Hilmi Ziya Ülken kapsamlı bir değerlendirme ile ahlâk kuramlarının açıklamasını ve eleştirisini yapar. Eski Yunan’daki sofistik tartışmalardan Kant’ın görev ahlâkına, Stoacı ataraxia’dan Darwin’in evrimsel ahlâk anlayışına, Epikuros’un yanlış algılanan haz düşüncesinden Scheler’in değerler etiğine vb. ahlâk konusunda etkili olmuş düşünürlerin görüşleri ele alınırken ahlâk felsefesinde iki temel konu ortaya çıkıyor: Ahlâki hareket, ahlâki fail. Ahlâk ilkelerine, içeriklerine, türlerine göre ve bir dünya görüşü olarak ya da ahlâki failin doğa karşısındaki zihinsel davranışına göre ayırımlarda bulunuluyor. Ahlâki seçme ve tercihler ile iradi faaliyet ve değer yargılarının kökenlerine dair analizler yapılırken, burada daima diyalektik, özellikle de natüralist diyalektik göz önüne alınır.
Ahlâki tecrübede ahlâkın dinle ilgisinin, bütün mistik ahlâklarının yanısıra formalist, epistemolojik, fenomenolojik ve bilimci ahlâk teorilerinin de imkânlarını ve yetersizliklerini değerlendiren Ülken, bir yandan da felsefi bir disiplin olarak Ahlâk’ın sistematik olarak ele alınışı ve öğretimi konusunda özgün bir yaklaşım sergiliyor:
“Kant’a göre ahlâkın hareket noktası iyi niyettir. Dünyada var olabilen şeyler arasında iyi niyet kadar iyi bir şey yoktur diyor. O, tamamıyla kendiliğindendir; ve her türlü ahlâk hareketlerinin prensibidir. İyi niyette başarı gaye değildir, insan başarmış veya başarmamış, yalnız iyi niyet sahibi olması ahlâklılık için yeter: Saadet, para, sağlık, itidal, cesaret vb.’den hiçbiri iyi niyetsiz ahlâkın temeli olamaz. Bütün bunlar ahlâki oldukları kadar gayri ahlâki de olabilirler. En iyi adamda olduğu kadar en kötü adamda da bulunabilir.”
- Yazar: Hilmi Ziya Ülken
- Kitabın Başlığı: Ahlâk
- Yayına Hazırlayan: Gülseren Ülken
- Kapak Tasarımı: Mr. Z & Z
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 138; Felsefe Dizisi - 43
- Basım Bilgileri: 4. Basım: Kasım 2022 (1. Basım: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1946)
- Sayfa Sayısı: 349
- ISBN: 978-605-9328-03-6
- Boyutları: 15,5 x 23,5
Önsöz
Ahlâkın Konusu
Ahlâki Kesinlik
Metafizik Ahlâklar
Metafizik Ahlâkların
Tenkidi
Mistik Ahlâkların Tenkidi
Yahut Ahlâkın Dinle İlgisi
Formalist Ahlâk
Teorilerinin Yetersizliği
Epistemolojik Ahlâk
Teorilerinin Yetersizliği
Fenomenolojik Ahlâk
Teorilerinin Yetersizliği
Bilimci Ahlâk Teorilerinin
Yetersizliği
Normatif Bir Ahlâkın
Kurulma Zorunluluğu - I
Normatif Bir Ahlâkın
Kurulma Zorunluluğu - II
Normatif Bir Ahlâkın
Kurulma Zorunluluğu - III
Ahlâki İdeallik Prensibinin Muhtevası
Yahut Maddî Kaideleri - I
Ahlâki İdeallik
Prensibinin Muhtevası - II
Ahlâki Fail Olarak Kişilik
Ahlâkın Hedefi Olması
Bakımından Kişilik (Vazife)
Ahlâki Fiilin Gelişmesi
Ahlâki Tatmin
Yaptırımcılık
Ahlâki Davranışın Metodu
Ahlâki Değer ve Hüküm
Ahlâk Tipleri
Kaynakça
Dizin
Önsöz
Bir Ahlâk kitabı yazmak tasavvuru uzun zamandan beri
zihnimi meşgul ediyordu. Bununla beraber, teorik ahlâkın dayanması lâzım gelen
felsefi esaslar hakkındaki düşüncelerimi anlatmak fırsatını bulamadan böyle bir
teşebbüse girmenin doğurabileceği güçlükleri ve mahzurları da göz önüne almıyor
değildim. Nitekim daha on altı yıl önce gene ahlâka dair bir küçük kitap
yazdığım zaman aynı mahzurlar karşısında bulunuyordum. Orada, hiç değilse böyle
bir ahlâk taslağına temel olabilecek felsefi düşünceler üzerinden çok acele
olarak geçmeye kalkışmıştım. Şimdi ise doğrudan doğruya ahlâk dersinin
maddeleri içerisine kendimi bağlı gördüğüm için bu tarzda bir geniş kadro ile
işe girmeyi aklıma getirmedim. Vakıa bu kitap, önceden hazırlanmış ve sırf bir
eser olmak üzere yazılmış olmaktan çok uzaktır. 1944-1945 yılında İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim ahlâk dersine ait notların
basılması suretiyle vücuda gelmiştir. Bundan dolayı gerek meseleleri sıralayış
tarzı, gerek ifadesi bakımından didaktik olmak endişesi birçok noktaları
lüzumundan fazla uzatmaya ve bazı kısımları da –tersine olarak– kısa kesmeye
beni mecbur etti. Meselâ ders zaruretleriyle ahlâk teorilerinin izah ve
tenkidine ait olan fasıllara fazlaca yer ayırdım. Eğer doğrudan doğruya bir
kitap yazmış olsaydım ihtimal ki bu teorilere daha umumi olarak bakar ve
onlardan ne dereceye kadar ayrıldığımı asıl meseleleri tetkike girişirken
söylerdim.
