• Doğu Batı Sayı 86: Dijital Çağ

Doğu Batı Sayı 86: Dijital Çağ

  • 150,00 TL
  • 112,50 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

SUNUŞ

Özgür Taburoğlu

Dijital Çağın Özü Dijital Değildir

 

DİJİTAL ÇAĞ

Seran Demiral

Dijital Teknoloji Aracılığıyla Çocuk Özneleşmesinin Olanakları

 

Oğuz Karayemiş

Dijitalleşme ve Öznelliğin Üretimi: Aşırı-İletişim Çağının Bir Ön Panoraması

 

Adem Yıldırım

Gözetlemenin Güncel İşleyiş Mantığı Olarak Post-Panoptizm

 

Cem Oto

Teknik, Zaman ve Politika

 

Ahmet İlhan

Dijital Çağ ve Mutsuzluk Halleri

 

Nihal Kocabay-Şener

“Filtre”li Hayatlar Çağında Mahremiyet veya Telefon Mahremiyeti Nasıl Değiştirdi?

 

Nil Göksel

Gelen

 

Deborah Lupton

Dijital Siborg Asamblajı: Donna Haraway’in Siborg Kuramı ve Yeni Dijital Sağlık Teknolojileri

 

Necati Erbil Ertürk

Dijital ve Varoluş: Dijitalin Soykütüğüne Doğru

 

Öznur Karakaş

Teknolojiye ‘Özen Göstermek’: Tekno-Ütopist, Tekno-Pesimist Senaryolara A-Modern Alternatifler

 

Özen B. Demir

Bağışıklık ve Kendilik: Bir Siborg Metafiziğine Doğru

 

Ebru Yetişkin

Bir Başka Tasarım: Gelecek B(ağ)ları ve Parataktik Tasarım-Kurgular

 

Dani Cavallaro

Bilimkurgu ve Siberpunk

  • Genel Yayın Yönetmeni: Taşkın Takış
  • Sayı Editörü: Özgür Taburoğlu
  • Onur Kurucuları: Halil İnalcık, Şerif Mardin
  • Yayın Kurulu: Oğuz Adanır, Ali Akay, Simten Coşar, Özcan Doğan, Kurtuluş Kayalı, Armağan Öztürk, Özgür Taburoğlu, Ali Utku, Aytaç Yıldız
  • Dergi Başlığı: Dijital Çağ
  • Dönem: Ağustos, Eylül, Ekim 2018 [Yıl 21, Sayı: 86] 
  • Basım Bilgisi: 3000 Adet / 1. Basım Nisan 2019
  • Sayfa Sayısı: 252
  • ISSN: 1303-7242
  • Barkod: 9771303724863
  • Ön Kapak Resmi: 2001: A Space Odyssey (1968), film afişi.
  • Arka Kapak Resmi: Matrix (1999).
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Boyutları: 16,5 x 24


Dijital Çağın ÖDijital Değildir

 

Özgür Taburoğlu

 

Doğu Batı dergisi için Dijital Çağ adını taşıyan bir dosyanın hazırlanması çabasına dâhil olduğumda, bu sorumluluğu sadece mühendis olmamla ilişkili görmedim. Bir bilgisayar mühendisi olarak, dijitalin doğasının ikili bir mantığın, var ile yok arasının olmadığı bir indirgemeden kurtarmak gerektiğini düşünerek dosyayla irtibat kurmalıydım. Heidegger’in çok bilinen, “teknik ile tekniğin özü aynı değildir” ifadesinin sağını solunu eğip bükerek, dijitalin özünün de dijital olmadığına dair bir vurguyu savunmak zorunluydu bu durumda. Diğer türlü bu dosya, bir teknoloji havarisinin zihninden geçenler gibi çağdaş teknolojik yönsemelerin sıralandığı bir yere varabilir ya da teknik bir doküman olmaktan öteye geçemeyebilirdi.

