1912 yılında ressam arkadaşı William Rothenstein’in davetiyle Büyük Britanya’ya doğru yola çıkan Rabindranath Tagore, uzun gemi yolculuğunu fırsat bilerek ilk defa kendi şiirlerinden İngilizceye çeviriler yapmaya girişir. Bengalli bir şairin, bir yandan modern Hindistan’ın en büyük şairine, diğer yandan bir Hint-İngiliz şairine dönüşerek dünya edebiyatının önde gelen isimleri arasında yerini almasının hikâyesi böylece başlar. Şiirler Britanya’da önce William Butler Yeats ve Ezra Pound’a, sonra da onlar aracılığıyla İngiliz edebiyat çevrelerine ulaşır. Yeats, Gitanjali’nin 1912 tarihli ilk basımı için yazdığı önsözde Tagore’dan, “Onun şiirleri, içerdikleri düşüncelerle benim hayatım boyunca düşlediğim bir dünyayı yansıtıyor,” diye söz etmekte, Pound ise onu Dante’yle kıyaslamaktadır. Henüz bir yıl geçmeden Tagore, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Bunu izleyen yıllarda Tagore’un şiirleri, önemli Avrupalı, Rus ve Latin Amerikalı edebiyatçılar tarafından çeşitli dillere çevrilerek dünya genelinde geniş bir okur kitlesiyle buluşur.
Tagore’un dünya edebiyatında parlak bir yer edinmesinin yolunu açan efsanevi kitap Gitanjali’yi, W. B. Yeats’in harikulade önsözüyle beraber, çevirmen Aytek Sever tarafından titizlikle hazırlanmış yeni basımıyla okurlarımıza sunuyoruz.
- Yazar: Rabindranath Tagore
- Kitabın Başlığı: Gitanjali
- Orijinal Başlık: Gitanjali – Song Offerings
- Çeviren: Aytek Sever [İngilizce]
- Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 306; Edebiyat Dizisi - 72
- Basım Bilgileri: Haziran 2021
- Sayfa Sayısı: 124
- ISBN: 978-625-7030-61-8
- Boyutları: 13,5 x 21
Eserin Yeni Basımı için Çevirmenin Notu
Bundan birkaç yıl önce,
2009-2010 yıllarında yayımlanmış Tagore çevirilerimin –Firari ve Gitanjali–
yeni basımlarını hazırlamaya karar verdiğimde, her iki çeviriden de memnun
olmadığımdan, bunları baştan sona yeniden ele almayı düşünmüştüm. Gitanjali’nin
mevcut başka çevirileri de vardı, dolayısıyla bunları da incelemem en doğrusu
olacaktı. Fakat yaptığım çalışmalar sırasında, hangi önemli yayınevinin hangi
prestijli dizisinden çıkmış olursa olsun Gitanjali’nin tüm Türkçe
çevirilerinin hayli sorunlu olduğunu, özellikle de orijinal metinle
kıyaslanınca sorunların katmerlendiğini gördüm. Ne yazık ki, Tagore’un ilk
bakışta basitmiş gibi görünen İngilizcesine aldanıp şiirlerini çevirmeye
kalkışan çeşitli çevirmenler, tüm emeklerine rağmen, hem orijinal metinden
dikkat çekici derecede sapmışlar hem de Türkçe söyleyişte yanlışlar
yapmışlardı; yayınevleri de redaksiyon hususunda ihmalkâr davranmıştı.
Şayet Tagore’un hakkını verebilecek yeni bir basım hazırlayacaksam,
Gitanjali’nin tüm metninin üzerinden titiz bir şekilde yeniden geçmem,
hem de bunu yalnızca bir kez değil defalarca yapmam gerekiyordu. Benzer
şekilde, W. B. Yeats’in meşhur Gitanjali önsözünü tekrar çevirmem ve
aslına tam anlamıyla sadık kalarak metne dâhil etmem de şarttı. Yaklaşık iki
yıllık süreçte, metnin üzerinden yedi ya da sekiz defa geçtim. Her defasında
araya biraz zaman koyup metni bir kenarda beklettim, çeviriye son şeklini
vermek adına aceleci davranmadım. Neticede Gitanjali 2018 yılında
herkese açık e-kitap olarak yayımlandı ve yaklaşık üç yıl boyunca çevrim içi
yayıncılık sitesi İşaret Ateşi üzerinde mevcuttu. 2020’nin sonlarına
doğru Taşkın Takış ile olan görüşmemiz sonucunda İşaret Ateşi’ndeki tüm
Tagore çevirilerini Doğu Batı Yayınları ile yeniden yayımlamaya karar verdik.
