "Altın Gözyaşları", Gustav Klimt.
KİTAP HAKKINDA
Hiç alışılmadık bir
konunun ele alındığı eserde tutkunun çarkına kapılmış, duygusal açıdan son
derece ilginç kişiler ve Zweig’ın muhteşem karakter analizini görüyoruz. Bir
insan hayatı boyunca sürdürdüğü yaşamının aksine bambaşka biri olabilir mi,
içinde yaşadığı geleneksel dünyasına sırtını dönüp, sonuçlarını düşünmeden yirmi
dört saati istediği gibi yaşayabilir mi? Zweig’ın 1927 yılında yazdığı ve
onun en çok tanınan, en çok okunan eserlerinden biri olan Bir Kadının
Yaşamından Yirmi Dört Saat’in ana teması bu. Eser 1931, 1953, 1968 ve 2002
yıllarında filme çekilmiştir. Eserin ilk Türkçe çevirisi 1970 yılında Burhan
Arpad tarafından Cem yayınlarında çıkmıştır. Benim de ilk kez 2009 yılında Can
Yayınlarına yaptığım çevirim 2016 yılına kadar 15 baskı yapmıştır. Günümüzde
Zweig’ın tüm diğer kitapları gibi bu eseri de Türk yayınevlerinin yayın
programında yer almaktadır.
Özgün başlığı Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau
olan eser bir novelladır. Latince “yeni” anlamına gelen “novus” sözcüğünden
türetilmiş olan novella İtalyancada “yenilik” anlamına gelir ve Giovanni Boccaccio’nun
Decameron adlı öyküsü novella türünün öncüsü sayılır.
Öyküden daha kısa nesir türü olarak bilinen ve okuru kısa bir
girişle olayın içine çeken novellanın öyküden farkı, merkezdeki çatışmayı
tutarlı bir şekilde işlemesidir. Rastlantı novellada çok önemli bir yere
sahiptir. Eserde de farklı milletlerden insanlar tesadüfen bir araya gelirler.
Genel olarak novellada Çerçeve-Anlatım tercih edilir ve ana olay
Çerçeve-Anlatıma dahil edilir. Bu eserde de iç içe girmiş iki öykünün yer
aldığı Çerçeve-Anlatım görmekteyiz. Eserin dış çerçevesini oluşturan birinci
öykü Monte Carlo yakınlarında bir sahil kasabasındaki pansiyonda kalan
insanların orada geçirdikleri günlük yaşamlarıdır.
Geriye dönüş tekniğiyle anlatılan Çerçeve-Anlatımın ikinci öyküsü
ya da iç öyküsü diyebileceğimiz öykü, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’in
de ana temasını oluşturan öyküdür. Bu öykünün ana kahramanı pansiyonda
kalan misafirlerden yaşlı, zarif İngiliz Mrs. C.’dir. Mrs. C., kendisi de
pansiyondaki misafirlerden biri olan Ben-Anlatıcıya yirmi beş yıl önce yaşadığı
bir olayı anlatır.
Kahramanları çoğu kez tecrit edilmiş,
dışlanmış ve iletişimsizlik nedeniyle acı çeken insanlar olan novellanın bir
diğer özelliği gerilim içermesi, bu gerilimin tıpkı dramdaki gibi tırmanması,
bir dönüm noktasının olmasıdır. Bu nedenle Theodor Storm yapısı ve kompozisyonu
açısından novellayı “Dramın kız kardeşi” olarak nitelendirmiştir. Alman edebiyatının
bir başka büyük ustası Goethe 1827’de Johann Peter Eckermann ile yaptığı bir
görüşmede novellada “daha önce hiç duyulmamış, ender rastlanan, ender yaşanan
bir olayın” anlatıldığını söyler. Çerçeve anlatımın “iç öyküsü” olan Mrs.
C.’nin öyküsünde tam da böyle bir olay anlatılır. Öyküye adını veren yirmi dört
saat ve o yirmi dört saatte yaşadıkları Mrs. C.’de hayatı boyunca unutamayacağı
derin izler bırakmıştır.
