Akdeniz ve Akdeniz Dünyası - I
- 430,00 TL
-
301,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Venedik, Roma, İstanbul, Atina, Barcelona, İskenderiye, Marsilya ve Napoli… Her biri kadim dünyanın merkezinde ışıl ışıl parlayan ebedi güzellikteki kentler... Muazzam bir kültürel hareketliliğin, uygarlığın, siyasi rekabetlerin, ticaretin, ihtirasların ve dinsel çekişmelerin kalbi… Akdeniz bir denizden hep daha fazlasını taşımıştır. O aynı zamanda Baltık, Sahra, Mezopotamya, Atlantik ve Kuzey Afrika çölleri değil midir? Liman ve kıyılarıyla birlikte dağlar, ovalar ve yaylalar da bir denizin kaderini paylaşmış, yenilgi ve zaferlerini benzer ritimde yaşamıştır.
Braudel’in Akdeniz’inde, Fransa’yı anlamak için Cezayir’i, Suriye’yi anlamak için İspanya’yı, Anadolu’yu anlamak için Mısır’ı anlamak gerekir. Bu çerçevede tarihin geniş alanlar yelpazesinde sorun-odaklı tarih, karşılaştırmalı tarih, tarihsel psikoloji, jeo-tarih, uzun sürenin tarihi, dizisel tarih, tarihsel antropolojinin yanısıra iklimbilim, iktisat, nüfusbilim, biyoloji vb. pek çok disiplinin başarılı sentezi Akdeniz ve Akdeniz Dünyası’nda bir araya gelmektedir.
Birinci cilt, hemen hemen hareketsiz bir tarihi, insanın onu çevreleyen ortamla ilişkileri içindeki tarihini gündeme getirmektedir; bu tarih yavaş akan ve yavaş değişen, sıklıkla ısrarlı geri dönüşlerden ve sürekli yenilenen devrelerden meydana gelen bir tarihtir.
- Yazar: Fernand Braudel
- Kitabın Başlığı: II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası - I
- Orijinal Başlık: La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, 1949.
- Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay [Fransızca]
- Redaksiyon: Özcan Doğan [Fransızca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 196; Tarih Dizisi - 24
- Basım Bilgileri: 4. Basım / Kasım 2024 [1. Basım / Kasım 2017]
- Sayfa Sayısı: 597
- ISBN: 978-975-2410-84-8
- Takım: 978-975-2410-83-1
- Kapak Resmi: Canaletto, Venedik: Göğe Yükseliş Günü’nde San Marco, 1733-4.
- Boyutları: 14 x 21
Birinci Basım için Önsöz
İkinci Basım için Önsöz
Üçüncü Basım için Önsöz
Dördüncü Basım için Önsöz
Braudel’in Akdeniz’i
Yeni Basımın Sunumu
Birinci Bölüm
ORTAMIN PAYI
I. Yarımadalar: Dağlar,
Yaylalar, Ovalar
1. Her Şeyden Önce Dağlar
2. Yaylalar, Dağ Etekleri ve
Tepeler
3. Ovalar
4. Transhümans veya
Göçebelik: İki Akdeniz
II. Akdeniz’in Kalbinde
Denizler ve Kıyılar
1. Sulu Ovalar (Denizler)
2. Kıta Sahilleri
3. Adalar
III. Sınırlar ya da En Büyük Akdeniz
Tarihin Boyutlarında Bir Akdeniz
1. Sahra; Akdeniz’in İkinci
Çehresi
2. Avrupa ve Akdeniz
3. Atlas Okyanusu
IV. Fizikî Birlik: İklim
ve Tarih
1. İklimsel Birlik
2. Mevsimler
3. 16. Yüzyıldan Bu Yana
İklim Değişmiş midir?
V. İnsani Birlik: Yollar
ve Kentler, Kentler ve Yollar
1. Karayolları ve
Denizyolları
2. Denizcilik: Tonajlar ve
Konjonktürler
3. Kentsel İşlevler
4. Çağın Tanıkları Kentler
Dizin
BİRİNCİ BASIM İÇİN ÖNSÖZ
Akdeniz’i ihtirasla
sevdim, kuşkusuz kuzeyden geldiğim içindir, tıpkı başka birçok insan gibi; ve
geçip giden nicelerinin izinden gelerek. Uzun çalışma yıllarımı Akdeniz’e
keyifle ve severek vakfettim –benim için bu, bütün gençliğimden de uzun bir
süreydi. Bunun karşılığında, kısmen bu sevincin ve bilhassa ondaki ışığın bu
kitabın sayfalarında tebarüz etmesini temenni ediyorum. İdeal olan kuşkusuz,
romancılar gibi kahramanı keyfimize göre yerleştirmek, onu gözden hiç
kaybetmemek ve o koskoca bir aradalığını sürekli olarak hatırlamak olacaktır.
Ne yazık ki –veya ne mutlu ki– mesleğimiz romanın hayranlık verici esnekliğine
sahip değildir. Temenni ettiğim üzere, bu kitaba nüfuz etmek isteyen okuyucu,
İç Deniz hakkında kendi anıları, görüşleriyle birlikte daha renkli bir okuma
yaparsa ve –elimden geldiğince yapmaya çalıştığım gibi– bu engin varlığı
yeniden yaratma konusunda bana yardımcı olursa, çok iyi bir şey yapmış olur.
Öyle sanıyorum ki, Akdeniz insanların gördüğü ve sevdiği haliyle, kendi geçmişi
hakkında olabilecek en büyük belge olarak karşımızdadır. Sorbonne’da hocam olan
coğrafyacıların öğrettiklerinden sadece bunu muhafaza edebildiysem de, onu
öylesine büyük bir inançla korudum ki, giriştiğim bu işin tüm anlamını bana bu
inanç verdi.
Akdeniz’den daha sade bir
örneğin, tarihle mekân arasındaki bu bağları kaydetmek konusunda bana daha
fazla yardımcı olabileceği düşünülebilir; özellikle insani ölçüler dâhilinde
16. yüzyıldaki İç Deniz’in bugünkünden çok daha geniş olduğu hesaba katıldığında
ve kişiliğinin daha karmaşık, çetrefilli ve tasnif dışı olduğu göz önüne
alındığında. Bu kişilik ölçülerimize ve kategorilerimize sığmamaktadır. Onun
hakkında “şu tarihte doğdu...” gibi basit bir tarih yazmak yararsızdır; onun
hakkında konuşurken, olayları sadece oldukları gibi aktarmak yararsızdır.
