Durkheim, bir sosyal bilimler klasiği olan İntihar’da, “bilinçli ölüm” dediği kendini öldürme eyleminin nedenlerini, türlerini ve gerçekleşme biçimlerini tartışıyor. İntihar deyince ilk akla gelen kasıtlı “kendini öldürme” vakaları dışında, Durkheim, kendini öldürme maksadıyla yapılmasa dahi, açık bir ölüm ihtimali barındıran ve ölümle sonuçlanan her eylemi intihar olarak değerlendiriyor; bireysel, dinsel ya da siyasal hırslarla girişilen ölümcül eylemleri intiharın farklı türleri olarak yorumluyor. İntiharı bir delilik hali ya da akıl hastalığının ürünü olarak gören birçok çağdaşının aksine, Durkheim toplumsal nedenlere, aile, dinî inanç, siyasal ve ekonomik koşullar gibi faktörlere odaklanıyor. İntihar vakalarında tarihsel olarak görülen artışta modern zamanların etkisine işaret ederken, yeni sosyal ve ekonomik dünyada giderek yalnızlaşan bireylerde “hayattan kopma” ve “kendinden vazgeçme” eğiliminin korkutucu boyutlara geldiğini söyleyerek önemli uyarılarda bulunuyor. Durkheim, bir bilim insanı hassasiyetiyle, yaşadığı dönemde yazılmış ve uzaktan ya da yakından intihar meselesiyle bağıntılı olan her çalışmayı titizlikle tartışıyor ve bu tartışmaları kapsamlı istatistiklerle destekliyor. İntihar’ın yüz yılı aşkın bir süredir okunan bir sosyal bilimler klasiği haline gelmesinin nedeni de budur kuşkusuz.
“Felsefe ölüme sürükler, sosyoloji ise intihara.” Jean Baudrillard
- Yazar: Émile Durkheim
- Kitabın Başlığı: İntihar
- Orijinal Başlık: Le suicide
- Çeviren: Özcan Doğan [Fransızca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Kapak Resmi: Vincent van Gogh, Buğday Tarlası ve Kargalar, 1890.
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 290; Sosyoloji Dizisi - 43
- Basım Bilgileri: 2. Basım: Ocak 2024 (1. Basım: Ocak 2021)
- Sayfa Sayısı: 507
- ISBN: 978-625-7030-44-1
- Boyutları: 13,5 x 21
Önsöz
Sosyoloji bir süredir deyim yerindeyse moda olmuş durumda. Henüz
on küsur yıl öncesine kadar çok az bilinen ve neredeyse küçümsenen sosyoloji
sözcüğü bugün yaygın olarak kullanılıyor. Sosyolojiyle ilgilenenlerin sayısı
giderek artıyor ve toplum nezdinde bu yeni bilime karşı olumlu bir önyargı var.
Sosyolojiden çok şey bekleniyor. Ancak itiraf etmek gerekir ki, elde edilen
sonuçlar yayımlanan çalışmaların miktarıyla ya da çalışmalardan beklenen
kazanımlarla tam olarak örtüşmüyor. Bir bilimin ilerlediğini, ele aldığı
sorunların zamanla değişmesinden anlarız. Henüz bilinmeyen yasalar
keşfedildiğinde ya da en azından, yeni keşfedilen olgular henüz kesin bir çözüm
getirmeseler bile soru sorma biçimlerini değiştirdiklerinde, o bilimin
ilerlediğini söyleriz. Ancak, ne yazık ki sosyoloji böyle bir manzara sunmuyor
ve bunun çok iyi bir nedeni var: Sosyoloji genel olarak sınırları belli net
sorular sormamaktadır. Henüz olguları inşa etme aşamasını ve felsefi sentezler
evresini geçememiştir. Toplumsal alanın sınırlı bir kesimini aydınlatmayı görev
edinmek yerine, akla gelebilecek tüm soruların –hiçbiri kesin olarak
incelenmeden– gözden geçirildiği parlak genellemeleri tercih etmektedir. Bu
yöntem, her türlü konuya dair küçük aydınlatmalarla insanların merakını
gidermeye imkân veriyor; fakat herhangi bir nesnel sonuca ulaşması mümkün
değildir. Alabildiğine karmaşık bir hakikate ait yasalar kısa incelemelerle ve
şipşak sezgilerle keşfedilemez. Her şeyden evvel, hem çok kapsamlı hem de çok
aceleci olduklarından, genellemeler için herhangi bir kanıt söz konusu olamaz.