Gülperi Sert
İzmir, Nisan 2017
STEFAN ZWEIG HAYATI VE ESERLERİ
Stefan Zweig, yirmili ve
otuzlu yıllarda Alman dilinin en çok okunan yazarlarından biri olmuştur.
Kitaplarının baskısı milyonlara ulaşmış ve yapıtları elliyi aşkın dile
çevrilmiştir. Die Welt von Gestern (Dünün Dünyası) (1942) başlıklı
otobiyografisinde, “... bir gün Cenevre Milletler Cemiyeti’nin yayını Cooperation
Intellectuelle’in yaptığı bir istatistikte dünyanın en çok çevirisi yapılan
yazarı olduğumu okudum...” der gururla.
Stefan Zweig çok üretken bir yazardı; şiirler, sanat ve kültür
yazıları, meslektaşlarının yazmış olduğu yapıtlara önsözler, çeviriler,
öyküler, biri bitmiş, ikisi tamamlanmamış üç roman, biyografiler, monografiler,
denemeler, tiyatro oyunları ve söylenceler ve bir de libretto yazmıştır. Ayrıca
sayısı 20.000 ile 30.000’i bulan mektubu vardır. 20. yüzyılın birinci yarısında
Alman edebiyatının en çok mektup yazan yazarları arasındadır.
Thomas Mann, Stefan Zweig hakkında şunları söyler: “Onun yazın
dünyasındaki ünü dünyanın öbür ucuna kadar ulaşabilmiştir. Fransız ve İngiliz
yazınıyla karşılaştırıldığında, Alman yazınının oldukça az ilgi görmesi göz
önünde bulundurulursa, hayli dikkat çekici bir durum. Belki de Erasmus’tan bu
yana hiçbir yazar Stefan Zweig kadar ün kazanmamıştır.” Ancak Yahudi kökenli
Zweig’ın kitaplarının çoğu Nazi döneminde yakılmış ve kütüphanelerden çıkarılmıştır.
Bu tür baskılar Alman dilinin konuşulduğu bölgelerde yazarın etkinliğini
zayıflatmıştır.
Stefan Zweig’ın babası Moritz Zweig tekstil işletmesi olan zengin
ve başarılı bir işadamı, okumuş, görgülü, İngilizce ve Fransızca bilen, müzikle ilgilenen,
saygın, sade, mesafeli bir kişiliği olan bir insandı. Annesi Ida (Brettauer)
Yahudi bir banker ailesinin kızıydı. Aristokrat bir aileden gelmenin gurur ve
önyargısını taşıyan, gösterişi ve zenginliği seven bir kadındı.
Stefan Zweig 20 Ekim 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Lisede
başarılı bir öğrenciydi ve kültür ve sanata çok meraklıydı, Hofmannsthal’i çok
beğenir, ondan övgüyle söz ederdi. Hoffmannsthal ise onun kendi edebî
yaratıcılığını birtakım yazınsal yöntemlerle taklit ettiğini iddia ederdi.
Zweig anılarında bu kişisel çekişmelerden söz etmez. Çünkü onun doğası,
uyumsuzlukları dengeleyen, beraberlik ruhu taşıyan, başka dünya görüşlerinin ve
fikirlerinin de olduğunu kabul eden bir öze sahiptir. Fikir çatışmalarından,
bir şeyin baskıyla kabul ettirilmesinden, her türlü saldırıdan ve politik
kavgalarda açıkça taraf tutulmasından uzak durmuştur. Daha doğrusu Stefan Zweig
kendisini politik ve sosyal konularda taraf tutmak için yetkili görmezdi,
aslında bunu istiyor da değildi, çünkü politikaya girmeyi hep reddetmiştir.
Politikayla ve dogmayla ilgili şeyler onun için hep aynıdır, ikisinden de hiç
hoşlanmaz. Bir kez bile oy kullanmamıştır. Bu tutumuyla Zweig yalnız değildir.