Neyse ki dijitalin özünün dijital olmadığını, dosya içerisinde biçim ve içerik olarak birbiriyle yakın temas eden yazılar da ortaya koyuyorlar. Birçok başka alanda da herhangi bir şeyin özü iyi ki kendisinden ayrı bir şey olarak ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Yoksa bir mühendisin beşeri ve içtimai dünyaya ait görüngüler hakkında söz söylemesi çok yersiz olabilirdi. Herhangi bir görüngünün kendisi ve özü arasındaki bu boşluk veya aralık, böyle bir konunun uzmanı olmayanın ilgili başlığa yaklaşımını belki de daha sahici kılabilecek bir vaadi de yanında taşıyor olmalı.

Dijital Çağ üzerine düşünen ve aynı zamanda akademik nitelikte olsalar da, uzmanca olmaktan uzak yazılarla kurulu bu dosyada, dijital dünyanın teknik açılımlarından çok, yarattığı toplumsal, ruhsal ve siyasal manzara dile geliyor. Dijitalin doğasına dijital olmayan bir yerden bakan yazılar bunlar. Dijitalin imlediği ikili sayı sisteminin bu kadar geniş açılımlarının olacağını, sözgelimi otuz yıl kadar önce tasarlamak olanaksız olurdu muhtemelen. Alfabesi iki rakamdan oluşan bir teknolojinin maddeyi, bedeni ve ruhlar âlemini bu kadar dönüştürmesi de aynı şekilde düşünülemezdi. Dijitalin özünün bu ikiliğe kapatılamayacak bir çokluk yarattığı bu dosyadaki yazıların ortak temalarından birisi gibi ortaya çıkıyor. Bir de dijitalin özünün, Necati Erbil Ertürk’ün yazısında bu dönemin soykütüğünde altını çizdiği gibi, ikili sayı sistemiyle elektrik sinyallerinin buluşmasıyla başlatmayan yazılar bunlar.

Tüm yazılarda dijital çağın yarattığı bazı sorular ve hâller etrafında insan doğasına, bu doğanın yeryüzünde yarattığı eklentilere, protezlere dair ortak vurgular var. Protez denilenin sadece bedenin teknik bir uzantısı olmadığı, neredeyse insanın varoluş koşulu olduğu ortaya çıkıyor. Yakın zamanlı teknolojik buluşlarla bu protezler daha belirgin bir şekilde görünür olsalar da, insan tabiat karşısında kırılgan bir canlı olduğundan, bu protezleri hayatta kalmak için doğaya çıktığı ilk andan itibaren yaratmıştır. Çıplak ayakla yere basmanın zorluğunu sözgelimi ilk günden fark etmiş olmalıdır. Bu nedenle toprak ile arasına geçirdiği ilk katman da bir protezdir. Ama dijital çağa özgü olan, artık protezlerle yaratılmış bu ikincil bedenin, daha tabii gibi görünen ilksel doğa adına söz söylemeye başlaması gibi.

Üzerine yerleştiği fail adına kararlar alan ve onu geniş bir teknolojik söyleme bağlayan bu protezler, Özen Demir’in, Öznur Karakaş’ın yazılarında ve Dani Cavallaro ve Deborah Lupton’a ait ve Senem Demiralp tarafından tercüme edilen iki metinde dile geldiği gibi, “siborg” kimliğinin de temelini oluşturuyor. Sadece ruhlar değil, bedenin varlık koşullarıyla daha görünür şekilde oynayan, kökten bir şekilde yapılandıran protezler bunlar. Bu eklenti gibi görünen yeni uzuvlar, insanların sınırsız organ yaratma girişiminin bir parçası olsa da, yakın zamanlarda farklı bir insan varoluşu yarattığı ortadadır. Artık insan olarak değil, biraz antroposen gibi de tarif edilen bu varlığın doğasına dair tartışmaları da böyle bir değişim temellendirir. Bu türden bir canlı, kendisine protezler şeklinde yeni organlar ekleyip çıkardıkça, tabiatı kendisi için daha yaşanabilir, daha hızlı bir şekilde kat edebileceği bir mekâna dönüştürdükçe, bu tabiatın diğer sakinlerinin, Spinoza gibi söylersek, hareket ve sükûn oranlarını geri dönüşsüz şekilde bozmaya başlar.

