• Gitanjali

Gitanjali

  • 125,00 TL
  • 87,50 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

1912 yılında ressam arkadaşı William Rothenstein’in davetiyle Büyük Britanya’ya doğru yola çıkan Rabindranath Tagore, uzun gemi yolculuğunu fırsat bilerek ilk defa kendi şiirlerinden İngilizceye çeviriler yapmaya girişir. Bengalli bir şairin, bir yandan modern Hindistan’ın en büyük şairine, diğer yandan bir Hint-İngiliz şairine dönüşerek dünya edebiyatının önde gelen isimleri arasında yerini almasının hikâyesi böylece başlar. Şiirler Britanya’da önce William Butler Yeats ve Ezra Pound’a, sonra da onlar aracılığıyla İngiliz edebiyat çevrelerine ulaşır. Yeats, Gitanjali’nin 1912 tarihli ilk basımı için yazdığı önsözde Tagore’dan, “Onun şiirleri, içerdikleri düşüncelerle benim hayatım boyunca düşlediğim bir dünyayı yansıtıyor,” diye söz etmekte, Pound ise onu Dante’yle kıyaslamaktadır. Henüz bir yıl geçmeden Tagore, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Bunu izleyen yıllarda Tagore’un şiirleri, önemli Avrupalı, Rus ve Latin Amerikalı edebiyatçılar tarafından çeşitli dillere çevrilerek dünya genelinde geniş bir okur kitlesiyle buluşur.

Tagore’un dünya edebiyatında parlak bir yer edinmesinin yolunu açan efsanevi kitap Gitanjali’yi, W. B. Yeats’in harikulade önsözüyle beraber, çevirmen Aytek Sever tarafından titizlikle hazırlanmış yeni basımıyla okurlarımıza sunuyoruz.


  • Yazar: Rabindranath Tagore
  • Kitabın Başlığı: Gitanjali
  • Orijinal Başlık: Gitanjali – Song Offerings
  • Çeviren: Aytek Sever [İngilizce]
  • Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 306; Edebiyat Dizisi - 72
  • Basım Bilgileri: Haziran 2021
  • Sayfa Sayısı: 124
  • ISBN: 978-625-7030-61-8
  • Boyutları: 13,5 x 21

Eserin Yeni Basımı için Çevirmenin Notu

 

Bundan birkaç yıl önce, 2009-2010 yıllarında yayımlanmış Tagore çevirilerimin –Firari ve Gitanjali– yeni basımlarını hazırlamaya karar verdiğimde, her iki çeviriden de memnun olmadığımdan, bunları baştan sona yeniden ele almayı düşünmüştüm. Gitanjali’nin mevcut başka çevirileri de vardı, dolayısıyla bunları da incelemem en doğrusu olacaktı. Fakat yaptığım çalışmalar sırasında, hangi önemli yayınevinin hangi prestijli dizisinden çıkmış olursa olsun Gitanjali’nin tüm Türkçe çevirilerinin hayli sorunlu olduğunu, özellikle de orijinal metinle kıyaslanınca sorunların katmerlendiğini gördüm. Ne yazık ki, Tagore’un ilk bakışta basitmiş gibi görünen İngilizcesine aldanıp şiirlerini çevirmeye kalkışan çeşitli çevirmenler, tüm emeklerine rağmen, hem orijinal metinden dikkat çekici derecede sapmışlar hem de Türkçe söyleyişte yanlışlar yapmışlardı; yayınevleri de redaksiyon hususunda ihmalkâr davranmıştı.

Şayet Tagore’un hakkını verebilecek yeni bir basım hazırlayacaksam, Gitanjali’nin tüm metninin üzerinden titiz bir şekilde yeniden geçmem, hem de bunu yalnızca bir kez değil defalarca yapmam gerekiyordu. Benzer şekilde, W. B. Yeats’in meşhur Gitanjali önsözünü tekrar çevirmem ve aslına tam anlamıyla sadık kalarak metne dâhil etmem de şarttı. Yaklaşık iki yıllık süreçte, metnin üzerinden yedi ya da sekiz defa geçtim. Her defasında araya biraz zaman koyup metni bir kenarda beklettim, çeviriye son şeklini vermek adına aceleci davranmadım. Neticede Gitanjali 2018 yılında herkese açık e-kitap olarak yayımlandı ve yaklaşık üç yıl boyunca çevrim içi yayıncılık sitesi İşaret Ateşi üzerinde mevcuttu. 2020’nin sonlarına doğru Taşkın Takış ile olan görüşmemiz sonucunda İşaret Ateşi’ndeki tüm Tagore çevirilerini Doğu Batı Yayınları ile yeniden yayımlamaya karar verdik.