Akdeniz bir deniz
bile değildir; o bir denizler bütünüdür ve bu denizler adalarla dolu,
yarımadalarla kesilmiş ve dallı budaklı kıyılarla çevrelenmişlerdir. Akdeniz’in
hayatı karanınkine karışmıştır; şiirselliği büyük ölçüde kırsaldır, denizcileri
köylülerdir; Akdeniz zeytin ağaçlarının, üzüm bağlarının olduğu kadar, kürekli dar
teknelerin veya yuvarlak tüccar gemilerinin de denizidir ve nasıl ki alçı ona
şekil veren sanatçının ellerinden ayrılamazsa, onun tarihi de onu çevreleyen
karasal dünyadan ayrılamaz. Bir Provence atasözü, lauso la mare e tente’n terro (Denizi
methet lâkin karadan da ayrılma) demektedir.
Demek ki, Akdeniz’in kesin
olarak hangi tarihsel kişiliğe sahip olabileceğini bilmek zahmetli bir iş
olacaktır: bunun için sabır, çok da gayret gerekir ama kuşkusuz kaçınılmaz bazı
hatalar da olacaktır. Okyanus bilimcisinin, jeoloğun ve hattâ coğrafyacının
Akdenizi’nden daha net bir şey yoktur: bunlar bilinen, etiketlenmiş, kilometre
taşları döşenmiş alanlardır. Peki, tarihteki Akdeniz nasıl bir şeydir? Yüzlerce
uyarı bizi ikaz etmektedir: Akdeniz şu değildir, bu da değildir, kare biçiminde
bir çayır hiç değildir. Böyle teorik bir sorunun söz konusu olmadığını,
Akdeniz’in tanımlanmaması gereken bir kişilik olduğunu düşünen tarihçinin işi
zordur; zira uzun zamandan beri söz konusu kişilik tanımlanmış, sarih
addedilmiş, ilk bakışta tanınabileceği ve genel tarihin coğrafi sınırlara göre
belirlenmesi suretiyle kavranabileceği düşünülmüştür. Nihayetinde, Akdeniz’in
sınırlarının bir de tarafımızdan soruşturulması bir değer ifade eder miydi?
Elli yıllık bir süre için
olsa bile, bir yanda Herakles sütunları, diğer yanda antik Ilion’un vaktiyle kıyılarını
gözlediği bir deniz koridoruyla sınırlandırılmış bir denizin tarihini yazmakla
kifayet edilir mi? Çizilecek çerçeveyle ilgili bu ilk sorunlar, başka sorunları
da davet etmektedir: Bir sınır çizmek demek, tanımlamak, çözümlemek, yeniden
inşa etmek ve duruma göre bir tarih felsefesi seçmek, hattâ benimsemek
demektir.
Bize yardımcı olmak üzere
muazzam bir makale, anı, kitap, yayın ve araştırma yığınına sahibiz; bunlardan
bazıları saf tarih alanına aittir; bir o kadar ilgi çekici olan diğerleri ise
komşularımız etnograflar, coğrafyacılar, botanikçiler, jeologlar, teknologlar
vesaire tarafından yazılmışlardır. Dünyada İç Deniz ve onun yansımalarıyla
parıldayan karalar kadar iyi aydınlatılmış, böylesine envanteri çıkartılmış
hiçbir mekân bulunmamaktadır. Fakat öncüllerimize haksızlık etme tehlikesine
rağmen, yayımlanmış eserlerden oluşan bu yığının araştırmacıyı bir kül yağmuru
gibi ezdiğini söylemeye gerek var mıdır? Bu incelemelerden çoğu düne ait,
kullanışsız bir dil konuşmaktadır. Onları ilgilendiren, büyük Deniz’in bütünü
değil, mozaiğini meydana getiren küçük taşlardan herhangi biridir; hareketli
bütünsel hayatı değil, hükümdar ve zenginlerin hayatlarıdır; yani söz konusu
incelemeler, bizi ilgilendiren güçlü ve yavaş akan tarihle herhangi bir ortak
yönü bulunmayan çeşitli olaylardan mürekkep bir toz bulutu içinde
kalmaktadırlar. Bu incelemelerin çoğu yeniden ele alınmayı, bütünsel olarak
değerlendirilmeyi ve hayat bulmak üzere ayağa kaldırılmayı beklemektedir.
Aynı şekilde, geniş arşiv
kaynakları hakkında kesin bilgiler olmaksızın denizin tarihini yazmak mümkün
değildir. 16. yüzyılda hiçbir Akdeniz ülkesi yoktur ki, Akdeniz dünyasının
tanık olduğu yangın, kuşatma ve her türden felaketlerden kurtarılabilmiş
belgelerle genellikle iyi donatılmış bir arşive sahip olmasın. Fakat kuşku
duyulması mümkün olmayan bu zenginlikleri, en âlâsından tarihsel olan bu
madenleri araştırmak ve bunların envanterini çıkartmak için tek bir ömür
yetmez; bunun için yirmi ömür gerekir veya her biri ömrünü bu işe hasretmiş
yirmi araştırmacı gerekir. Belki tarih şantiyesinde kaçak zanaatkâr
yöntemlerimizle çalışılmayan bir gün gelecektir... O gün geldiğinde, belki de
genel tarihi, az veya çok ilk elden kitaplardan değil de, özgün metinlere
dayanarak yazmak mümkün olacaktır. Gösterdiğim çaba ne kadar büyük olursa
olsun, ulaşabileceğim bütün arşivlerde ayıklama yapmadığımı, kitabımın zorunlu
olarak kısmi bir araştırmaya dayalı olarak inşa edildiğini söylemeye bilmem
gerek var mı? Şimdiden biliyorum ki, kitabımın ortaya koyduğu sonuçlar yeniden
ele alınacak, başkalarıyla ikâme edilecektir; ve ben de bunu temenni ediyorum.