Bu kitapta hâkim olan fikir bir cihetten ahlâki
metot olması bakımından diyalektiğin inkişafı, diğer cihetten ahlâki fiilin
yaşanmış ve tecrübe edilmiş bir fiil olması bakımından muhtevasının inkişafı
idi. Hegel’de başlayan idealist
diyalektik zamanımızda İtalyan filozofu Benedetto Croce ve Fransız filozofları Hamelin, Le Senne ile gelişmekte olduğu gibi, Marx ve Engels’te başlayan natüralist diyalektik zamanımızda G. Sorel, P. Naville gibi mütefekkirlerle gelişmekte ve ahlâk problemlerine
tatbik edilmektedir. Esasen natüralist diyalektik istikametinde olmamızla
beraber, idealistlerin araştırmalarında da bazı hakikatlere temas ettiklerini
ve insani gerçeğin dramına ait safhaları yanlış tabirler içinde ifade
ettiklerini göz önüne almak lâzım gelirdi. Bundan dolayı kendilerini kapalı
bilinç fanusuna hapsetmiş olan bu filozofların eserlerinde doğru şeyler aramayı
esaslı iş edindim. Baldwin’in, Royce’un, Renouvier’nin eserleri de bu hususta ötekilerden geri kalmaz.
Nitekim bu derslerin birçok yerlerindeki misallerimi, ahlâk fiilinin diyalektik
inkişafına ait bazı müşahedelerimi onlara borçluyum.
Diğer cihetten, ahlâki fiilin yaşanmış ve
tecrübe edilmiş bir fiil olması, ahlâkın action’dan çıkarılması yolunda
hiç değilse Fransız mütefekkirleri arasında önderlik eden Frédéric Rauh ile onun yolunda ilerlemekte olan Gurvitch’in araştırmalarını ihmal etmemek lâzımdır. Rauh’da en değerli olan cihet “ahlâki tecrübe”nin ehemmiyetini
göstermesi ise, en zayıf olan cihet de böyle bir tecrübenin gayet vazıh bir
felsefi görüşe dayanması lâzım geldiğini fark etmemesidir. Rauh bu hususta âdeta büsbütün yeni bir yol bulmuş olmanın
heyecanı içinde yaşayan, fakat bu yolun kendisini nereye kadar götüreceğini
bilmeyen bir insan vaziyetinde idi. Gurvitch kendi selefinin bu eksiğini sezmiş olacak ki, ahlâka dair
eserlerinde onu yeni felsefe cereyanları içerisine karıştırmaya ve devrin hâkim
temayüllerine bağlamaya çalışmaktadır. Gurvitch’e göre bu temayül olsa olsa, son yüzyıl içinde James, Bergson ve Husserl tarafından ayrı ayrı şekillerde ifade edilmiş olan
“doğrudan doğruya ve yaşanmışı kavrama”dan, mefhumculuk ve unsurculuktan
kaçmadan başka bir şey değildir. Bu mânâda Rauh’nun dayanması lâzım gelen felsefi temelin realist bir intuition
felsefesi olması, fakat bu felsefi sezgiciliğin de aynı zamanda zihnî felsefeye
düşman olan hisçi veya iradeci istikamette bulunması lâzım geliyordu. Gurvitch’in istediği şey, bu suretle “ahlâki tecrübe”yi tam bir
hürriyetçiliğe kadar götürmekti. O, yolu üzerinde belki Max Scheler gibi sezgici ve hisçi filozofları bulacak, fakat onlarla
da kanaat etmeyerek tam bir hürriyet metafiziğine kadar gitmek isteyecekti.