Yapılabilen tek şey, yeri geldiğinde, ileri sürülen bir varsayımı destekleyen
elverişli birtakım örnekler vermektir; fakat bir konuyu örneklerle
renklendirmek onu kanıtlamak değildir. Ayrıca, birbirinden çok farklı şeyleri
ele alıyorsanız, hiçbiri için yeterli olmazsınız ve elinizde rastgele elde
edilen bilgilerden başka bir şey yoktur; üstelik bunları eleştirmek için
gerekli imkânlara da sahip değilsinizdir. Bu yüzden katıksız sosyoloji
kitapları, yalnızca net sorularla uğraşmayı ilke edinen biri için hiçbir
şekilde kullanışlı değildir; zira bu kitapların çoğunun spesifik bir araştırma
alanı yoktur ve üstelik geçerli bilgilerden yoksundurlar.
Sosyolojinin geleceğine inananlar bu gidişata
bir son vermekte kararlı olmalıdır. Eğer böyle giderse, sosyoloji yeniden
saygınlığını bir çırpıda yitirebilir ki yalnızca aklın düşmanları bundan keyif
duyabilir. Zira insan aklının bir anlığına bile olsa hakikatin bu yanını
yitirmesi (ki kendisine şimdiye kadar sadece o direnebilmiştir ve üstelik
hırsla çekiştirilen de yalnızca odur) onun için kötü bir başarısızlık olur.
Elde edilen sonuçların belirsizliği cesaret kırıcı olmamalıdır. Bu vazgeçmek
için değil, ancak yeni gayretler için bir sebep olabilir. Henüz yeni doğmuş bir
bilimin yolunu şaşırmaya, deneyip yanılmaya, yeniden denemeye hakkı vardır,
yeter ki hatalarını ve eksiklerini bilsin ve tekrarlanmalarına mani olsun.
Dolayısıyla sosyoloji hedeflerinden ve tutkularından vazgeçmemelidir; öte
yandan, kendisinden beklenenleri karşılamak istiyorsa, özgün bir felsefî
edebiyat girişimi olmaktan kurtulmalıdır. Sosyolog, toplumsal olgular üzerine
metafizik düşüncelerle kendini oyalamak yerine, net bir biçimde sınırları
belirlenen, deyim yerindeyse parmakla gösterilebilen, nerede başlayıp nerede
bittiği belli olan olguları araştırmalı ve kendini tümüyle buna vakfetmelidir.
Yardımcı disiplinleri, tarihi, etnografiyi, istatistik bilimini özenle
soruşturmalıdır ki bunlar olmadan sosyoloji hiçbir şey yapamaz. Korkması
gereken bir şey varsa o da ulaştığı bilgilerin incelediği meseleyle her şeye
rağmen asla tam olarak örtüşmemesidir; zira netleştirmek için ne kadar özen
gösterse de, araştırdığı mesele öyle zengin ve renklidir ki, asla
kestirilemeyen bitmez tükenmez hazineler barındırır. Fakat bu önemli değildir.
Eğer sosyolog bu yöntemle hareket ederse, ulaştığı olgular yetersiz ve geliştirdiği
formüller sınırlı olsa bile, en azından yararlı bir çalışma yapmış olacaktır ve
o çalışma gelecekte devam edecektir. Nitekim, nesnel bir temeli olan düşünceler
birebir onları geliştiren kişiye bağlı olmazlar. Kişilerüstü bir niteliğe
sahiplerdir ve bu sayede başkaları onları yeniden ele alır, takip eder,
ilerletir; bu nesnel düşünceler kişiden kişiye aktarılırlar. Böylelikle
bilimsel araştırmada devamlılık sağlanır ve bu devamlılık başarının en temel
şartıdır.