Tarih böyle gelişmektedir ve gelişmelidir.
Diğer yandan, Rönesans ve Reformasyon’un son büyük ateşleri ile sert ve katmerli bir dönem
olan 17. yüzyıl arasında kalan talihsiz kronolojik konumu nedeniyle, 16.
yüzyılın ikinci yarısındaki Akdeniz, Lucien Febvre’in yazdığı gibi “güzel fakat bir yanlış konu”dur. Bu
konumun yararını işaret etmeye gerek var mıdır? İç Deniz’in, dünyanın artık onu
merkez almaktan, onun için ve onun ritmine göre yaşamaktan vazgeçtiği Modern
Çağın başında ne duruma geldiğini bilmek yararsız değildir. Her zaman sözü
edilen âni gerileme benim nazarımda kanıtlanmış gibi gözükmez; üstelik her şey
bunun tersini gösteriyor gibidir. Fakat bu dramın dışında Akdeniz’in ortaya
koyduğu sorunların istisnai bir insani zenginlikte olduğuna ve buna bağlı
olarak da tarihçileri ve tarihçi olmayanları ilgilendirdiğine inanıyorum. Hattâ
bunların ışıklarını şimdiki zamana kadar yaydıklarını, Nietzsche’nin bizzat
tarihten beklediği kati anlamda, bunların belli bir “yarar”dan yoksun
olmadıklarını düşünüyorum.
Böyle bir konunun sunduğu
çekiciliğe ve cazibeye kadar uzatmayacağım sözü. Bunun sahteliklerini –zorluk
olarak anlayınız– ve ihanetlerini daha önce sıralamıştım. Bunlara şunu
ekleyeceğim: Tarih kitaplarımızın arasında hiçbir makbul rehberin bana yardımı
olmamıştır. Akışkan bir alanı merkez almış olan bir tarihsel incelemenin
cazibesi büyüktür, ama bunun da ötesinde bir yeniliğin bütün tehlikelerini de
beraberinde getirmektedir.
Terazinin her iki kefesi
de çok yüklü olduğundan, sonunda riskli olanı tercih ettiğim ve temkinli
olmaktan uzaklaşarak maceraya girişmeye değer olduğunu düşündüğüm için acaba
doğru bir karar almış mıydım?
Benim özürüm bizzat bu
kitabın öyküsüdür. Bu kitabı 1923’te yazmaya giriştiğimde, II.
Felipe’nin Akdeniz politikasına hasredilmiş klasik ama çok daha ihtiyatlı bir
çalışma yapmak niyetindeydim. O zamanki hocalarım bunu güçlü bir şekilde
onaylıyorlardı. Hocalarım, bu çalışmayı, coğrafyanın fetihlerine hayli kayıtsız
kalan, ekonomiyi (tıpkı bizzat diplomasinin sıklıkla yaptığı gibi) ve toplumsal
sorunları pek kale almayan, uygarlık, din ve aynı zamanda edebiyat ve sanat
olaylarını, yani her önemli tarihin bu büyük tanıklarını hayli küçümseyen,
kendi tarafgirliklerinin içine hapsolarak saray odaları dışındaki gerçek,
üretken ve yoğun hayatı daima göz ardı eden diplomatik tarih çerçevesinde
görüyorlardı. Temkinli Kral’ın politikasını açıklamak, her şeyden önce, bu
siyasetin yoğrulma süreci içinde hükümdarın ve danışmanlarının değişen koşullar
karşısındaki sorumluluklarını belirlemek, büyük ve küçük rolleri saptamak ve İspanya’nın dünya politikasının genel haritasını oluşturmak
anlamına gelmekteydi –ki Akdeniz bunun her zaman ayrıcalıklı olmayan sınırlı
bir kesimi olarak görülmüştür.
Gerçekten de, 1580’li
yıllarla birlikte, İspanya’nın gücü âniden Atlantik’e yönelmişti. II.
Felipe’nin geniş imparatorluğu, tehlikenin bilincinde olarak veya olmayarak
tehdit altındaki varlığını burada koruyacak ve bu tehdide burada karşı
koyacaktır. Güçlü bir hareket, onu Okyanus’taki kaderine doğru yöneltmekteydi.
Bu yeraltı oyunuyla, İspanyol politikasının bu fiziksel yanıyla ilgilenmek; bu
araştırmaları II. Felipe’nin veya Avusturyalı Don
Juan’ın sorumluluklarının belirlenmesine yeğlemek; diğer yandan bu kişilerin
yanılsamalarına rağmen sıklıkla aktör olarak davrandıklarını düşünmek, salt bu
haliyle bile diplomatik tarihin geleneksel çerçevesinin dışına çıkmak demekti.
Nihayet, İspanya’nın bu uzak, aralıklı ve düzensiz oyununun ötesinde (eğer
muhteris İnebahtı harekâtı bir kenara bırakılacak olursa, oldukça donuk
kalan) Akdeniz’in kendi tarihine, kendi kaderine, kendi güçlü hayatına sahip
olup olmadığını ve bu hayatın pitoresk bir arka plan resmi olmaktan başka bir
rolü hak edip etmediğini sormak, sonunda beni esir alan muazzam meselenin
cazibesi karşısında boyun eğmeye itiyordu.
Bunu fark etmemem mümkün
müydü? Arşivden arşive gezerken, bu değişken ve hareketli hayat karşısında
gözlerim kapalı kalarak, açıklayıcı arşiv belgelerinin izini nasıl sürebilirdim?