Son aşamada bir kere daha üzerinden geçilen Gitanjali
çevirimin hâlâ geliştirilmeye açık noktaları kalmış olabilir elbette. Ancak
okumakta olduğunuz nihai ürünün şekillendiği tüm süreç boyunca emeğimi
sakınmadığımdan, yaptığım işin tüm sorumluluğunu gönül rahatlığıyla üzerime
alıyorum. Doğu Batı Yayınları ile beraber yetkin bir çeviri ortaya
çıkarabilmişsek eğer, Tagore’un bu önemli yapıtını Türkçeye gerçekten çevrilmiş
sayacağım.
Takdir elbette, her zaman, okurların.
Aytek Sever
Önsöz
-William Butler Yeats-
Birkaç gün önce tanınmış
Bengalli bir doktora “Almanca bilmem,” demiştim, “ama bir Alman şairinden
yapılmış bir çeviri beni etkilerse, British Museum’a gider, o şairin yaşamına
ve düşünce geçmişine dair bana bir şeyler söyleyebilecek İngilizce kitaplar
arar bulurum. Oysa Rabindranath Tagore’un bu düzyazı şiir çevirileri beni
yıllardır hiçbir şeyin yapmadığı kadar heyecanlandırdığı halde, Hintli bir
konuk bana anlatmadığı sürece ne bu şairin yaşamına ne de onun şiirini mümkün
kılan düşünce akımlarına dair bir şey öğrenebileceğim.” Bengalli doktor
etkilenmiş olmamı doğal karşıladı, “Ben her gün Rabindranath okurum,” dedi,
“onun tek bir dizesi insana dünyanın tüm dertlerini unutturur.” Buna karşılık, “II.
Richard devrinde,” dedim, “Londra’da yaşayan bir İngiliz, Petrarca veya Dante
çevirileriyle karşılaşsaydı, sorularına yanıt verecek kitap bulamayacağından,
tıpkı benim size sorduğum gibi Floransalı bir bankerle veya Lombardiyalı bir
tacirle konuşurdu. Zira görebildiğim kadarıyla bu şairin şiiri öyle verimli ve
öyle yalın ki, âdeta yeni Rönesans sizin ülkenizde doğmuş ve ben bunu yalnızca
başkalarından işiterek öğrenebileceğim.” O ise, “Başka şairlerimiz de var,”
diye yanıt verdi, “ama hiçbiri onun dengi değildir; biz bu çağa Rabindranath
Çağı diyoruz. Bana öyle geliyor ki, Avrupalı hiçbir şair ülkesinde onun kadar
tanınmıyor. O, şiirde olduğu kadar müzikte de üstündür; şarkıları Batı
Hindistan’dan Birmanya’ya kadar Bengalce konuşulan her yerde söylenir. Daha on
dokuz yaşında ilk romanını yazdığında ünlü olmuştu; hemen ardından yazdığı
oyunlar ise bugün Kalküta’da hâlâ oynanıyor. Ben en çok onun yaşamının
tamlığına hayranlık duyuyorum; henüz pek gençken doğal şeyler hakkında bolca
yazardı ve gün boyu bahçesinde otururdu; yaklaşık yirmi beş yaşından belki otuz
beş yaşına kadar, büyük ıstırap çektiği zamanlar dilimizin en güzel aşk
şiirlerini kaleme aldı.” Ardından, derin bir hissiyatla, “On yedi yaşımdayken
onun aşk şiirlerine neler borçlu olduğumu size anlatamam,” dedi. “Daha sonra
onun sanatı derinleşti, dinî ve felsefi oldu; insanlığın tüm esinleri vardır
onun ilâhilerinde. Yaşamı yadsımayıp yaşamın içinden konuşan ilk ermişimizdir
o; bizler bu yüzden sevgimizi sunuyoruz ona.” Bengalli doktorun özenle seçtiği
sözcükler belki belleğimden silinmiş olabilir, ama düşüncelerinin özü böyleydi.