İşte okumak üzere olduğunuz çalışma bu
anlayışla tasarlanmıştır. Bu kitabın konusu olarak, bilimsel kariyerimiz
esnasında inceleme fırsatı bulduğumuz farklı meseleler arasından intiharı
seçmemizin sebebi, daha kolay çözümlenebilen konular sınırlı olduğu için
intiharı özellikle elverişli bir örnek olarak görmemizdir; bu konunun
sınırlarını çizmek için bir ön çalışma gerekli olmuştur. Öte yandan, bunun bir
telafisi olarak, konu üzerinde bu şekilde yoğunlaştığımızda, tüm diğer
diyalektik argümanlardan daha iyi bir şekilde sosyolojinin mümkün olduğunu
kanıtlayan gerçek yasalar bulmayı başarırız. Kanıtladığımızı umduğumuz yasaları
elinizdeki bu çalışmada bulacaksınız. Kuşkusuz, yanılgıya düştüğümüz yerler ve
yaptığımız çıkarımlarda gözlemlerin sınırlarını aştığımız anlar olmuştur. Fakat
en azından her önermeyi kanıtlarıyla sunmaya çalıştık ki bu kanıtları mümkün
olduğunca arttırmaya gayret ettik. Özellikle yorumlanan olaylarda neyin bilgi
neyin yorum olduğunu her seferinde bilhassa ayırt etmeye özen gösterdik.
Böylece okurlar kendilerine sunulan açıklamalarda nelerin bir temele dayanıp
dayanmadığını takdir etme imkânı bulacaktır ve hiçbir şey ulaştıkları yargıları
zedelemeyecektir.
Öte yandan, araştırmayı bu şekilde
sınırlandırmak suretiyle, bütünsel değerlendirmelerden ve genel geçer
görüşlerden tümüyle uzak durmak gerekmez. Bilakis evlilik, dulluk, aile, din
gibi kurumları ilgilendiren belli sayıda önermeler ortaya koyduğumuza
inanıyoruz ki bu önermeler, eğer yanılmıyorsak, bu kurumların veya koşulların
doğası hakkında moralistlerin sıradan teorilerine kıyasla çok daha öğreticidir.
Hattâ bizim çalışmamız, Avrupa toplumlarının halihazırda mustarip olduğu umumi
rahatsızlığın nedenlerine ve onu hafifletebilecek çarelere dair birtakım
bilgiler sunacaktır. Genel bir durumun sadece genellemelere başvurularak
açıklanabileceğine inanmamak gerekir. Genel bir durum belirli nedenlere
dayanıyor olabilir ve en az onlar kadar belirli olup onları ifade eden
tezahürler üzerinden incelenmezlerse, o nedenlere nüfuz edilemez. Mevcut durumu
itibarıyla intihar, mustarip olduğumuz kolektif rahatsızlığın bizzat tezahürü
olan olgulardan biridir; bu yüzden intihar söz konusu kolektif rahatsızlığı
anlamamıza yardımcı olacaktır.
Son olarak okurlar, bu çalışma boyunca, somut
ve uygulamalı bir biçimde, başka bir çalışmamızda özel olarak ortaya koyup
incelediğimiz temel metodoloji sorunlarını bulacaktır. Elimizdeki çalışma bu
sorunlardan birine çok önemli bir katkıda bulunmaktadır ki bunu derhal okurun
dikkatine sunmak durumundayız.
Sosyolojik metodoloji, bizim uyguladığımız
biçimiyle, şu temel ilke üzerine kuruludur: Toplumsal olguların birer şey
olarak, yani bireyi aşan gerçeklikler olarak incelenmesi gerekir. Bunun kadar
eleştirilen başka bir ilkemiz yoktur; ama bundan daha temel bir ilkemiz de
yoktur. Zira sosyolojinin bir bilim olarak mümkün olabilmesi için, her şeyden
evvel bir nesnesinin olması ve bu nesnenin sadece ona özgü olması gerekir.