Politik yaşamdan uzak durmak 1933 yılından önce ve sonraki dönemde birçok
burjuva aydınının tipik bir davranışıdır. Genç Zweig ve arkadaşları politikayla
ilgilenmek yerine kitaplara, müziğe, resimlere ilgi duyarlar, kozmopolit
yapısıyla yaşlı imparatorluk kenti Viyana’nın sıkıntısız ve çekici yaşamın
tadını çıkarırlardı.
Zweig daha lise yıllarındayken şiir ve öykü yazmaya başlar. Bu
dönemde çeşitli gazete ve dergilerde 300 ile 400 kadar şiiri yayımlanır.
Yazılarıyla dikkat çeken Zweig henüz yirmi yaşındayken Viyana’nın en önemli
gazetelerinden Neue Freie Presse’de yazmaya başlar ve otuz yılı aşkın
bir süre bu gazetede makaleleri ve araştırma yazıları çıkar. Viyana’da
başladığı felsefe ve edebiyat bilimi eğitimine Berlin’de devam eder. Burada ilk
şiir kitabı Silberne Saiten (Gümüş Teller) (1901) ve ikinci şiir kitabı Die
Frühten Kranze (Erken Dönem Çelenkleri) (1906) yayımlanır. Biçim ve konu
açısından buradaki şiirleri Goethe, Heine, Hofmannsthal ve Rilke’yi anımsatır.
Yeni romantik ve dışavurumcu öğeler iç içedir. Çok sonra kendi şiirini
olgunlaşmamış, aşırı duygu yüklü olarak niteler hattâ çok sert bir şekilde
eleştirir. Dostu Richard Dehmel’in önerisiyle dildeki ifade olanaklarını
geliştirmek ve ustalaşmak için çeviriye başlar, Baudelaire ve Verlaine’den
çeviriler yapar.
Üniversite yıllarında başlayan seyahat merakı tüm yaşamı boyunca
sürer. Çıktığı dünya gezilerinde yazın çalışmalarına malzeme arar, dostluklar
edinir. Örneğin Paris’teyken Rilke’yle tanışır, Moskova’da Maksim Gorki ile
dostluk kurar. Varsıl bir aileden gelen Zweig yaşamı boyunca servetini ihtiyacı
olanlarla paylaşmıştır. Paris’te tanıştığı Ernst Weiss ve Nice’te karşılaştığı
Joseph Roth yardım ettiği insanlardan sadece ikisidir. Hermann Kesten onunla
ilgili olarak, “O, tam anlamıyla birçok insanın hayatını kurtarmıştır,” der.
Zweig anılarında üç yaşamından bahseder. İlk yaşamı tahminen 1914
yılında son bulur, ikincisi ise Nasyonal Sosyalistlerin iktidara geçmesiyle,
üçüncüsü ise 1933’te başlayıp içinde yaşadığı dönemde, 1939’da sona erer.
Yazarın anılarından yola çıkarak yazdığı Dünün Dünyası (1942) dar
anlamda bir özyaşamöyküsü değildir. Zweig kendi kaderini değil, ait olduğu
kuşağın deneyimlerini ve onların yaşamla ilgili duygularını ve bir dönemin
anatomisini yansıtır: Amacı, kaybolmuş bir yaşam tarzının belgeselini çıkarmak
ve Avrupa uygarlığının çok şey borçlu olduğu çökmüş bir imparatorluğa tanıklık
etmektir.
Stefan Zweig bazen okuduğu şeylerden de ilham alırdı. Örneğin İlyada’yı
okurken tiyatro oyununu yazmasına esin kaynağı olan bir bölüme rastlar, Tersites
(1907) bu şekilde ortaya çıkar. Bunu Der verwandelte Komödiant (Dönüşmüş
Komedyen) (1913), Das Haus am Meer (Deniz Kenarındaki Ev) (1912), Legende
eines Lebens (Bir Yaşam Söylencesi), Das Lamm des Armen (Yoksulun
Kuzusu) (1939) takip eder. Zweig tür olarak düzyazıyı, düzyazıda da öyküyü
tercih eder. Erstes Erlebnis (İlk Deneyim) (1911) başlıklı öykü kitabı
dört öyküden oluşur: “Geschichte der Daemmerung” (Alacakaranlık Öyküsü),
“Die Gauvernante” (Mürebbiye), “Brennendes Geheimnis” (Yakan Sır)
ve “Sommernovelette” (Yaz Noveli).