“Kısa süre önce kiliselerimizden birinde –ki biz Brahmo Samac üyeleri sizin
‘kilise’ (church) sözcüğünüzü kullanırız– Tagore âyin için ilâhi
okuyacaktı; o gün hem Kalküta’dakilerin en büyüğü olan o kilise hıncahınç
dolmuş, hem de sokaklar kalabalıktan geçilmez hale gelmişti.”
Görüştüğüm başka Hintliler de oldu. Onların bu şaire olan
saygıları bizim küçük büyük her şeyi bariz bir alay ve yarı ciddi küçümseme
örtüsü altına gizlediğimiz dünyamız için hayli tuhaf kaçıyordu. Acaba bizler
katedraller kurarken büyük insanlarımıza böyle bir saygı beslemiş miydik? “Her
sabah üçte –biliyorum, çünkü gözlerimle gördüm bunu–”, dedi konuklarımdan biri,
“Rabindranath kıpırdamadan oturur, tefekküre dalar, Tanrının hakikatine dair
hayalinden iki saat boyunca uyanmazdı. Babası Ulu Maharishi bazen böyle
gün boyu otururdu; bir defasında nehirde giderken manzaranın güzelliğiyle
tefekküre dalmış, kürekçiler yola devam edebilmek için sekiz saat
beklemişlerdi.” Sonra bana Bay Tagore’un ailesinden, onların soyundan nesiller
boyu nasıl büyük insanlar çıktığından söz etti. “Bugün” dedi, “sanatçı olan
Gogonendranath ve Abanindranath Tagore; ve Rabindranath’ın ağabeyi, büyük bir
düşünür olan Dvijendranath var; dallardan sincaplar iner, onun dizlerine
tırmanır; ellerine kuşlar konar.” Bu insanların düşüncesinde, açıkça
görülebilen bir güzellik ve anlam duygusu buluyorum ben; sanki Nietzsche’nin,
er ya da geç somut nesneleri etki altına almayan hiçbir ahlâki veya düşünsel
güzelliğe inanmamamız gerektiği şeklindeki öğretisine sahipler onlar. “Siz
Doğulular,” dedim, “bir aileyi nasıl saygın kılacağınızı biliyorsunuz.
Geçenlerde bir müze yöneticisi bana Çin gravürlerini düzenleyen esmer tenli,
ufak tefek bir adamı göstererek, ‘Bu adam, soya dayalı olarak Mikado’nun sanat
sorumlusu; aynı aileden bu mevkide görevli olan on dördüncü kuşak,’ dedi.”
Bunun üzerine Hintli konuğum, “Rabindranath küçükken evinde dört bir yanı
edebiyat ve müzikti,” dedi. Onun şiirlerinin bolluğu ve yalınlığını düşündüm,
“Ülkenizde fikir yayma veya eleştiri amaçlı yazın yok mu?” dedim, “Özellikle de
benim ülkemde biz bunlarla öyle çok uğraşmak zorundayız ki, zihinlerimiz
günbegün yaratıcılığını yitiriyor, buna engel olamıyoruz. Eğer yaşamlarımız
daimi bir savaş olmasa, bir beğenimiz olmaz, iyinin ne olduğunu bilemeyiz,
dinleyici ve okur bulamayız. Enerjimizin beşte dördünü, gerek kendi
zihinlerimizdeki gerek başkalarının zihnindeki kötü beğeniyle kavga ederek
geçiriyoruz.” Konuğum, “Sizi anlıyorum,” diye yanıt verdi, “fikir yayma amaçlı
yazın bizde de var; köylerimizde Ortaçağ Sanskrit dilinden uyarlanmış uzun
mitolojik şiirler okuyanlar vardır, araya sık sık insanlara görevlerini
yapmaları gerektiğini söyleyen parçalar eklerler.”
