Maâriften Eğitime: Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Eğitim Düşüncesinde Dönüşüm
- 380,00 TL
-
266,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Teknik bilgi, sanat, hukuk, filoloji, mali ve iktisadi bilgi... tüm bunlar Batı’da ticaret burjuvazisinin ve daha sonra giderek olgunlaşan sanayi toplumunun en temel ihtiyaçları olmuştu. Rönesans ve hümanizm bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik araştırmaların ve çalışmaların ufkunda yükseldi. Giderek daha karmaşık hale gelen siyasi ve toplumsal örgütlenmede “insan” ve “eğitim” konuları en temel tartışmaların ve mücadelelerin odağı olurken, “Nasıl bir insan?” ve “Nasıl bir eğitim?” sorusu, toplumun geleceğini ve ideolojik angajmanların yönünü tayin etmesi bakımından başta devlet olmak üzere, toplumsal ve kültürel çevreler ile gruplar bu konuda oldukça hassas davrandılar.
Türkiye’de de modernleşme hareketlerinin ve değişimlerin başlamasıyla birlikte Tanzimat, II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde eğitimle ilgili başlıca konuların, tartışmaların ve düşüncelerin ele alındığı bu kitap, eğitim sisteminin finansmanından, Yeni Osmanlıların ilgilerine, disiplin ve cezalandırmadan engelli eğitimine, yurtdışına öğrenci göndermeden Osmanlı’nın son ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde değerler eğitimine ve amaçlanan ideal insan tiplerine kadar çeşitli konularda Türk eğitim sisteminin bugünkü yapısının daha iyi anlaşılmasına ciddi bir katkı sunmaktadır. Ve elbette kitabın odağında Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine gelinceye dek sebebi her ne şekilde açıklanırsa açıklansın âni kırılmalarla sürekli değişen, alt üst olan ve tıpkı bir meddücezir yaşayan eğitim sisteminin iç çelişkileri birbirinden farklı örneklerle gösterilmektedir.
- Yazar: Mustafa Gündüz
- Kitabın Başlığı: Maâriften Eğitime: Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Eğitim Düşüncesinde Dönüşüm
- Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Mr. Z & Z
- Tasarım Uygulama: Aziz Tuna
- Kapak Resmi: “Musiki Mualllim Mektebi”, 1930’lu yıllar.
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 140; Tarih Dizisi - 16
- Basım Bilgileri: 2. Basım / Ekim 2020 (1. Basım / Şubat 2016)
- Sayfa Sayısı: 627
- ISBN: 978-605-9328-02-9
- Boyutları: 13,5 x 21
Önsöz
Eğitim ve Modernleşme Üzerine
Batı Merkezci Eğitim ve Eleştirisi
Modern Eğitimin Doğuşu ve Alternatif Eğitim Paradigmaları
Yerelden Evrensele Eğitimde
Millîliğin Kaybolan Sınırları
Tanzimat ve II. Abdülhamid Dönemi
Yeni Osmanlılar ve Eğitim Görüşleri
(1860-1875
II. Abdülhamid Dönemi ‘Eğitim ve İdeolojisi’ Üzerine Araştırmalar
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Eğitim Sisteminin Finansmanı (1860-1930)
II. Abdülhamid’in Sadrazamı ve Eğitim Danışmanı [Küçük] Said Paşa
ve Eğitim
Ahmed Cevdet Paşa, Darülmuallimîn
ve Ahlâk Eğitimi
Son Dönem Osmanlı Eğitiminde Disiplin ve Cezalandırma (1847-1920)
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Engelli
Eğitimi
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Yurtdışına
Öğrenci Gönderme
Osmanlı Son Dönem Eğitiminde
Merkezîleşme ve Denetim
19. Yüzyıl Batılı Seyahatnâmelerinde Osmanlı’da Eğitim, Bilim ve
Kültür
Osmanlı’da Değerler Eğitimi “Sadık
Rıfat Paşa ve Toplumsal Değerler”
Robert Koleji’ne Öğretmen Nasıl
Seçilirdi?