Zweig için insanın yaratıcılığı insana ilişkin en önemli şeydir.
Özellikle öncüleri ve kâşifleri, teknik ve bilim adamlarını bu tasarım içinde
düşünür (Macellan, Amerigo). Bu insanlar, insanlığın gelişimine katkıda
bulunmuş kişilerdir ve kahraman niteliklerine sahiptirler.
Askerliğini Viyana’daki savaş arşivinde yapan Zweig, bu tarihlerde
“edebiyatçılar grubu”na katılır. Savaşın yerle bir ettiği Galiçya’da geçirdiği
günler onun en travmatik deneyimleridir. Burada gördüklerini anlattığı öyküsü “Der
Zwang” (Zorlama) da savaş karşıtı görüşlerini vurgular.
Bir deneme ustası olan Zweig 1920-1928 yılları arasında “Dünya
Fikir Mimarları” dizisini [Üç Usta. Balzac, Dickens, Dostoyevski (1920),
Kendileriyle Savaşanlar. Hölderlin, Kleist, Nietzsche (1925) ve Kendi
Hayatının Şiirini Yazanlar. Casanova, Stendhal, Tolstoy (1928)] tamamlar.
Zweig, biyografik denemelerinin, geçmişteki düşmanlıkların aşılmasına ve ulusların
gelecekteki akıl-kültür birliğini kurmaya katkı olacağını düşünmüştür. Yazdığı
bu denemelerde ele aldığı yazarların karakterlerini ve yapıtlarını incelerken
onlara duyduğu hayranlığı gizlemez ancak eleştirel analizler yapmaktan da
çekinmez.
Öykülerinin kahramanları ise dizginleyemedikleri tutkularıyla
aşırı olaylar yaşayan insanlardır. Novellen der Leidenschaf (Tutku
Öyküleri) (1922) kitabının başındaki “Der Amoklaeufer” (Amok Koşucusu)
yazarın en bilinen öyküsüdür. “Dünya Fikir Mimarları” dizisinde olduğu gibi
yazar bu dizide de bir tür tipoloji vermeye çalışır. Öykülerindeki tipler
egemen güçlerin boyunduruğu altına girmiştir. Zamanla tüm varlıkları için
belirleyici olan tek bir tutku, uyanan bütün duyguların, gösterilen çabaların,
güdülen amaçların karşısında üstün duruma geçer. “Verwirrung der Gefühle”
(Karışık Duygular) (1927) başlıklı uzun öyküsünde yazar ruhsal uçurumları ve
karşı konulmaz içgüdüleri anlatır, ama aynı zamanda sıra dışı insanı
ikiyüzlülüğe zorlayan toplumu eleştirir.
Zweig’ın novellerinin merkezinde, olayların ortasında beklenmedik
bir dönüm noktası oluşturan ve sıradan olaylara bir ışık tutan “o an’a kadar
duyulmamış bir olay” vardır. Böylece bilinen bağlantılar birdenbire yeni ve
ilginç bir görünüme bürünür. O an’a kadar gizli kalmış olay açığa çıkar.
Psikolojiyle ilgili merak giderilir ve dramatik gerilim yaratılır. Zweig özellikle
geç dönem öykülerinde anlatılan olaylara mesafeli olmasına yarayan çerçeve ve
iç anlatımı tercih eder. Erken dönem öykülerinde iç monolog ve diyalog
baskınken, olgunluk dönemindeki öykülerinde geriye dönüş tekniğini tercih eder.
Sternstunden der Menschheit (İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı
Anlar) (1927) adlı öykü kitabında yazarın amacı insanlık tarihinde, sonuçları
gelecek yüzyılların durumu belirleyecek bir kararın verildiği bazı gerilimli
zaman dilimlerini anlatabilmektir.