Son aşamada bir kere daha üzerinden geçilen Gitanjali çevirimin hâlâ geliştirilmeye açık noktaları kalmış olabilir elbette. Ancak okumakta olduğunuz nihai ürünün şekillendiği tüm süreç boyunca emeğimi sakınmadığımdan, yaptığım işin tüm sorumluluğunu gönül rahatlığıyla üzerime alıyorum. Doğu Batı Yayınları ile beraber yetkin bir çeviri ortaya çıkarabilmişsek eğer, Tagore’un bu önemli yapıtını Türkçeye gerçekten çevrilmiş sayacağım.

Takdir elbette, her zaman, okurların.

 

Aytek Sever

Önsöz

 

-William Butler Yeats-

 

Birkaç gün önce tanınmış Bengalli bir doktora “Almanca bilmem,” demiştim, “ama bir Alman şairinden yapılmış bir çeviri beni etkilerse, British Museum’a gider, o şairin yaşamına ve düşünce geçmişine dair bana bir şeyler söyleyebilecek İngilizce kitaplar arar bulurum. Oysa Rabindranath Tagore’un bu düzyazı şiir çevirileri beni yıllardır hiçbir şeyin yapmadığı kadar heyecanlandırdığı halde, Hintli bir konuk bana anlatmadığı sürece ne bu şairin yaşamına ne de onun şiirini mümkün kılan düşünce akımlarına dair bir şey öğrenebileceğim.” Bengalli doktor etkilenmiş olmamı doğal karşıladı, “Ben her gün Rabindranath okurum,” dedi, “onun tek bir dizesi insana dünyanın tüm dertlerini unutturur.” Buna karşılık, “II. Richard devrinde,” dedim, “Londra’da yaşayan bir İngiliz, Petrarca veya Dante çevirileriyle karşılaşsaydı, sorularına yanıt verecek kitap bulamayacağından, tıpkı benim size sorduğum gibi Floransalı bir bankerle veya Lombardiyalı bir tacirle konuşurdu. Zira görebildiğim kadarıyla bu şairin şiiri öyle verimli ve öyle yalın ki, âdeta yeni Rönesans sizin ülkenizde doğmuş ve ben bunu yalnızca başkalarından işiterek öğrenebileceğim.” O ise, “Başka şairlerimiz de var,” diye yanıt verdi, “ama hiçbiri onun dengi değildir; biz bu çağa Rabindranath Çağı diyoruz. Bana öyle geliyor ki, Avrupalı hiçbir şair ülkesinde onun kadar tanınmıyor. O, şiirde olduğu kadar müzikte de üstündür; şarkıları Batı Hindistan’dan Birmanya’ya kadar Bengalce konuşulan her yerde söylenir. Daha on dokuz yaşında ilk romanını yazdığında ünlü olmuştu; hemen ardından yazdığı oyunlar ise bugün Kalküta’da hâlâ oynanıyor. Ben en çok onun yaşamının tamlığına hayranlık duyuyorum; henüz pek gençken doğal şeyler hakkında bolca yazardı ve gün boyu bahçesinde otururdu; yaklaşık yirmi beş yaşından belki otuz beş yaşına kadar, büyük ıstırap çektiği zamanlar dilimizin en güzel aşk şiirlerini kaleme aldı.” Ardından, derin bir hissiyatla, “On yedi yaşımdayken onun aşk şiirlerine neler borçlu olduğumu size anlatamam,” dedi. “Daha sonra onun sanatı derinleşti, dinî ve felsefi oldu; insanlığın tüm esinleri vardır onun ilâhilerinde. Yaşamı yadsımayıp yaşamın içinden konuşan ilk ermişimizdir o; bizler bu yüzden sevgimizi sunuyoruz ona.” Bengalli doktorun özenle seçtiği sözcükler belki belleğimden silinmiş olabilir, ama düşüncelerinin özü böyleydi. “Kısa süre önce kiliselerimizden birinde –ki biz Brahmo Samac üyeleri sizin ‘kilise’ (church) sözcüğünüzü kullanırız– Tagore âyin için ilâhi okuyacaktı; o gün hem Kalküta’dakilerin en büyüğü olan o kilise hıncahınç dolmuş, hem de sokaklar kalabalıktan geçilmez hale gelmişti.”