Fakat ahlâk tecrübesinin gerçekten böyle bir temele dayanıp
dayanamayacağı şüphe götürür bir noktadır. Bilimsel tecrübe bizi mutlak
olarak başıboş bırakmayan bazı şartlara, bazı zaruretlere bağlı olduğu gibi
ahlâki tecrübe de tam bir bağımsızlık, mutlak bir hürlük içinde elde edilemez.
O ancak bizimle karşı karşıya gelen ve bizi kendilerini aşmaya mecbur eden bazı
hal ve şartlar mecmuuna ait bir tecrübe olabilir. Böyle bir tecrübede
eğer seçme imkânımız varsa, bu ancak tabii muayyenlikler üzerinde yürümemizi temine
yarayan bir ışıktan ibarettir. Nitekim bu seçme
imkânı da bizzat bu tabii inkişaf vetiresinin bir lâhzası veya mahsulünden
başka bir şey değildir. İnsanın kişilik olarak böyle
bir tecrübeyi yapma
gücünü nasıl kazandığı meselesi de bizzat bu tecrübenin hedefi olan içtimai gerçek
kadar tabii bir vetire halinde görülebilir. Kısacası, ahlâki tecrübenin temeli olan hürriyet bizzat tabii
bir inkişaf vetiresinin bir lâhzasıdır. Yani biz ahlâki hedef olan cemiyeti
olduğu kadar ahlâki fail olan insanı da aynı diyalektik tekâmül içerisinde
mütalâa edebiliriz. Böyle bir görüş bizi mutlak, sınırsız bir hürriyet
metafiziğinden uzaklaştırdığı kadar, bizzat
ahlâki aksiyon’un neticelerinden ibaret olan hükümlere, mefhumlara bağlanmaktan, yani sırf zihinci bir felsefeden de
uzaklaştıracaktır.
Şu halde, ahlâki tecrübe diyalektik bir
tecrübedir. Fakat bu tabii ve realist diyalektik içtimai ve ruhsal gerçek
üzerinde attığı adımlarını nasıl ve neyle ölçecektir?
Bunu bize ne Hegelci diyalektiğin sırf ve
mefhumcu metodu, hattâ ne de Marx’ın maddeci diyalektiğinin daha somut ve realist olan metodu
vermeye elverişlidir. Birincilerde mefhumlar içerisine hapsedilmiş olduğumuz
için böyle bir ölçüyü aramaya zaten imkân yoktur. Fakat ikincilerde bir bilim adamının
olduğu kadar bir ahlâkçının, bir sanatkârın ahlâki veya bediî tecrübe içinde
nasıl davranacağı üzerinde düşünmüş değillerdir. Şu halde her şeyden önce bizi
bu yolda aydınlatabilecek rehberler aramalıyız.
Ahlâki davranışta insan ya kendini tam bir hürlük
içinde görür; yahut tam bir muayyenlik ve zaruret içinde bulur. Her iki görüş
de vakalara uygun değildir. Çünkü insan geleceğe ait olan vakalar karşısında
bulunduğu zaman daima bir ihtimaliyet kadrosu kuruyor. Onları
gerçekleştirme hususundaki davranışı ancak ihtimaliyet kadrosuna göre kuvvet
kazanabiliyor. Bilimsel davranışımızın tayininde olduğu gibi ahlâki
davranışımızın tayininde de bu tarzda gittikçe certitude’e doğru
yükselmek, fakat hiçbir zaman mutlak bir kesinlik halini almamak üzere ilerleyen
birtakım ihtimaliyet kadrolarından geçiyoruz. Ahlâki tecrübede her diyalektik
inkişaf daha dar bir ihtimaliyet kadrosundan daha geniş bir ihtimaliyet
kadrosuna geçmekten başka bir şey değil gibi görünüyor. Eğer bu böyle ise, o
halde ahlâk diyalektiğinin esaslarını yeni mantıkçılarda ve ihtimalcilerde
aramalıdır ki, bu sahada ilk defa Cournot ve yakın zamanlarda da Reichenbach ve Dupréel bana rehberlik etti.
Bu ders kitabında bütün bu meseleleri kâfi
derecede derinleştirme imkânını bulamadım. Ancak birçok mevzular üzerinden
geçerken, bu noktaları daima göz önünde bulundurdum. Nitekim gene burada
esaslarını anlatmaya çalıştığım bir şahsiyet nazariyesinin izahı için de Pierre
Janet’nin ve behaviorismin
bazı araştırmalarından istifade ettim.