II. Meşrutiyet Dönemi
Devlet-i Âliye’nin Sonunda Eğitimde
Millîlik “Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti Mecmuası”
Ahmed Hikmet Müftüoğlu ve Türk
Eğitim Tarihine Retrospektif Bakış
Said Halim Paşa’nın Buhranlar
İçinde İlim, Maârif ve İstikamet Arayışı
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Eğitim
ve Öğrenci Dernekleri
Düşüncenin Son Çok Sesli Şarkısı: Mihrâb Mecmuası
Cumhuriyet Dönemi
Erken Cumhuriyet Eğitiminde Yeni
Değerler ve İdeal Tipler
Okulları Kışlalaştırmak: Erken Cumhuriyet’te Eğitim ve Aşırı
Militarizm
II. Maârif Şûrası ve “Ahlâk Krizi”
Pozitivizmden Radikal Sekülerizme Erken Cumhuriyet’te Eğitim
Kaynakça
Dizin
Önsöz
Maârif bir 18. yüzyıl mefhumu. Geniş
kanatlarıyla talim, terbiye, tahsil, tedris, mekteb, medrese, edeb gibi
bir insanın yetişmesi için çok önemli olan unsurları tümüyle kuşatıyor. Eğitim
kelimesi bütün bunların yerine “öldürücü başarı” olarak tanımlanacak
lisan ameliyatının evvelinde aceleyle hazırlanan Türkçeden Osmanlıcaya Cep
Kılavuzu’nda ilk defa 1935’te görüldü. Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’ten
anlam, imla ve telaffuz bakımından üç yanlışın biraraya getirilmesiyle
üretildi. Böylece maârif bütün mânâ derinliğiyle bu ülkenin yitik
hazinelerinden biri haline geldi. Bugün, eğitimin yerine maârifi, maârifin
yerine eğitimi kullanmak sadece kolaycılık, hattâ belki de fırsatçılık.
“Cevher-i servetin madeni sermaye-i saâdetin mahzeni” kabul edilen maârif, arefe
ile irtibatlı marifetin çoğulu. Hüner, beceri, ilham,
keşif, sezgi, manevi ve ruhi tecrübe ile
çoğu kere bir ustanın elinde ilim tahsili anlamlarına geliyor. Dahası
var; bir şeyin izini takip ederek tefekkür ve tezekkür etmek, en
önemlisi de tanımak ve bilmek. Çalışmanın, gayretin, zekânın
ötesine geçerek hakikat yolunda yürümek. Elbette arefe kökünden gelen tanımak
ve bilmek ile alime kökünden gelen ilm, bilmek
hayli farklı anlam dünyalarına yelken açıyor.
Maârif köken itibariyle “yarı ilham ve sezişle karanlıkları ışığa
boğan bir şimşek” olarak tarif edilen irfanla birleşiyor. İrfan,
önyargıların köleliğinden kurtulmak ve sahih hürriyet demek. Olgunluğun nihai
noktası, insanı insan yapan hassaların yekûnu. İrfan ârif’i kendine
fail/özne seçmiş. Ârif, kendini bilen, tanıyan demek. Önce kendini, yani
sınırlarını, haddini, vazifesini, yeteneklerini bilen sonra da dairesel
genişlemeyle âlemleri, ilimleri ve nihayetinde yaratıcısını tanıyan demek. Tikellerin
bilgisinden tümele ulaşmaktır onun görevi ve vasfı. Ârif yüklendiği,
ihsan olunduğu ilhamın mesuliyetinde bir ömür sürmeli, bildiğiyle amel etmeli.
Artık o doğrudan “bildiklerinizle amel ederseniz, bilmediklerinizi size
öğretir” müjdesinin muhatabıdır. İrfan ve ârif diğer taraftan itirafla
özbeöz kardeş. Neyi itiraf? Bilmediğini tabii! İlahî esrarın ve sonsuzluğun azameti
karşısında acziyeti idrak. İrfan sahibi, bilmediğini bilen ve bunu itiraf
edendir. Professor “kilisede görevli hoca, muallim” demekti. Bilgisini
açığa vuran, duyuran, aktaran, gizlemeyip ifşa eden, ışığa getiren, kısaca itiraf
eden” demektir. Maârifin ana hedefi ve istikameti, insana âlemin büyük
fotoğrafındaki yerini isabetle göstermek ve nihayette hikmet kavşağına
ulaştırmaktır. Sonrası ebedî saadet.