Görüştüğüm başka Hintliler de oldu. Onların bu şaire olan saygıları bizim küçük büyük her şeyi bariz bir alay ve yarı ciddi küçümseme örtüsü altına gizlediğimiz dünyamız için hayli tuhaf kaçıyordu. Acaba bizler katedraller kurarken büyük insanlarımıza böyle bir saygı beslemiş miydik? “Her sabah üçte –biliyorum, çünkü gözlerimle gördüm bunu–”, dedi konuklarımdan biri, “Rabindranath kıpırdamadan oturur, tefekküre dalar, Tanrının hakikatine dair hayalinden iki saat boyunca uyanmazdı. Babası Ulu Maharishi bazen böyle gün boyu otururdu; bir defasında nehirde giderken manzaranın güzelliğiyle tefekküre dalmış, kürekçiler yola devam edebilmek için sekiz saat beklemişlerdi.” Sonra bana Bay Tagore’un ailesinden, onların soyundan nesiller boyu nasıl büyük insanlar çıktığından söz etti. “Bugün” dedi, “sanatçı olan Gogonendranath ve Abanindranath Tagore; ve Rabindranath’ın ağabeyi, büyük bir düşünür olan Dvijendranath var; dallardan sincaplar iner, onun dizlerine tırmanır; ellerine kuşlar konar.” Bu insanların düşüncesinde, açıkça görülebilen bir güzellik ve anlam duygusu buluyorum ben; sanki Nietzsche’nin, er ya da geç somut nesneleri etki altına almayan hiçbir ahlâki veya düşünsel güzelliğe inanmamamız gerektiği şeklindeki öğretisine sahipler onlar. “Siz Doğulular,” dedim, “bir aileyi nasıl saygın kılacağınızı biliyorsunuz. Geçenlerde bir müze yöneticisi bana Çin gravürlerini düzenleyen esmer tenli, ufak tefek bir adamı göstererek, ‘Bu adam, soya dayalı olarak Mikado’nun sanat sorumlusu; aynı aileden bu mevkide görevli olan on dördüncü kuşak,’ dedi.” Bunun üzerine Hintli konuğum, “Rabindranath küçükken evinde dört bir yanı edebiyat ve müzikti,” dedi. Onun şiirlerinin bolluğu ve yalınlığını düşündüm, “Ülkenizde fikir yayma veya eleştiri amaçlı yazın yok mu?” dedim, “Özellikle de benim ülkemde biz bunlarla öyle çok uğraşmak zorundayız ki, zihinlerimiz günbegün yaratıcılığını yitiriyor, buna engel olamıyoruz. Eğer yaşamlarımız daimi bir savaş olmasa, bir beğenimiz olmaz, iyinin ne olduğunu bilemeyiz, dinleyici ve okur bulamayız. Enerjimizin beşte dördünü, gerek kendi zihinlerimizdeki gerek başkalarının zihnindeki kötü beğeniyle kavga ederek geçiriyoruz.” Konuğum, “Sizi anlıyorum,” diye yanıt verdi, “fikir yayma amaçlı yazın bizde de var; köylerimizde Ortaçağ Sanskrit dilinden uyarlanmış uzun mitolojik şiirler okuyanlar vardır, araya sık sık insanlara görevlerini yapmaları gerektiğini söyleyen parçalar eklerler.”