Sosyolojinin başka bilimlerin tasarrufunda olmayan bir realiteyi bilmesi
gerekir. Ancak, bireysel bilinçler dışında hiçbir gerçeklik yoksa, sosyoloji
kendine ait bir materyal bulamadığı için silinip gider. Bu durumda gözlemlenebilecek
tek şey bireyin zihinsel durumlarıdır, zira başka bir şey mevcut değildir ve
bireyin zihinsel durumlarıyla ilgilenmek de psikolojinin işidir. Bu bakış
açısına göre, sözgelimi evlilikte, ailede ya da dinde karşımıza çıkan bütün
maddi hususlar bireysel ihtiyaçlardan ibarettir ve bu ihtiyaçlara söz konusu
kurumların, yani evlilik, aile ve dinin cevap vermesi gerekir; ebeveyn sevgisi,
aile sevgisi, cinsel eğilim ya da dinsel içgüdü denilen şey vesaire. Kurumların
kendisine gelince, çok çeşitli ve çok karmaşık tarihsel formlarıyla birlikte
önemsiz ve göz ardı edilebilir hale gelirler. Bireyin doğasına özgü genel
niteliklerin yüzeysel ve sıradan birer ifadesi olarak görülen bu kurumlar
bireyin doğasının yalnızca bir veçhesidir ve özel bir inceleme gerektirmezler.
Kuşkusuz, yeri geldiğinde, insanlıktaki bu ezeli ve ebedi duyguların tarihin
farklı dönemlerinde hangi suretlerde nasıl tezahür ettiğini araştırmak ilginç
olurdu; fakat bütün bu yüzeysel tezahürler yetersiz olduğundan, bunlara fazla
önem vermemek gerekir. Hattâ bazı açılardan, onlara anlamlarını kazandıran ve
zamanla yapısını bozdukları özgün kaynağın nereden geldiğini daha iyi anlamak
için, söz konusu tezahürleri dışarıda tutmak yerinde olur. Bu yöntemle, bilimi
bireyin psikolojik yapısının üzerine kurarak onu daha sağlam temeller üzerinde
inşa etmek bahanesiyle, bilim yegâne hedefinden uzaklaştırılmaktadır. Toplum
olmadığında sosyoloji diye bir bilimin olamayacağı ve yalnızca bireylerin
olduğu yerde toplumların var olamayacağı gözden kaçırılmaktadır. Üstelik
bu anlayış, sosyolojide muğlâk genellemelerin el üstünde tutulmasının
sebeplerinden biridir. Toplumsal yaşamın somut biçimlerine yüzeysel ve eğreti
bir var oluş atfediliyorsa, onları incelemek nasıl mümkün olabilir ki?
Bütün bunlara karşın, bu kitabın her
sayfasında, bireyi aşan ahlâki ve manevi bir gerçekliğin ona hükmettiği
izlenimini edinmemek çok zordur, diye düşünüyoruz: Kolektif gerçeklik. Her
toplumun kendine özgü bir intihar oranına sahip olduğunu, bu oranın genel ölüm
oranına kıyasla daha stabil olduğunu, her bir topluma özgü artış katsayısına
göre değişim gösterdiğini, günün, ayın veya yılın farklı anlarında geçirdiği
değişimlerin toplumsal yaşamın ritmini taklit ettiğini gördüğümüzde;
evliliğin, boşanmanın, ailenin, dinin, ordunun vesairenin intihar oranını
belirli yasalara göre (ki bazıları sayısal olarak da gösterilebilir)
etkilediğini saptadığımızda, yukarıda bahsettiğimiz durumları ve kurumları
hiçbir vasfı ve etkisi olmayan birtakım ideolojik düzenlemeler olarak görmekten
vazgeçeriz. Bunların gerçek, canlı ve etkin birer güç olduklarını görürüz ki bu
güçler bireylere hükmetme biçimleriyle onlardan bağımsız olduklarını bizzat
gösterirler; birey bu güçleri yaratan kompozisyona bir öge olarak dâhil olmakla
birlikte, bu güçler belli bir şekle ve işleve büründükleri ölçüde bireye
hükmederler. Bu koşullarda, sosyolojinin nasıl bir bilim olabileceğini ve
olması gerektiğini daha iyi anlarız; zira karşısında bulduğu gerçeklikler,
psikolojinin ya da biyolojinin incelediği gerçeklikler kadar net, kesin ve
dirençlidir.