Fouché Bir Politikacının Portresi (1929) başlıklı eseri
bir biyografi olup Zweig bu eseriyle, politik insanın tipolojisine bir katkıda
bulunmak istemiştir. Bu eserle kamuoyunu savaşın geride bıraktığı etkilere,
cesareti kırılmış, dengesi bozulmuş Orta Avrupa ülkelerinde gittikçe daha
belirginleşmeye başlayan güncel tehlikelere karşı uyarmak istemiştir. Zweig’ın
bir başka biyografisi gene bir siyasi kişilik üzerinedir. Marie Antoinette.
Bildnis eines mittleren Charakters (Marie Antoinette. Sıradan Bir
Karakterin Portresi) (1932). Maria Theresias’ın kızını ait olduğu sınıfın ve
içinde yaşadığı dönemin sıradan bir temsilcisi olarak anlatır, düşüncesiz, aklı
hep eğlencede, sefa düşkünü fakat iyi huylu, dürüst bir aristokrat olarak
betimler. Diğer bir biyografi çalışması Maria Stuart’tır (1935). Bu
İskoç kraliçesinin yaşamı, asılmasıyla ilgili belgeler merakını uyandırır.
Maria Stuart’ın gerçekte nasıl bir insan olduğunu, başına gelenleri ve işlediği
suçun ne olduğunu öğrenmek için araştırmaya başlar. Anlatılan öykülerden
birinden yola çıkar ve Maria Stuart’ı yazar.
Zweig’ın yazdığı edebî biyografiler Ranke’nin dediği gibi
bilimsel-tarihsel betimlemeler değildir, büyük insanların ve büyük olayların,
tarihin acımasız mantığından yola çıkarak değil de, özel bir psikolojiden yola
çıkarak aydınlatıldığı bu karışık edebî türü yazar açık olarak reddetmesine
rağmen, onlar biyografik roman türüne dâhildir.
Örtülü bir otoportre olan Rotterdam’lı Erasmus’un Zaferi ve
Trajedisi (1934) adlı eserinde Zweig, geç dönem ortaçağ hümanisti,
yenilikler ve kilise öğretisi arasında çıkan savaşta, aklın yanında yer alan
Erasmus von Rotterdam’ı ilk Avrupalı, ırk, din, ulus sınırlarını aşmış
aristokrat bir ruh olarak çizer. Brezilya’ya yaptığı gezi esnasında tasarladığı
Magellan. Der Mann und seine Tat (Macellan, Kişiliği ve Başarısı)
1938’de yayımlanır. Macellan’ı bütün insanlığın hizmetindeki barışçıl
kahramanlardan biri olarak gören Zweig, bu cesur adamın hakkını vermek
istemiştir.
1938 Şubat’ında Hitler’in ültimatomu, Avusturya Cumhurbaşkanı
Schuschnigg’i istifaya zorlar ve 12 Mart günü Alman ordusu Avusturya’ya girer.
Hitler Avusturya’nın Alman İmparatorluğu’na bağlanmasını ister. Olaylar Zweig’ı
derinden yaralar. O tarihe kadar yarı sürgündü, istediği zaman Salzburg ya da
Viyana’ya gidebiliyordu. Şimdi ise bir mültecinin kaderini yaşamak zorundadır.
Bu dönemde yayımlanan romanı Ungeduld des Herzens’de (Merhamet) çökmüş
Habsburg Monarşisi’ne duyulan özlemi işler.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İngiltere’de bulunan Zweig ve
hayat arkadaşı Lotte evlenirler. Ancak Zweig kendini dışlanmış, yabancı bir
ulus tarafından sadece tahammül edilen biri gibi hisseder. En çok üzüldüğü şey
de Almanca konuşulan ülkelere gidemeyecek oluşudur. 1940 yılında eşiyle
birlikte uzun çabalar sonucu ve dostlarının yardımları sayesinde İngiliz
vatandaşlığına geçer. Ancak Hitler İngiltere’yi de tehdit etmektedir. Bir
konferans daveti alan Zweig 1940 yılı başında eşiyle birlikte Güney Amerika’ya
gider. Bu onlar için dönüşü olmayan bir yolculuktur.