*  *  *

Bu çevirilerin elyazmalarını günlerce yanımda taşıdım ve trende, omnibüste, restoranlarda okudum; sık sık da başkaları ne denli etkilendiğimi görmesin diye kapağını kapatmak zorunda kaldım. Hintli dostlarımın bana söylediğine göre kendi dilinde ritim incelikleriyle, tercüme edilemez renk zarafetleriyle ve vezin buluşlarıyla dolu olan bu şiirler, içerdikleri düşüncelerle benim hayatım boyunca düşlediğim bir dünyayı yansıtıyordu. Bu dizeler hem üstün bir kültürün eseri hem de çimenler ve sazlar misali alelâde toprağın ürünüydüler. Şiir ve dinin aynı olduğu bir gelenek çağlardan süzülerek gelmiş, tahsilli tahsilsiz herkesten mecaz ve duygu toplamış, âlimin ve uluların düşüncesini yığınlara geri taşımıştı. Eğer Bengal uygarlığı kesintiye uğramazsa ve sezildiği üzere her şeyin içinden akan o ortaklaşa akıl bizde olduğu gibi birbirinden habersiz bir düzine akla bölünmezse, o zaman bu dizelerdeki en kavranılması zor inceliklerin bile bir kısmı birkaç kuşak sonra sokaktaki dilenciye kadar ulaşacaktır. İngiltere’de böyle tek bir akıl varken Chaucer Troilus ve Cressida’yı yazmış, okunmak üzere, daha doğrusu sesli okunmak üzere yazdığını düşünmüştü –zira bizim zamanımız hızla yaklaşıyordu– ve böylece bunlar bir dönem halk ozanlarınca çalınıp söylendi. Chaucer’ın öncelleri gibi şimdi Rabindranath Tagore da şiirlerini besteliyor ve insan her an onun nasıl da verimli, kendiliğinden, tutkusunda gözüpek, nasıl da sürprizlerle dolu olduğunu fark ediyor; çünkü o asla tuhaf, yapay veya savunulmaya muhtaç görünen bir şey yapmıyor. Bu şiirler birtakım hanımlar uyuşuk ellerle sayfalarını çevirsin ve az buçuk tanıdıkları yaşamın anlamsızlığına iç geçirsin diye veya üniversite öğrencileri yanlarında gezdirip hayata atılınca bir kenara bıraksın diye masaların üzerinde, hoş baskılı kitaplarda kalmayacak; aksine, nesiller geçtikçe yoldaki yolcular, nehirdeki kürekçiler onları mırıldanacak. Âşıklar, birbirlerini beklerken onları mırıldanarak, bu Tanrı sevgisinde kendi acı tutkularının yıkanıp gençleşeceği büyülü bir girdap bulacaklar. Bu şairin yüreği hiç küçümsemeden, hiç aşağılamadan her an o insanlara doğru akar, zira o onların kendisini anlayacağını bilir, bizzat onların hayat koşullarıyla doludur. Tozu göstermesin diye toprak rengi cübbe giymiş gezgin, yatağında soylu sevgilisinin çelenginden düşmüş taç yapraklar arayan genç kız, boş evinde efendisinin eve dönüşünü bekleyen hizmetkâr veya gelin; bunların hepsi Tanrıya geri dönen yüreğe dair imgelerdir. Çiçeklerle nehirler, öttürülen deniz kabukları, Hint temmuzunun şiddetli yağmuru, vuslatta veya ayrılıkta yüreğin halleri, bir Çin resmindeki gizemli anlamlar yüklü bir figür misali nehirdeki teknede oturmuş saz çalan adam; bunlar Tanrının ta kendisidir. Son derece yabancısı olduğumuz koskoca bir halk, koskoca bir uygarlık bu imgeleme kapılmış; ancak o bizleri de derinden etkiliyor – tuhaflığından dolayı değil, aksine, sanki Rossetti’nin söğüt korusunda yürümüşçesine kendi imgemizle karşılaştığımızdan, ya da belki de edebiyatta ilk kez olmak üzere, kendi sesimizi tıpkı bir rüyada olduğu gibi duyduğumuzdan.