* * *
Bu çevirilerin
elyazmalarını günlerce yanımda taşıdım ve trende, omnibüste, restoranlarda
okudum; sık sık da başkaları ne denli etkilendiğimi görmesin diye kapağını
kapatmak zorunda kaldım. Hintli dostlarımın bana söylediğine göre kendi dilinde
ritim incelikleriyle, tercüme edilemez renk zarafetleriyle ve vezin
buluşlarıyla dolu olan bu şiirler, içerdikleri düşüncelerle benim hayatım
boyunca düşlediğim bir dünyayı yansıtıyordu. Bu dizeler hem üstün bir kültürün
eseri hem de çimenler ve sazlar misali alelâde toprağın ürünüydüler. Şiir ve dinin
aynı olduğu bir gelenek çağlardan süzülerek gelmiş, tahsilli tahsilsiz
herkesten mecaz ve duygu toplamış, âlimin ve uluların düşüncesini yığınlara
geri taşımıştı. Eğer Bengal uygarlığı kesintiye uğramazsa ve sezildiği üzere
her şeyin içinden akan o ortaklaşa akıl bizde olduğu gibi birbirinden habersiz
bir düzine akla bölünmezse, o zaman bu dizelerdeki en kavranılması zor
inceliklerin bile bir kısmı birkaç kuşak sonra sokaktaki dilenciye kadar
ulaşacaktır. İngiltere’de böyle tek bir akıl varken Chaucer Troilus ve
Cressida’yı yazmış, okunmak üzere, daha doğrusu sesli okunmak üzere
yazdığını düşünmüştü –zira bizim zamanımız hızla yaklaşıyordu– ve böylece
bunlar bir dönem halk ozanlarınca çalınıp söylendi. Chaucer’ın öncelleri gibi
şimdi Rabindranath Tagore da şiirlerini besteliyor ve insan her an onun nasıl
da verimli, kendiliğinden, tutkusunda gözüpek, nasıl da sürprizlerle dolu
olduğunu fark ediyor; çünkü o asla tuhaf, yapay veya savunulmaya muhtaç görünen
bir şey yapmıyor. Bu şiirler birtakım hanımlar uyuşuk ellerle sayfalarını
çevirsin ve az buçuk tanıdıkları yaşamın anlamsızlığına iç geçirsin diye veya
üniversite öğrencileri yanlarında gezdirip hayata atılınca bir kenara bıraksın
diye masaların üzerinde, hoş baskılı kitaplarda kalmayacak; aksine, nesiller
geçtikçe yoldaki yolcular, nehirdeki kürekçiler onları mırıldanacak. Âşıklar,
birbirlerini beklerken onları mırıldanarak, bu Tanrı sevgisinde kendi acı
tutkularının yıkanıp gençleşeceği büyülü bir girdap bulacaklar. Bu şairin
yüreği hiç küçümsemeden, hiç aşağılamadan her an o insanlara doğru akar, zira o
onların kendisini anlayacağını bilir, bizzat onların hayat koşullarıyla
doludur. Tozu göstermesin diye toprak rengi cübbe giymiş gezgin, yatağında
soylu sevgilisinin çelenginden düşmüş taç yapraklar arayan genç kız, boş evinde
efendisinin eve dönüşünü bekleyen hizmetkâr veya gelin; bunların hepsi Tanrıya
geri dönen yüreğe dair imgelerdir. Çiçeklerle nehirler, öttürülen deniz
kabukları, Hint temmuzunun şiddetli yağmuru, vuslatta veya ayrılıkta yüreğin halleri,
bir Çin resmindeki gizemli anlamlar yüklü bir figür misali nehirdeki teknede
oturmuş saz çalan adam; bunlar Tanrının ta kendisidir. Son derece yabancısı
olduğumuz koskoca bir halk, koskoca bir uygarlık bu imgeleme kapılmış; ancak o
bizleri de derinden etkiliyor – tuhaflığından dolayı değil, aksine, sanki
Rossetti’nin söğüt korusunda yürümüşçesine kendi imgemizle karşılaştığımızdan,
ya da belki de edebiyatta ilk kez olmak üzere, kendi sesimizi tıpkı bir rüyada
olduğu gibi duyduğumuzdan.