Böylesine zengin ve besleyici faaliyetler karşısında nasıl olur da devrimci bir
ekonomik ve toplumsal tarihe yönelmezdim? Ki Fransa’da küçük bir işçiler grubu bu devrimci tarihe bir saygınlık
kazandırmak için çaba sarf ediyordu; ne Almanya, ne İngiltere, ne ABD, ne de hemen yakınımızdaki Belçika veya Polonya’da artık reddedilmeyen bir saygınlıktı bu. Akdeniz’in
tarihini karmaşık bütünlüğü içinde kavramak demek, bu kişilerin tavsiyelerini
izlemek, deneyimlerinden yararlanmak, onların yardımına koşmak demekti; Fransa’da yoğrulmuş ve sınırlarımızı aşmayı hak eden, yeniden
düşünülmüş yeni bir tarih anlayışı için mücadele etmek demekti. Evet, bu yeni
tarih kuşkusuz emperyalist bir tarihti, ama ödevlerinin ve olanaklarının
bilincinde olan bu tarih eski biçimlerden kopmak mecburiyetinde olduğu için,
yerine göre bazen adil, bazen de gayri adil bir şekilde (pek önemi yok) o eski
biçimleri parçalamak istiyordu. Tasnif dışı bir tarihsel kişiliği merkeze
alarak, onun kitlesinden, isteklerinden, direnişlerinden, tuzaklarından ve aynı
zamanda atılımından yararlanarak, hocalarımızın öğrettiklerinden başka türlü
bir tarih inşa etmek için iyi bir fırsat yakalanmıştı.
Her eser kendini devrimci
hisseder, kendisi için bir şeyler fethetmek ister ve böyle olmaya gayret eder.
Akdeniz bizi sadece alışkanlıklarımızdan sıyrılmaya zorlamış olsa dahi, bu
kadarı bile bize hizmet etmiş olduğu anlamına gelecektir.
Bu kitap, her biri kendi
içinde bütünsel bir açıklama denemesi olan üç bölüme ayrılmaktadır.
Birincisi hemen hemen
hareketsiz bir tarihi, insanın onu çevreleyen ortamla ilişkileri içindeki
tarihini gündeme getirmektedir; bu tarih yavaş akan ve yavaş değişen, sıklıkla
ısrarlı geri dönüşlerden ve sürekli yenilenen devrelerden meydana gelen bir
tarihtir. Hemen hemen zamandışı olan ve cansız nesnelerle temasta bulunan bu
tarihi ihmal etmek istemedim; bu konuda bir yığın kitabın girişine yararsız
yere konulan, yeraltı kaynaklarına dair manzaralarıyla, tarlalarıyla ve
çiçekleriyle hızlıca gösterilen, ardından bir daha mevzubahis edilmeyen (sanki
çiçekler her ilkbaharda yeniden açmıyormuş gibi, sanki sürüler hareketleri
sırasında duruyormuş gibi, sanki tekneler mevsimlere göre değişen gerçek bir
denizde seyretmiyormuş gibi), tarihyazımına coğrafyayla başlayan geleneksel
girişlerle yetinmek istemedim.
Bu hareketsiz tarihin
üstünde yavaş ritimli bir tarih fark edilmektedir; eğer ifade asıl anlamından
saptırılmış olmasaydı, buna grupların ve gruplaşmaların tarihi olarak toplumsal
tarih denebilirdi. Bu dip dalgaları Akdeniz hayatının bütününü nasıl
yükseltiyor? İşte kitabımın ikinci kısmında, birbirlerini izler biçimde
ekonomileri, devletleri, toplumları incelerken ve nihayet tarih kavrayışımı
daha iyi aydınlatmak için denizdeki bütün bu güçlerin karmaşık savaş alanında
nasıl etki ettiklerini göstermeye çalışırken, kendime sorduğum soru buydu.
Çünkü biliyoruz ki, savaş saf bir bireysel sorumluluklar alanı değildir.
Son olarak üçüncü bölüm
geleneksel tarihe ayrılmıştır; eğer istersek buna insani düzeyde değil de birey
düzeyindeki tarih de diyebiliriz; Paul Lacombe ve François Simiand’ın olaysal tarihi: Yüzeysel çalkantılar, med-cezirlerin
güçlü hareketleriyle meydana gelen dalgalar. Kısa, hızlı ve agresif salınımları
olan bir tarih. Tanımı gereği aşırı duyarlı olan bu tarihte, en ufak bir adım
bütün ölçüm araçlarını alarma geçirmektedir. Ama bu haliyle bütün tarihler
içinde en ihtiraslısı, insanlıktan yana en zengini, aynı zamanda da en tehlikeli
olanı budur. Çağdaşlarının bizimki kadar kısa yaşam ritimleriyle bizzat
hissettikleri, tasvir ettikleri ve yaşadıkları, hâlâ yıkıcı olmayı sürdüren bu
tarihten sakınalım. Bu tarih onların öfkeleri, düşleri ve hayalleriyle boy
ölçüşmektedir. Gerçek Rönesans’tan sonra, 16. yüzyılda yazmaya, kendini anlatmaya ve
başkalarından söz etmeye tutkun fakirlerin, mütevazı kişilerin Rönesans’ı gelecektir. Bu değerli kâğıt yığını hayli şekil bozucu
olmaktadır. II. Felipe’nin kâğıtlarını okuyan tarihçi, onun yerinde
oturuyormuşçasına, bir boyutun eksik olduğu garip bir dünyaya taşınmış gibidir;
kuşkusuz bu canlı ihtirasların dünyasıdır; yaşayan bütün dünyalar gibi, bizim
dünyamız gibi kör kalan, kayığımızın sarhoş bir tekne misali üzerinde kaydığı şu canlı suların derinliklerindeki
öykülere karşı kayıtsız kalan bir dünya. Tehlikeli bir dünya, fakat anlamını
ancak çok büyük zaman dilimlerini kavradığımızda açığa vuran ve çoğunlukla
sessiz olan şu gizli büyük akıntıları önceden saptayarak, bu dünyanın
büyülerini ve kötülüklerini defedebiliriz. Büyük gürültü koparan olaylar
çoğunlukla sadece anlardan, büyük kaderlerin tezahürlerinden ibarettirler ve
ancak onlar tarafından açıklanabilirler.