Rönesans’tan beri, Avrupalı azizlerin yazıları –onların mecazlarına ve genel düşünce yapılarına ne denli aşina olursak olalım– artık hiçbirimizi ilgilendirmiyor. En azından dünyadan vazgeçmemiz gerektiğini biliyoruz, üstelik bezginlik veya esrime anlarında gönüllü bir vazgeçişe meyletmeye de yatkınız; fakat bizler, tenin ve ruhun çığlığının bir olduğu onca şiir okumuş, onca tabloya bakmış, onca müzik dinlemişken, nasıl olup da öylesi haşin, kaba bir şekilde vazgeçebiliriz dünyadan? İsviçre göllerinin güzelliğine takılıp kalmamak için gözlerini kapayan Aziz Bernard’la veya Vahiy Kitabı’nın ateşli söylemiyle neyimiz ortak ki bizim? Rabindranath Tagore’un kitabında olduğu gibi incelik dolu sözleri yeğleriz:

Artık ayrılıyorum. Elveda kardeşlerim! Selamlıyorum hepinizi ve işte gidiyorum.

Buyrun, kapımın anahtarlarını geri veriyorum; vazgeçiyorum evimin mülkiyetinden. Yalnızca son birkaç nazik söz diliyorum sizden.

Komşuyduk bizler uzun zaman; verebildiğimden çoğunu aldım hem de sizden. Şimdi gün doğdu, karanlık köşemi aydınlatan lamba söndü. Bir çağrı gelmiştir bana ve ben hazırım yolculuğuma.

À Kempis’ten veya San Juan de la Cruz’dan alabildiğine uzak olan şu haykırış bizim ruh durumumuzu anlatır:

Ve bu hayatı sevdiğimdendir ki, biliyorum, ölümü de seveceğim.

Ne var ki, Tagore’un kitabı yalnızca ölüme dair düşüncelerimiz üzerinden kavramıyor bizi. Bizler Tanrıyı sevdiğimizi bilmiyorduk, Ona inandığımızı bile bilmiyorduk; ancak geriye dönüp yaşamımıza baktığımız zaman, orman patikalarında keşfe çıkışımızda, tepelerdeki ıssız yerlerden duyduğumuz hazda, âşık olduğumuz kadını öyle gizemli, boş yere arzulayışımızda bu baştan çıkarıcı hoşluğu yaratan duyguyu buluyoruz:

Sen, ey Kralım, sıradan kalabalıktan biriymişçesine, hiç fark ettirmeden, davetsizce kalbime girerek, yaşamımın nice geçici ânına sonsuzluk mührünü bastın.

Bu, inziva hücresinin veya çilenin kutsallığı değildir artık; daha ziyade, âdeta tozu ve güneş ışığını resmeden sanatçının müthiş yoğun ruh durumuna doğru bir yüceliştir; buna benzer bir ses için bizim, çalkantılı tarihimizde birer yabancı olarak kalmış Aziz Francis’e, William Blake’e gitmemiz gerekir.

*  *  *

Bizler tıpkı kavga ettiğimiz, para kazandığımız, kafamızı siyasetle doldurduğumuz, yani hep tatsız şeyler yaptığımız gibi, tek bir sayfası bile yazma zevki vermeyen upuzun kitaplar yazar, yalnızca genel bir çerçeveye güveniriz. Oysa Hint uygarlığının kendisi gibi Bay Tagore da ruhu keşfetmekten, onun kendiliğindenliğine teslim olmaktan memnuniyet duyuyor. Çoğu zaman o, bizim tarzımızla yaşayan ve görünüşte dünyada daha fazla ağırlığı olanların yaşamıyla karşılaştırıyor yaşamı ve bunu yaparken de, kendisi için en iyisinin kendi yolu olduğuna eminmişçesine, daima alçakgönüllü:

Evlerine gidenler bana bakıp gülüyorlar, beni utandırıyorlar. Dilenci bir kız gibi oturuyorum, çarşafımı başıma geçiriyorum; bana ne istediğimi sorarlarsa gözlerimi aşağı çevirip susuyorum.