Rönesans’tan beri, Avrupalı azizlerin
yazıları –onların mecazlarına ve genel düşünce yapılarına ne denli aşina
olursak olalım– artık hiçbirimizi ilgilendirmiyor. En azından dünyadan
vazgeçmemiz gerektiğini biliyoruz, üstelik bezginlik veya esrime anlarında
gönüllü bir vazgeçişe meyletmeye de yatkınız; fakat bizler, tenin ve ruhun
çığlığının bir olduğu onca şiir okumuş, onca tabloya bakmış, onca müzik
dinlemişken, nasıl olup da öylesi haşin, kaba bir şekilde vazgeçebiliriz
dünyadan? İsviçre göllerinin güzelliğine takılıp kalmamak için gözlerini
kapayan Aziz Bernard’la veya Vahiy Kitabı’nın ateşli söylemiyle neyimiz ortak
ki bizim? Rabindranath Tagore’un kitabında olduğu gibi incelik dolu sözleri
yeğleriz:
Artık ayrılıyorum. Elveda kardeşlerim!
Selamlıyorum hepinizi ve işte gidiyorum.
Buyrun, kapımın
anahtarlarını geri veriyorum; vazgeçiyorum evimin mülkiyetinden. Yalnızca son
birkaç nazik söz diliyorum sizden.
Komşuyduk bizler uzun
zaman; verebildiğimden çoğunu aldım hem de sizden. Şimdi gün doğdu, karanlık
köşemi aydınlatan lamba söndü. Bir çağrı gelmiştir bana ve ben hazırım
yolculuğuma.
À Kempis’ten veya San Juan de la Cruz’dan alabildiğine uzak olan
şu haykırış bizim ruh durumumuzu anlatır:
Ve bu hayatı sevdiğimdendir ki, biliyorum,
ölümü de seveceğim.
Ne var ki, Tagore’un kitabı yalnızca ölüme dair düşüncelerimiz
üzerinden kavramıyor bizi. Bizler Tanrıyı sevdiğimizi bilmiyorduk, Ona
inandığımızı bile bilmiyorduk; ancak geriye dönüp yaşamımıza baktığımız zaman,
orman patikalarında keşfe çıkışımızda, tepelerdeki ıssız yerlerden duyduğumuz
hazda, âşık olduğumuz kadını öyle gizemli, boş yere arzulayışımızda bu baştan
çıkarıcı hoşluğu yaratan duyguyu buluyoruz:
Sen, ey Kralım, sıradan kalabalıktan
biriymişçesine, hiç fark ettirmeden, davetsizce kalbime girerek, yaşamımın nice
geçici ânına sonsuzluk mührünü bastın.
Bu, inziva hücresinin
veya çilenin kutsallığı değildir artık; daha ziyade, âdeta tozu ve güneş ışığını
resmeden sanatçının müthiş yoğun ruh durumuna doğru bir yüceliştir; buna benzer
bir ses için bizim, çalkantılı tarihimizde birer yabancı olarak kalmış Aziz
Francis’e, William Blake’e gitmemiz gerekir.
* * *
Bizler tıpkı kavga ettiğimiz, para kazandığımız, kafamızı
siyasetle doldurduğumuz, yani hep tatsız şeyler yaptığımız gibi, tek bir
sayfası bile yazma zevki vermeyen upuzun kitaplar yazar, yalnızca genel bir
çerçeveye güveniriz. Oysa Hint uygarlığının kendisi gibi Bay Tagore da ruhu
keşfetmekten, onun kendiliğindenliğine teslim olmaktan memnuniyet duyuyor. Çoğu
zaman o, bizim tarzımızla yaşayan ve görünüşte dünyada daha fazla ağırlığı
olanların yaşamıyla karşılaştırıyor yaşamı ve bunu yaparken de, kendisi için en
iyisinin kendi yolu olduğuna eminmişçesine, daima alçakgönüllü:
Evlerine gidenler bana bakıp gülüyorlar, beni
utandırıyorlar. Dilenci bir kız gibi oturuyorum, çarşafımı başıma geçiriyorum;
bana ne istediğimi sorarlarsa gözlerimi aşağı çevirip susuyorum.