Böylece, tarihin kat kat
düzlemler halinde parçalanması noktasına gelmiş olduk. Veyahut bir başka
ifadeyle, tarihin zamanı içinde bir coğrafi zaman, bir toplumsal zaman, bir de
bireysel zaman ayırımına ulaştık. Yahut da başka bir açıdan bakıldığında,
insanı bir dizi farklı kişilikler halinde ayırt etmiş olduk. Belki de en az
affa mazhar olacağım nokta bu olacaktır, hattâ geleneksel tarihsel kesitlerin
de derinlikli bir tarih olan yaşayan tarihi parçaladıklarını kabul etsem bile;
hattâ Ranke veya Karl Brandi’ye karşı anlatı-tarihin bir yöntem olmadığını veya
en yetkin nesnel yöntem olmayıp bizzat bir tarih felsefesi olduğunu ifade
etmesem bile; ve hattâ önce bizzat dile getirip ardından da bu planların sadece
sunum araçları olmaktan başka bir amaçlarının olmadığını ve yolum ilerledikçe
bunların birinden diğerine geçmekten geri durmadığımı göstersem bile... Fakat
savunma yapmak neye yarar? Bu kitabın unsurlarını kötü bir şekilde bir araya
getirmekle suçlanacak olsam bile, şantiyelerimizin ideal kurallarına göre imal
edilmiş kimi parçaların da bulunacağını umuyorum.
Engin tutkularımın, büyük
görmeye dair arzumun ve ihtiyacımın da eleştiriye uğramayacağını umuyorum.
Tarih sadece duvarlarla kapatılmış bahçelerin incelenmesine mahkûm edilemez.
Eğer böyle yapılırsa, tarih, zamanın endişe verici sorunlarına cevap vermek,
çok genç ama çok kuşatıcı insan bilimleriyle bağlantıda olmak gibi mevcut
görevlerinden birini ıskalamış olmaz mı? 1946 yılında, ödevlerinin ve sınırsız
güçlerinin bilincinde olan muhteris bir tarih olmaksızın, şimdiki zamana ait
bir hümanizma olabilir mi? Edmond Faral 1942’de “Büyük tarih’i öldüren şey
büyük tarih korkusudur” diye yazmaktaydı. Belki de büyük tarih yeniden hayata
kavuşabilir!
Mayıs 1946
İKİNCİ BASIM İÇİN ÖNSÖZ
Akdeniz’i yeniden gözden geçirme
konusunda çok tereddüt ettim. Dostlarımdan bazıları ne bir kelime ne de bir
virgül değiştirmememi öneriyorlar ve klasik olmuş bir metni değiştirmemekte
yarar olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyorlardı. Onlara makul bir şekilde
inanabilir miydim? Bilgilerimizin artan ağırlığı altında, komşumuz olan beşerî
bilimlerin baskısıyla, tarih kitapları bugün dün olduğundan çok daha hızlı bir şekilde
ihtiyarlamaktadır. Kısa bir süre zarfında, bu kitapların kelime hazneleri yaşlı
hale gelmektedir; onlardaki yenilikleri oluşturan noktalar bayağı olana karışmaktadır;
ve kazanılmış açıklamalar kendiliğinden tartışmalı hale gelmektedir.
Diğer yandan, Akdeniz yayımlanma
tarihi olan 1949’da doğmamıştır; doğum tarihi Sorbonne’da doktora tezi olarak
savunulduğu 1947 senesi de değildir. Tamamen yazılmamış olsa bile, ana hatları
itibariyle 1939’da, Marc Bloch ve Lucien Febvre’in Annales’inin ilk
parlak demlerinin sonlarında, onların doğrudan ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Ayrıca okuyucu birinci edisyonun önsözündeki çeşitli argümanlar yüzünden yanılmamalıdır;
bunlar bugün eğitim dünyasında değilse bile araştırma dünyasında unutulmuş eski
konumlara karşı çıkmaktadırlar. Dünkü polemiklerimiz gölgelerin peşinde
gitmektedir.
Böylece yeni bir edisyonun ciddi,
hattâ bütünsel bir güncelleştirme gerektireceği konusunda tez elden emin oldum
ve bunu meşrulaştırmak için de 1949’da dönemin sertliğinin yayımlamama engel
olduğu harita, kroki, grafik ve resimleri sunmanın yeterli olamayacağını anladım.
Düzeltmeler, ekler ve yeniden düzenlemeler bazen önemli boyutlara ulaşmıştır;
bilhassa sadece yeni bilgileri değil, sıklıkla daha uzağa giden yeni
problematikleri de hesaba katmak zorunda kaldığımda, bunların boyutları daha da
büyümüştür. Birçok bölüm baştan sona yeniden yazılmak zorunda kalmıştır.
Henri Pirenne’in tekrarladığı gibi,
her sentez özel araştırmaları harekete geçirir. Benim kitabımın izlediği yolda
da bu tür araştırmalar eksik değildir. Bunlar bana refakat etmişlerdir ve bugün
beni hapsetmektedirler. 1949’dan beri, bu kitabı doğrudan ilgilendiren
alanlarda, Ömer Lütfi Barkan ve öğrencilerinin, Julio Carro Barrojo, Jean-François Bergier, Jacques Berque, Ramón Carande, Alvaro Castillo Pintado, Federico Chabod, Huguette ve Pierre Chaunu, Carla M. Cipolla, Gaetano Cozzi, Jean Delumeau, Alphonse Dupront, Elena Fasona, René Gascon, José Gentil da Silva, Jacques Heers, Emmanuel Le Roy Ladurie, Vitorino Magalhaes Godinho, Hermann Kellenbenz, Henri Lapeyre, Robert Mantran, Felipe Ruiz Martín, Frédéric Mauro, Ruggiero Romana, Raymond de Roover, Frank Spooner, Jorjo Tadić, Alberto Tenenti, Ugo Tucci, Valentin Vásquez de Prado, Pierre Vilar ve nihayet muhteşem öğrencileriyle
birlikte müteveffa José Vicens Vives’in teşkil ettiği grubun yayımlanmış
ve yayımlanmamış kitap ve incelemelerinin oluşturduğu muazzam bir literatürü
anlatmak için sayfalar yetersiz kalır. Bu çalışmaların hazırlanmasına ben de sıklıkla
çok yakından iştirak ettim.
Nihayet, birinci edisyondaki
bilgilere, bizzat kendimin Venedik, Parma, Modena, Floransa, Cenova, Napoli, Paris, Viyana, Simancas, Londra, KrakÓw, Varşova’daki arşiv ve kütüphanelerde
sürdürdüğüm araştırma ve okumalardan sonra çok şey ilave ettim.