Ve bazen, yaşamının eskiden nasıl bambaşka olduğunu hatırlayıp şöyle diyor:

İyi ile kötünün çekişmesiyle geçirmiştim nice saatleri, fakat şimdi aylak günlerimin oyun arkadaşı kalbimi cezbetmekten keyif duyuyor. Bilmiyorum nedendir bu apansız çağrı, hangi amaçsız tesadüfe doğru…

Edebiyatta eşi bulunmayan bir masumiyet ve yalınlık, kuşları ve yaprakları çocuklar için nasılsalar öyle yakın gösteriyor ona; mevsimlerin değişmesi, düşüncelerimiz o mevsimlerle aramıza girmeden önce bir zamanlar nasıl büyük olaylarsa, onun için gene öyle. Bazen onun bunu Bengal edebiyatından veya dinden mi aldığını merak ediyorum, bazense ağabeyinin ellerine konan kuşları hatırlayarak, bu özelliğin aileden gelen, Tristan veya Pellinore’un asaleti gibi yüzyıllar içinde şekillenmiş bir gizem olduğunu düşünmekten zevk alıyorum. Hakikaten o, çocuklardan söz ettiğinde onlarla öyle iç içe görünüyor ki, insan onun çocuklardan mı, yoksa ermişlerden mi söz ettiğine emin olamıyor:

Kumdan evler kurar onlar, boş deniz kabuklarıyla oynarlar. Kurumuş yapraklardan yaparlar gemilerini, gülümseyerek yüzdürürler onları engin denizde. Çocuklar oyunlarını oynar dünyaların sahilinde.

Yüzmeyi bilmezler, denize ağ atmasını bilmezler. İnci avcıları suya dalar, tacirler gemileriyle açılır; o sırada çocuklar çakıl taşlarını bir toplar, bir saçar. Gizli hazineler aramaz onlar, ağ atmasını bilmezler.

 

Gitanjali’nin İngilizce ilk basımı için W. B. Yeats tarafından ressam William Rothenstein’e hitaben yazılmış giriş yazısı, 1912

 

Rabindranath Tagore

Rabindranath Tagore (1861-1941), Kalküta’da doğdu. Brahman bir ailedendi; dedesi ve babası Brahmo Samac adlı dinî ve sosyal reform hareketinin ileri gelen temsilcilerindendi. Genç yaşta çokyönlü bir eğitim alan Tagore, Doğu ve Batı edebiyat ve düşüncesinin çeşitli kaynaklarıyla tanıştı, hem entelektüel hem manevi anlamda yoğun ve derin bir havayı soluyarak yetişti. Başta şiir, tiyatro oyunu, roman, hikâye ve deneme olmak üzere edebiyatın hemen her türünde örnekler verdi; bir müzisyen olarak çok sayıda şiirini şarkı olarak besteledi; resimle uğraştı, sergiler açtı. Kendi şiirlerinden yaptığı İngilizce çeviriler sayesinde dünyada tanındı; saygın bir Hint-İngiliz şairi olarak kendine yer edindi; 1913’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Dünyanın çeşitli bölgelerine geziler yapan Tagore geniş bir yelpazeden pek çok entelektüel ile tanıştı; aralarında W. B. Yeats, Ezra Pound, André Gide, Gabriela Mistral, Juan Ramón Jiménez, Anna Ahmatova, Pablo Neruda’nın da olduğu çok sayıda edebiyatçıyı etkiledi. Başlıca yapıtları arasında Gora (1910), Gitanjali (1912), Bahçıvan (1913), Sādha­nā (1913), Kabir’in Şarkıları (1915), Meyve Hasadı (1916), Yuva ve Dünya (1916), Firari (1921) sayılabilir.

Aytek Sever

Şair, çevirmen. 1981 yılında Bursa’da doğdu. Üniversite ve yüksek lisans öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ’de tamamladı. Çeşitli alt kitaplardan oluşan Hiperbor, Siòn, Moto Perpetuo, Anka, Omega adlı şiir toplamlarının yanısıra, R. W. Emerson (Yaşamın İdaresi), H. D. Thoreau (Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler), W. Whitman (Ben, Jack Engle; Çimen Yaprakları; Benliğimin Şarkısı), W. Kandinsky (Sesler), R. Tagore (Firari; Gitanjali; Meyve Hasadı; Kadim Düşünceler), D. H. Lawrence (İnsanlar ve Öteki Yaratıklar), G. Stein (Nesneler; Odalar) çevirileri vardır.