Ve bazen, yaşamının eskiden nasıl bambaşka olduğunu hatırlayıp
şöyle diyor:
İyi ile kötünün çekişmesiyle geçirmiştim nice
saatleri, fakat şimdi aylak günlerimin oyun arkadaşı kalbimi cezbetmekten keyif
duyuyor. Bilmiyorum nedendir bu apansız çağrı, hangi amaçsız tesadüfe doğru…
Edebiyatta eşi bulunmayan bir masumiyet ve yalınlık, kuşları ve
yaprakları çocuklar için nasılsalar öyle yakın gösteriyor ona; mevsimlerin
değişmesi, düşüncelerimiz o mevsimlerle aramıza girmeden önce bir zamanlar
nasıl büyük olaylarsa, onun için gene öyle. Bazen onun bunu Bengal
edebiyatından veya dinden mi aldığını merak ediyorum, bazense ağabeyinin
ellerine konan kuşları hatırlayarak, bu özelliğin aileden gelen, Tristan veya
Pellinore’un asaleti gibi yüzyıllar içinde şekillenmiş bir gizem olduğunu
düşünmekten zevk alıyorum. Hakikaten o, çocuklardan söz ettiğinde onlarla öyle
iç içe görünüyor ki, insan onun çocuklardan mı, yoksa ermişlerden mi söz
ettiğine emin olamıyor:
Kumdan evler kurar onlar, boş deniz
kabuklarıyla oynarlar. Kurumuş yapraklardan yaparlar gemilerini, gülümseyerek
yüzdürürler onları engin denizde. Çocuklar oyunlarını oynar dünyaların sahilinde.
Yüzmeyi bilmezler,
denize ağ atmasını bilmezler. İnci avcıları suya dalar, tacirler gemileriyle
açılır; o sırada çocuklar çakıl taşlarını bir toplar, bir saçar. Gizli
hazineler aramaz onlar, ağ atmasını bilmezler.
Gitanjali’nin İngilizce ilk basımı için W. B.
Yeats tarafından ressam William Rothenstein’e hitaben yazılmış giriş yazısı,
1912
Rabindranath Tagore
Rabindranath Tagore (1861-1941), Kalküta’da doğdu. Brahman bir ailedendi; dedesi ve babası Brahmo Samac adlı
dinî ve sosyal reform hareketinin ileri gelen temsilcilerindendi. Genç yaşta çokyönlü bir eğitim
alan Tagore, Doğu ve Batı edebiyat ve düşüncesinin
çeşitli kaynaklarıyla
tanıştı, hem entelektüel hem manevi
anlamda yoğun ve derin bir havayı soluyarak yetişti.
Başta şiir,
tiyatro oyunu, roman, hikâye ve deneme olmak üzere edebiyatın hemen her türünde örnekler verdi; bir müzisyen
olarak çok sayıda şiirini şarkı olarak besteledi; resimle uğraştı, sergiler açtı.
Kendi şiirlerinden yaptığı İngilizce çeviriler sayesinde
dünyada tanındı; saygın
bir Hint-İngiliz şairi
olarak kendine yer edindi; 1913’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Dünyanın
çeşitli bölgelerine geziler yapan Tagore geniş bir yelpazeden pek çok entelektüel ile tanıştı; aralarında W. B. Yeats, Ezra Pound, André Gide, Gabriela
Mistral, Juan Ramón Jiménez, Anna Ahmatova, Pablo Neruda’nın da olduğu
çok sayıda edebiyatçıyı etkiledi. Başlıca yapıtları arasında
Gora (1910), Gitanjali (1912), Bahçıvan (1913), Sādhanā (1913), Kabir’in Şarkıları (1915), Meyve Hasadı (1916), Yuva ve Dünya (1916), Firari
(1921) sayılabilir.
Aytek Sever
Şair, çevirmen. 1981 yılında Bursa’da doğdu.
Üniversite ve yüksek lisans öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ’de
tamamladı. Çeşitli alt kitaplardan oluşan Hiperbor, Siòn, Moto
Perpetuo, Anka, Omega adlı şiir toplamlarının yanısıra, R. W.
Emerson (Yaşamın İdaresi), H. D. Thoreau (Doğa ve Yürüyüş Üzerine
Seçme Denemeler), W. Whitman (Ben, Jack Engle; Çimen Yaprakları;
Benliğimin Şarkısı), W. Kandinsky (Sesler), R. Tagore (Firari;
Gitanjali; Meyve Hasadı; Kadim Düşünceler), D. H. Lawrence (İnsanlar
ve Öteki Yaratıklar), G. Stein (Nesneler; Odalar) çevirileri vardır.