Bütün bu hasadı bir yerde toplamak
gerekiyordu. Bu noktadan sonra, tuzaklarla dolu yöntem sorunları kendilerini
gösterdi. Bu sorunlar, en geniş sınırları içinde ve renkli hayatının bütün
engebeleriyle birlikte ele alınan Akdeniz mekânını sahneye koyan bir kitap söz
konusu olduğunda hemen işe karışmaktadır. Bilgileri artırmak demek, zorunlu
olarak eski sorunların yerini değiştirmek ve onları bertaraf etmek, sonra da
çözümleri zor ve belirsiz yeni sorunlara göğüs germek demektir. Diğer yandan, ilk
yayını ile bu yeni yayını ayıran on beş yıllık süre içinde yazarın kendi de değişti.
Düşünme tarzlarına ilişkin bazı dengeler, kitabın başlıca odağını oluşturan
sorunsal ve ilk düzenlemeyi meşrulaştıran şu zaman-mekân (tarih-coğrafya)
diyalektiği kendiliğinden değişmeselerdi, bu kitaba dokunmak olanaksız olurdu.
İlk metinde yalnızca taslağı bulunan perspektifleri bu kez açığa çıkardım ve
vurguladım. İktisat, siyaset bilimi, uygarlıklar hakkında belli bir kavrayış
ve daha dikkatli bir nüfus bilimi benden ısrarlı taleplerde bulundular. Eğer
yanılmıyorsam, giriştiğim icraatın kalbine kadar ulaşan yeni ışıkları taşıyan ışık
kaynaklarını çoğaltmış bulunmaktayım.
Ancak ana sorun hâlâ aynı kalmaya
devam etmektedir. Bu bütün tarihsel çalışmaların ana sorunudur: Hızlı değişen,
bizatihi değişimlerinden ve tezahürlerinden ötürü ilginç olan bir tarih ile
nispeten sessiz, kesinlikle ketum, tanıkları ve aktörleri tarafından hemen
hemen hiç kuşku duyulmayan ve zamanın inatçı darbelerine karşı dişe diş direnen
gizil bir tarihi aynı anda, şu veya bu şekilde kavramak mümkün müdür? Her zaman
açıklanmaya muhtaç olan bu belirleyici çelişki büyük bir bilgi ve araştırma
aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Hayatın her alanına uygulanabilir nitelikte
olarak, karşılaştırmanın kriterlerine göre zorunlu olarak farklı biçimlere
bürünmektedir.
Bazıları kısa bir dönemi, bazıları
uzun dönemleri hatırlatan yapılar ve konjonktürlerden kısaca söz etme âdeti
yavaş yavaş yaygınlık kazanmaktadır. Mutlaka çeşitli yapılar vardır,
konjonktürler de çeşitlidirler ve bu konjonktürlerin veya bu yapıların süreleri
de kendi paylarına değişmektedirler. Tarih, dikey olarak zamansal bir ‘kat’tan
bir diğerine çok sayıda açıklamayı kabul etmekte ve keşfetmektedir; aynı
zamanda yatay bağlantılar ve korelasyonlar da bulunmaktadır. Daha basit ve daha
kesin terimlerle birinci edisyonun önsözünde açıklanan buydu, ki bu önsöz benim
ilk niyetlerimi dile getirmiş ve bu kitabın bölümlerinin birbirlerini izlediğini ilân etmiştir.
19 Haziran
1963
Bu ikinci edisyonun harita ve
krokileri, benim yönlendirmelerimle birlikte, Jacques Bertin yönetimindeki
Ecole des Hautes Etudes’ün VI. Bölümüne bağlı Haritacılık Laboratuvarında
çizilmiştir. Bibliyografik doğrulamalar ve matbaa tashihleri konusunda sunduğu
yardımlardan ötürü Marthe Briata, Marianne Mahn, A. Tenenti ve M. Keul’e teşekkür etmek
isterim.
ÜÇÜNCÜ BASIM İÇİN ÖNSÖZ
Bu üçüncü basım vesilesiyle yalnızca
birkaç satır yazacağım. Bunları yazmamın nedeni her şeyden önce, bu yayının
yapmak istediğim değişikliklerden yoksun olduğunu söylemek içindir. Bu konuda
editörümü değil de kitap endüstrisinin içinde bulunduğu zorlukları suçlamak
gerekir. Bugün bu kadar kalın bir kitabı yeniden basmak, gerçek bir cesaret
gösterisidir.
Bu bağlamda, on yıl kadar bir süre
içinde şurada veya burada kimi ayrıntıların ve hattâ Deniz’in muazzam tablosuna
ait bütünsel parçaların değişmesine yol açan çok sayıdaki incelemeyi gözden
geçirmekten vazgeçtim. Türk arşivlerinin zenginlikleri yavaş yavaş açığa çıkmaktadır
ama bana göre bu oldukça yavaştır.
En fazla değişen şey ise mesleğimizin
problematiği olmaktadır. Artık toplumu veya devleti ya da iktisadı, tam da
eskiden gördüğüm gibi görmüyorum. Okuyucu, hızlı bir şekilde yayımlanan Maddi
Uygarlık ve Kapitalizm’in üç cildini okuduğunda bunu fark edecektir; bu
kitaplarda bakış açılarımı daha iyi formüle edebildim ve bana bile şaşırtıcı
gelen, Akdeniz’in nispi refahını açıklayabildim. Uzun zaman önce, en azından bu
kitabın sağlamış olduğu bu kazanım, bütün kuşkuların dışında kalmaktadır. Ben
bu durumdan safiyane bir biçimde, yani hiçbir kısıtlama olmaksızın, sanki İspanya, İtalya ve İç Deniz’in diğer ülkelerine
mutlu seneler veya oldukça parlak yıllar bahşetmişim gibi sevinç duymaktayım
ki, geleneksel tarih onları bundan mahrum bırakmıştır.
16 Mart
1976
DÖRDÜNCÜ BASIM İÇİN ÖNSÖZ
Bu yayın bazı eklemeler ve düzeltmeler
içermektedir. Bilhassa üçüncü ciltte 237-552. sayfalar.