Dosyadaki yazıların bir başka ortak vurgusu da, dijital çağı olumsuz bir zaman parçası gibi bir kötümserlik ortasında tanımlamaktan genellikle uzak durmaları. Bu döneme özgü yeni failleri ve fiilleri belirlemek bu olumluluğun bir parçası sayılabilir. Özellikle İnternet’in hem altyapısı olduğu hem de bir mecaz gibi var olduğu yatay yerleştirilmiş ağlar üzerinden karşılaşmaların yaratabileceği çoklu ilişkilere dönük bir güven bu olumlu tablonun temel bileşeni. Bu durumda bireylerin bu yatay ağlar üzerinde birer ilişki odağı olarak konumlandığı tertibatlar içerisinde, toplumu ve siyaseti de bu ağların temellendirdiği bir manzara içerisinde anlamak ve anlatmak zorunlu hâl almaktadır. Bu ağlar, hem özgürleşme umutlarının hem de yeni esaret biçimlerinin aynı anda karşılaştığı çift yönlü bir etkileşimin sahası gibi anlaşılabilir. Oğuz Karayemiş ve Ebru Yetişkin’in yazılarında dile getirdikleri gibi, herkesin ve her şeyin bir ağ üzerinden birbirine erişebildiği genel bir bağ teması, aynı zamanda iktidarın da erişim alanına açık bir ağ tarifiyle beraber anlaşılmalıdır. Bu sahada, Adem Yıldırım’ın panoptikon tertibatını anlamaya çalıştığı yazısında dile geldiği gibi, gözetim ve denetim için de uygun bir zemin ortaya çıkmış olur.

Dijital zamanlara dair kötümserlikten uzak bir başka yaklaşımı, dijital çağda çocukluk temasına odaklanan yazısıyla Seran Demiral ortaya koyuyor. Genel bir pedagojik yenileşmeye dair bir zorunluluğu da bu sırada dile getiriyor. Tek taraflı ve daha çok yazılı duyu malzemelerinin yerini resimli ve etkileşimli olanların aldığı bir zamanda, bilişsel ve ruhsal gelişimin değişen çehrelerini anlamak önem kazanır. Bu durumda, okunur ve anlaşılır olandan çok işitilir ve görülür olanın bilişsel önemi artıyor. Böylece bu zamana doğan çocukların, öncekilerden daha talihsiz oldukları vurgusu yerine, onların farklı bir varlık kipi içerisinde anlaşılması ve destek olunması tembihi de kendi halinde ortaya çıkıyor. Özellikle dijital âlemin, iç dünyayı temelden değiştirmeye aday olduğu bir zamanda, dışarıdaki manzara daha yavan ve çekilmez olmaktadır. Böyle olunca, sınırsız eğlence, oyalanma türleri de vaat eden bir ortamdan kafasını kaldırmak istemeyen bir zamanın içine doğanlar ve onlardan yaşça daha büyük olanlar için dijital zamanlarla barışmak gerekli gibi görünmektedir.

Nihal Kocabay Şener’in yazısında, gündelik bir resmini sunduğu böyle bir zaman parçasını soyutlamak için, ampirik verilerden veya mevcut anlatılardan sapan meta düşünümler diyebileceğimiz bir yaklaşıma da gereksinim var kuşkusuz. Nil Göksel, Cem Oto ve Ahmet İlhan’ın yazıları bu başka bakış imkânlarını yoklayan yazılar gibi okunabilir.

Tüm bu yazıların itiraz etmeyeceği temel bir temaya ulaşmak istersek şu söylenebilir: Dijital çağda, sadece çocuklara değil, yetişkinlere de uygulanması gereken yeni anlama ve anlatma biçimlerini yaratmak zorunlu gibi görünüyor.