Dinle ahlâkın münasebeti meselesinde J.-M. Guyau’nun delillerinden, İlkçağ ahlâklarıyla Hıristiyanlığın mukayesesinde Fouillée’den, haz ve elemin tahlilinde Pradines’ten, ahlâki fiilde seçme ve hatanın sahalarına ait
tetkiklerde Le Senne’den ve daha yeni mütefekkirlerden olan Grenier, Nabert ve Jankélévitch’ten, ahlâk tiplerinin tetkiki ve sırf bazı umumi
yaklaştırmalar bakımından Polin’den faydalandım. Fakat bütün bu müracaatlar veya tetkikler
beni bu muhtelif meslekler arasında uzlaşma aramaya götürmedi. Nerede kendi
fikrimi teyit edecek bir delil buldumsa aldım, nerede onu aydınlatacak bir
misal gördümse bunu kendi hesabıma kullandım. Fakat bütün bunlarda hedefim
daima ahlâki tecrübeyi natüralist diyalektiğe göre tetkik etmekten ibaretti.
29. IV. 1946
H. Z. Ülken
Hilmi Ziya Ülken
İstanbul’da, 1901 yılında
doğdu. Babası Mehmet Ziya Ülken kimyager doktordu. Anne tarafı Kazan’ın
tanınmış müderrislerinden Kerim Hazret’e uzanır. İlk bilgileri aile dostu
İbn-ül Emin Mahmut Kemal Bey’in sohbetlerinden alır. Hilmi Ziya, ilk öğrenimini
“Tefeyyüz” mektebinde; orta öğrenimini İstanbul Sultanî’sinde tamamladı.
Gençlik yıllarında ateşli bir Anadoluculuk taraftarıdır. 1919’da Reşat Kayı ile
Anadolu Dergisi’ni çıkarır. Anadolu’nun Bugünkü Vazifeleri birçok
eseri arasında ilkidir. 1921’de Mülkiye Mektebi’nden mezun oldu. Ardından
İstanbul Edebiyat Fakültesi Beşeri Coğrafya Kürsüsü asistanlığına tayin edildi.
Diğer bölümlerin derslerini takip ederek felsefe bölümünden ahlâk-sosyoloji ve
felsefe tarihi sertifikaları aldı. Çeşitli liselerde tarih, felsefe, psikoloji
ve coğrafya dersleri verdi. Umumi İçtimaiyyat ve Türk Tefekkür Tarihi
kitaplarıyla ilgi çeken Ülken, 1933 yılında Berlin Üniversitesi Devlet
Kütüphanesi’ne gönderildi. Türkiye’ye dönüşünden hemen sonra, Edebiyat
Fakültesi Türk Tefekkür Tarihi doçentliğine atandı, 1936’da İçtimaî Doktrinler
Tarihî öğretim üyesi oldu. 1940’da Von Aster’in isteğiyle Felsefe
Profesörlüğüne, 1944’de İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü Sanat
Tarihi Profesörlüğüne getirildi. 1957’de Ordinaryüs Profesör oldu. Yaşamının
her safhası doymak bilmeyen bir iştihayla kitap ve kütüphanelerin arasında
geçti. Yüzlerce makale yazdı, kitaplar hazırladı, çeviriler yaptı. Fransızca ve
Türkçe kitap eleştirileri kaleme aldı. Dergiler yayımladı. Sabahattin Eyuboğlu
ve Celalettin Ezine ile uzun zaman beraber çıkardıkları hümanist karakterdeki İnsan
dergisi entelektüel kesimde ses getirdi. Hemen hemen ilgi göstermediği alan
yoktu. Başta İslâm felsefesi, Türk tefekkür tarihi, doktrinler tarihi,
sosyoloji, sistematik felsefe, bilim felsefesi, mantık, sanat, estetik
derslerini okuttu, binlerce öğrenci yetiştirdi. Tüm bunların yanında o, tekdüze
bir akademisyen profilinin dışındaydı. Sanatçı duyarlılığıyla Posta Yolu,
Şeytanla Konuşmalar, Yarım Adam adlı romanlarını yazdı. Şiirle
ilgilendi. Resimler çizdi. 1918-1920’lerde kara kalem; 1940-1945 yılları
arasında yağlı boya ve 1967-1970 yıllarında kompozisyon çalışmaları yaptı. Hat
sanatıyla uğraştı ve müzik bilgisi son derece genişti. Hilmi Ziya Ülken, 5
Haziran 1974’de yaşamını yitirmiştir.