8 Haziran
1979
BRAUDEL’İN AKDENİZ’İ
İnsanlık ailesinin 1985 Kasımı’nda
kaybettiği, 20. yüzyılın en büyük tarihçilerinden biri olan Fernand Braudel’in
başyapıtı Akdeniz’i Türk okuyucusuna sunma ve tanıştırma görevi bana düştüğü
için, gurur ve mutluluğumu ifadeden âciz kalmaktayım.
Braudel’in 20. yüzyılın en büyük
tarihçilerinden biri, belki de en büyüğü olması bilim çevrelerinde tartışma dışıdır,
ama genel okuyucuya bunun nedenlerinin açıklanması gerekmektedir. Çünkü her
bilimsel disiplinde olduğu gibi tarihçilik alanında da “kâzip şöhretler” bulunmakta
ve bunlar “kerametleri kendilerinden menkul” söylevler içinde, ağustos böceğiyle
ateş böceğininkinin karışımı bir ‘‘bilimsel” hayat sürdürürlerken, günün ışıması
ve sonbaharın gelmesiyle sönmektedirler. Oysa Braudel, üstadları Marc Bloch ve Lucien Febvre gibi, yaşarken klasik olmuştur
ve bunun nedenleri vardır. Braudel çok zor bir işe girişen ve hayret verici bir
şekilde bunu başaran küçük bir tarihçiler cemaatinin (Annales Okulu) üyesidir.
Bilim, çoğu zaman sanıldığının aksine en tutucu alanlardan biridir ve gene sanıldığı
gibi “doğruları” değil, belli bir cemaatin “doğruları”nı savunur. Hal böyle
olunca, bilim insanlarının kendi sıcacık teorik çerçevelerinden kopmaları hemen
hemen olanaksızdır ve yeniliklere ilk önce onlar karşı çıkarlar. Tarih gibi,
siyasetin ve toplumsal teorilerin altyapısını oluşturan bir alanda, fincancı
katırlarını ürkütmeden ve meydan savaşlarını göze almadan zihniyetlerde değişiklik
sağlamak, belki de dünyanın en zor işidir. Herkes alıştığını sever ve doğru
bulur. İşte Braudel’in önce bir üyesi, sonra da pîri olduğu Annales loncası bu
zorluğun üstesinden gelebilmiştir.
Annales Okulu’nu 1929’da Strasbourg’da
kurdukları Annales d’Histoire Economique et Sociale adlı derginin
çevresinde dokumaya başlayan Marc Bloch ve Lucien Febvre, tarihi anlatmaktan tarihi
anlamaya yönelen bir süreç üzerinde yer almışlardır. Onlara gelinceye kadar
tarihçilik mesleğinin başlıca uğraşı olay-anlatıcılık idi ve bu açıdan Ortaçağ
geleneğinden pek fazla uzaklaşılmış değildi. Öte yandan gene bu egemen tarihçi
çevrelerin tarihin başlıca aktörleri olarak “Ünlü” kimseleri görmeleri de
önemli bir yara meydana getiriyordu. Bu iki Annales kurucusunun, tarihin sessiz
unsurları olan ve belge bırakmayan küçük insanları tarihin aktörleri düzeyine
yükseltmeleri bizatihi bir devrim meydana getirmiştir. Bu okula erkenden
intisap eden Braudel’in bizzat belirttiğine göre “Annales tavrı” bu iki ünlü
tarihçinin meydana getirdiği birinci kuşakta belirlenmiştir. Braudel’e göre, diğer
kuşaklar yeni formüller, yeni örnekler ve yeni teyitler getirmişlerdir, ama
yeni icatlar yapmamışlardır.
Braudel’in ilk kez 1947’de bir doktora
tezi olarak sunduğu ve 1949’da yayımladığı “Akdeniz”, daha sonraları yazar
tarafından defalarca gözden geçirilmiş, değiştirilmiş ve genişletilerek
zenginleştirilmiştir. Braudel’in bu eserinde yaptığı şey “une histoire
autre”tur (bir başka tarih). Çünkü tarihsel bir nesne olarak ele aldığı şey bir
denizdir. Romalıların Mare Nostrum’u onun elinde tasnif dışı bir kişilik haline
gelmiştir (tıpkı rejisörün kamerayı başrolde oynatması gibi). Üstelik bu deniz,
kitabın önsözünde de belirtildiği gibi, tarih boyunca hep aynı boyutlara sahip
olarak kabul edilmemektedir. Akdeniz 16. yüzyılda ‘‘bugün olduğundan daha geniştir”.
Mutlak ve kesin kavramlara alışık olanları isyan ettirecek bir ele alış tarzı.
Diğer yandan, Akdeniz bir deniz olmaktan çok bir “denizler bütünü”, “adalar
tarafından doldurulmuş, yarımadalar tarafından kesintiye uğratılmış, dallı
budaklı kıyılarla çevrelenmiş bir denizler bütünüdür”. Ne kadar da çok özel
tarih vardır; ve bir de Akdeniz’in ‘histoire globale’i. İşte bu özel tarihler
konusu Annales Okulu ve Braudel’in en özgün yanlarından birini meydana
getirmektedir. Hem tarih bütün mekânlar için aynı hızla akmamakta hem de bu
mekânlar aynı kaderleri izlememektedirler. Parça ile bütün çoğu zaman farklıdırlar
ve bütünden hareketle parçanın tarihini açıklamak mümkün değildir. Başka bir
deyişle, parça ile bütünün tarihleri farklı olmaktadır. Braudel kitabında özel
Akdenizlerin tarihi ile Akdeniz’in genel tarihi arasındaki farklılıkları
vurgulamaktan büyük bir tat almaktadır. Bu ne kadar zor bir iştir.
Braudel bu zor işi başarabilmek için
kitabını üç bölüm halinde ele almıştır ve zaten üstadın çalışma yöntemi tüm
eserleri için aynı olup, Wallerstein’ın terimiyle bütün bilimsel inşalarını
üçer katlı olarak gerçekleştirmektedir. Birinci bölümde (katta) insanın, onu
çevreleyen ortamla olan ilişkilerini incelediği, âdeta hareketsiz bir tarihi
ele almaktadır. Bu tarih yavaş akmakta, yavaş dönüşmekte ve sürekli olarak
yenilenen devrevi hareketlerle karşı karşıya kalmaktadır. Braudel bu âdeta
zamandışı ve insandışı oluşumu tarihsel bir nesne haline getirmektedir. Çünkü
insan bunun da bir ürünüdür; üstelik tarih her yerde aynı hızla akmak zorunda
değildir ve hattâ bazen hiç akmayabilir de.