New York’tan sonra eşiyle Rio’ya giden Zweig burada otobiyografisi
Die Welt von Gestern (Dünün Dünyası) için sakin bir ortam bulur. Buenos
Aires’te Arjantin dışişleri bakanı tarafından karşılanır. Zweig her türlü resmî
ödülü reddeder, onun yerine bakandan üç Alman mülteci için vize ister, dileği
yerine getirilir. Vatanındaki insanların korkunç kaderleriyle ilgili haberler
onu karamsarlığa ve umutsuzluğa iter. Yaşama gücünü çalışmalarında arar ve
1941’de Amerigo. Die Geschichte eines historischen Irrtums (Amerigo.
Tarihî Bir Yanılgının Öyküsü) adlı kitabını yazar. Hemen arkasından çok şey
borçlu olduğu Brezilya’ya konuk armağanı olarak Brazilien. Ein Land der
Zukunft (Brezilya. Geleceğin Ülkesi) başlıklı kitabını yazar. Aynı yıl
konusu o gün de bugün de güncel olan, acımasız şiddetin baskısı karşısındaki
insanın özgürlüğünü nasıl savunabileceğini işlediği Schachnovelle
(Satranç) (1941) adlı eserini bitirir. Bu eserin son bölümü yazarın altüst olan
psikolojik durumunu da gözler önüne sermektedir. Teselli bulmak için Goethe,
Homeros, Shakespeare okur. Bu arada Montaigne’in Denemeler’ine dalar.
Etkilendiği şey Montaigne’in ölüm karşısındaki tutumu ve gönüllü ölümü en güzel
ölüm olarak nitelendirmesidir.
23 Şubat 1942’de Zweig ve ikinci eşi
Elisabeth Charlotte uyku hapı içerek intihar ederler. Brezilya dostu yazarın
cenazesi için devlet töreni yapılır. Zweig’ın intiharı büyük yankı uyandırır.
Hitler Almanya’sının ve onun müttefiklerinin dünyayı tehdit edici boyuttaki
başarıları Zweig’ı derin bir ümitsizliğin içine düşürmüş, sonunda insanlığa
olan inancını yitirmesine neden olmuştur. Altmış altı yıllık yaşamında hemen
her kitabıyla büyük başarı elde eden, yapıtları başka dillere en çok çevrilen
ve yaşarken ünü yakalayan ender yazarlardan biri olan Zweig, yarattığı birçok
figür gibi gönüllü ölümü seçmiştir.
Gülperi Sert
İzmir
Stefan Zweig
1881 yılında Viyana’da doğdu. Babası varlıklı bir sanayiciydi. Avusturya, Fransa ve Almanya’da öğrenim gördü. Savaş karşıtı kişiliğiyle dikkat çekti. 1919-1934 yılları arasında Salzburg’da yaşadı, Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg’u terk etmek zorunda kaldı. 1938’de İngiltere’ye, 1939’da New York’a gitti, birkaç ay sonra da Brezilya’ya yerleşti. Önceleri Verlaine, Baudelaire ve Verhaeren çevirileriyle tanındı, ilk şiirlerini ise 1901 yılında yayımladı. Çok sayıda deneme, öykü, uzun öykünün yanısıra büyük bir ustalıkla kaleme aldığı yaşamöyküleriyle de ünlüdür. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu yoğun ilgi, Zweig’ın derin karakter incelemelerinde kendisini gösterir. Özellikle tarihsel karakterler üzerine yazdığı yorumlar ve yaşamöyküleri, psikolojik çözümlemeler bakımından son derece zengindir. Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü siyasi durum yüzünden insanlığın geleceği konusunda umutsuzluğa düşerek 1942 yılında karısıyla birlikte intihar etti.
Gülperi Sert
1959’da İskenderun’da doğdu. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nı bitirdi. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde görev yaptıktan sonra, 1998’de Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Mütercim Tercümanlık Bölümü’nü kurdu. Halen aynı fakültede Mütercim-Tercümanlık Bölüm Başkanlığı’nı ve Almanca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanlığı’nı eşzamanlı olarak yürütmektedir. Friedrich Nietzsche, Franz Kafka, Stefan Zweig gibi yazarların yapıtlarını dilimize kazandırmıştır.