Son olarak, burada iki eski öğrencimize,
Bordeaux Yüksek Okulu’ndan Sayın Ferrand’a ve felsefe derecesi sahibi Sayın
Marcel Mauss’a bize yaptıkları özverili yardımlar ve verdikleri hizmetler için
teşekkürlerimizi sunarak minnettarlık borcumuzu ödemek isteriz. Bu kitapta yer
alan tüm haritaları hazırlayan kişi Sayın Ferrand’dır. İleride önemini daha
iyi takdir edeceğimiz XXI ve XXII numaralı tabloları oluşturmak için gerekli
bilgileri toplamamız Sayın Marcel Mauss sayesinde mümkün olmuştur. Bu amaçla
yaş, cinsiyet, medeni hal, çocuklu ya da çocuksuz olma durumlarını ayrı ayrı
belirlemek üzere, intihar eden yaklaşık 26.000 kişiye ait dosyaların
incelenmesi gerekmiştir; bu önemli çalışmayı Sayın Mauss tek başına yapmıştır.
Söz konusu tablolar Adalet Bakanlığı’nın elinde
bulunan ama yıllık raporlarda yer almayan belgelerin yardımıyla hazırlanmıştır.
Bu belgeler, adli istatistik hizmetleri yöneticisi olan Sayın Tarde’ın yüksek
hoşgörüsü sayesinde hizmetimize sunulmuştur; kendisine gönül borcumuzu ifade
etmek isteriz.
Émile Durkheim
Fransız sosyolog. 1858 yılında Fransa’nın küçük bir kenti olan Épinal’de bir Yahudi Hahambaşı’nın oğlu olarak dünyaya geldi. 1879 yılında Fransa’nın seçkin eğitim kurumlarından École Normale Supérieur’e girdi. 1882 yılında buradan mezun oldu. Çeşitli Fransız liselerinde öğretmenlik yaptı, 1887 yılında Bordeaux Üniversitesi’ne görevli olarak atandı. Pozitivizm ekolünde yetişen Durkheim, sosyolojinin “kesin bir bilim” olarak inşa edilmesi için çalışmıştır. Sosyal olguları “kendine özgü” birer “şey” olarak değerlendiren Durkheim, toplumu tek tek bireyleri içine alan fakat bireysel değişkenlikleri aşan kendine özgü bir bütün olarak görmüştür. “Sosyal olay,” “kolektif bilinç” ve “kolektif temsil” gibi önemli kavramlar oluşturarak kendi sosyoloji anlayışını inşa etmiştir. Sosyolojinin yanında antropoloji ve teoloji alanında da çalışmalar yapmıştır. Marcel Mauss, Claude Lévi-Strauss, Pierre Bourdieu gibi farklı kuşaklardan sosyologları doğrudan etkilemiştir. Başlıca eserleri: İntihar (1897), Toplumsal İş Bölümü (1893), Sosyolojik Yöntemin Kuralları (1895), Dinî Yaşamın İlkel Biçimleri (1912). Émile Durkheim 1917 yılında Paris’te yaşamını yitirmiştir.
Özcan Doğan
Çevirmen, redaktör, yazar. 1981 yılında doğdu. Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Notos, Birikim, Birgün Pazar, Özgür Edebiyat, Öykü Gazetesi ve başka platformlarda öykü, eleştiri ve yazıları yayımlandı. Çevirdiği kitaplardan bazıları şunlardır: Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi I-II; Marcel Mauss, Sosyoloji ve Antropoloji; Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni; France Farago, Sanat; Serge Gruzinski, Orada Saat Kaç?; Pierre Hadot, Plotinos ya da Bakışın Saflığı (Doğu Batı Yayınları). Özcan Doğan’ın Bay How Ne Yapmalı?; Bunun Konumuzla Bir İlgisi Yok ve Kendime İyi Geceler adlı üç öykü kitabı, Yeryüzünden Sesler ve Ayakları Pürdikkat Refakatçi Haydutlar adlı iki romanı var.