Bu yavaş hareketli tarihin üzerinde,
ritmi yavaş bir tarih yer almakta ve bu da eserin ikinci bölümünü meydana
getirmektedir. Braudel burada grupların ve gruplaşmaların tarihini, sosyal
adını verdiği bir tarih çerçevesinde incelemektedir. Bu bölüm tarihçiye göre
dipteki dalgaların tarihidir.
Nihayet sonuncu bölüm, bireyler
boyutundaki tarih olmakta veya başka bir ifade ile yüzey hareketlerinin tarihi
olmaktadır.
Üstad kitabının sonuç bölümünde
söylediği üzere “gerçeğin çakıştırdığı farklı tarihleri, saydamlıkları içinde”
göstermeye çalışmıştır. Braudel’e göre çok sayıda zamansallıklar (temporalités)
bir aradadır ve l’histoire globale bunların çok sesliliğini, saydamlığını
ve aynı zamanda birbiriyle çakışmasını göstermeye çalışan tarihtir.
Şurada şu tarihte şu olay oldu
türünden anlatılara alışık Türk okuyucusu bu kitapla yeni bir dünya keşfedecektir:
Yazın serinlemek için girdiği suların aslında ne denli büyük bir tarih aktörü olduğunu
görecektir. Bu kitabın çevirisi hakkında da birkaç söz söylemek durumundayım.
Bu işin kolay olduğunu söylemem mümkün değildir. Öncelikle hacim: Bu kadar
büyük bir kitabın çevrilmesi, tahsis edilen zamanın yoğunluğu bakımından bazen
beni boğan boyutlara ulaşmıştır. Sonra terimler: Doğulu geleneklerin ağır bastığı
ülkemiz okuyucusuna genellikle Batı’ya özgü terimlerle kaleme alınmış bir kitabı
aktarmak çok zamanımı aldı. Bunun yanısıra teknik terimlerin ve coğrafi adların,
Türkçede bu konuda henüz bir gelenek oluşmaması nedeniyle, beni çok yorduğunu
belirtmeliyim. Ancak her şeyin başında sevgi yer alıyor. Eğer Akdeniz’i ve bu
büyük Akdenizliyi sevmeseydim, ne bu işe cesaret edebilir ne de altından
kalkabilirdim. Akdeniz’de en fazla kıyıya sahip ülkenin çocukları da acaba
böyle düşünebilecekler mi?
Mehmet Ali
Kılıçbay
YENİ BASIMIN SUNUMU
Uzun süredir beklenen Braudel’in
eserinin yeni edisyonunu Doğu Batı Yayınları’nın 20. kuruluş yılı armağanı
olarak okurlarımıza sunuyoruz.
Türkçede daha önceden iki cilt halinde
yayımlanan çalışmanın, Braudel’in gözettiği plan ve kurguya uygun biçimde üç
cilt halinde yayımlanması daha doğru olacaktı. Zira ilk ciltte tarihsel olaylar
üzerinde ortamın (milieu) ve coğrafyanın etkisi, ikinci ciltte ekonomik,
toplumsal ve ticari yaşam, üçüncü ciltte ise daha çok bireylere ışık tutularak
siyasi ve askerî olaylar yer almaktadır.
Yaklaşık on yıl üzerinde çalıştığımız
eser; okuma, redaksiyon ve düzeltileriyle önceki basımlardan önemli farklılıklar
içermektedir. Bu yeni basımda, kitap yeni baştan ele alındı, tüm kaynaklar
orijinal metne göre gözden geçirildi. Yer, bölge veya özel isimlerin yazımında
ise daha çok özgün kullanımlar tercih edildi. Ayrıca metinde Braudel’in
Latince, İspanyolca veya İtalyanca yazmayı tercih ettiği kavram ve kelimelere
dokunulmadı, zira kitabın özgün metninde de sözü edilen yerler olduğu gibi bırakılmıştı.
Dünyada tarihyazımını yöntem ve düşünce
bakımından derin bir şekilde etkileyen bu eserin Türkiye’deki okurlara da büyük
bir yarar getireceğini umuyoruz.
Doğu Batı
Yayınları
Fernand Braudel (1902-1985)
Bir köy öğretmeninin oğludur. 1902’de Luméville-en-Ornois’da (Meuse) doğdu. Sorbonne’un tarih bölümünden 1923’te mezun oldu. Cezayir, Paris ve Brezilya’da dersler verdi. 1937’de Ecole Pratique des Hautes Etudes’ün müdürlüğüne getirildi. Nazilerin 1940’ta Fransa’yı işgali sırasında Fransız ordusunda teğmen olan Braudel, Almanlar tarafından yakalanarak Lübeck’te bir esir kampına gönderilmiş ve savaş bitimine kadar orada kalmıştır. Tarihçiler arasında büyük bir devrim yaratan La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II (II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası) adlı ünlü doktora çalışmasını esir kampında kaleme almıştır. Bu eseriyle Annales Okulu’nun; tarihi, küçük insanların tarihine dönüştürme çabasına ek olarak Braudel, coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci tarihin öznesi haline getirmiş, zaman ve mekân algısını köklü biçimde değiştirmiştir. Braudel, 1946 yılında Marc Bloch ve Lucien Febvre’in kurduğu Annales dergisinin yayın kuruluna ve 1949 yılında ise Collège de France’a seçildi. 1962’de Maison Sciences de l’Homme’un yöneticisi oldu. Diğer üç ciltlik ünlü eseri Civilisation Matérielle et Capitalisme (Maddi Uygarlık ve Kapitalizm) 1979’da yayımlandı. L’Identité de la France (Fransa’nın Kimliği) adlı kitabını tamamlayamadan 1985’te yaşamını yitirdi.