Maârif, modern Batı’nın ‘educare’den türettiği ‘public education’
mefhumuna bir başkaldırı/cevap ya da meydan okuma olarak zuhur etti. Bütün
eksik gedikleriyle, el yordamıyla da olsa 19. yüzyılın sonuna kadar kendine
hatırı sayılır bir mevzi kazandı. Talim, terbiye, tedris, tahsil, te’dib,
muallim, muallime, mürebbiye, gibi yeni kavramlarla bir bina inşa edilmeye
çalışılsa da kök salamadı. Bu topraklarda bağımsız bir millet/devlet olarak
kalabilmenin gereği diğer başkaldırı araçlarıyla birlikte onu da önce yıkmak,
sonra da gömmek zorunda kaldık, günün birinde belki buluruz diye! Yerine gelen
‘eğitim’in en meşhur tanımı “kasıtlı davranış değiştirme süreci”. Köksüz ve
ruhsuz bir tanım. Salt tercüme eseri son zamanların moda projesi oluşturmacı,
yapısalcı vb. yaklaşımlar ise meselenin tabiatına aykırı sığ bir
taklitçilik. Hepsi bir tarafa; modern eğitim, “nesillerin idrakten mahrum
edildiği, şuurdan iğdiş edildiği bir ameliyathâne.”
Eğitimi her türlü meselemizi çözecek sihirli değnek ya da Maxwell
Cini gibi görenlerin, eğitim politikasına istikamet çizenlerin ve dahi
eğitim bilimi yapanların bu iki kavram arasındaki derin mânâ farkına vâkıf olup
olmadıklarını bilmiyorum doğrusu. Ancak bittecrübe bildiğimi zannettiğim bir
şey var: Türkiye’de üniversite, eğitim ve eğitim bilimleri hiç olmadığı kadar
kendi kültür ve değer dünyasından kopuk halde yoluna devam ediyor. Buna
savrulup gidiyor da diyebiliriz. Eğitim sistemimiz bir başka âlemin şarkısını
söyleme derdinde. Bu farkında ol(a)mama durumu hemen her seviyede derinleşerek
devam ediyor. Sayıları yüzü geçen eğitim fakültelerinin toplumun ihtiyacı ve
çağın şartları doğrultusunda öğretmen yetiştirme kabiliyetleri bir tarafa,
bilim dünyasına katkıları ciddi şekilde tartışmalıdır. Eğitim üzerine konuşan,
rapor hazırlayan kuruluşların ise mazi ile hiçbir ilgi ve irtibatı yok; irtibat
kuracak her türlü cihazdan da yoksunlar.
Her şeyden önce 19. yüzyıl bilim paradigmasının mengenesinden
hiçbir kurtulma emaresi göstermeden amaç, ideal ve misyon belirsizliği içinde
pusulasız gemiler gibi yüzen eğitim bilimi camiasının Türkiye’yi taşıyacak
vizyon sunamaması en hafif ifadeyle üzücüdür. Bugün, ülkemiz eğitim bilimi
dünyasının bilim diye yayımladığı metinlerin büyük çoğunluğu ‘yaralı
bilinç’lerin ürettiği kültürel yabancılaşma, zihnî, felsefi dağılmışlık ve
parçalanmışlık sendromunu/olgusunu açıklamada kullanılabilecek özgün örnekler
durumundadır. Hemen her düzeyde varoluş mücadelesinin insiyakıyla hiçbir
edep/etik ilke gözetilmemesi ise cabası.
Son yüz elli yıldır eğitim sisteminin meşum serencamından dem
vuran sayısız söylem ve eleştiriye karşın, hiçbir rasyonel altyapı ve fiiliyat
hakikati içermeyen, tarih ve kültürel arka plandan yoksun popülist reform
projeleri kamuoyunda sürekli arzı endam ediyor. Modern dönemde devlet, toplum
ve bireyler sürdürülebilir, nitelikli, parlak gelecek vaat eden eğitim kadar
hiçbir kurumdan ümitvar olmamıştır. Buna karşın eğitimin sınırlı bir elit
tabaka dışında, bu beklentileri çoğu kere boşa çıkardığı, geniş toplum
kesimlerini sükût-ı hayale uğrattığı da bir hakikattir. Buna karşın başarının,
yükselmenin ve sınıfsal sıçramanın eğitime rağmen gerçekleşmesi de toplumumuzun
garip ironilerinden biridir.
Eğitim sistemi neden böyledir? Niçin öncelikle ideal kolektif bir
tip belirlenemiyor ve bu ideal peşinden gidilemiyor? Elbette dünyanın hiçbir
yerinde işlevini mükemmel olarak yerine getiren ve eleştirilmeyen bir eğitim
sistemi yok. Ancak, bütün eleştiri ve popülist projelere rağmen, stratejik
görevini (toplumun dahi bireylerini çekip çıkarmak, sınıflar arası dikey
geçişkenliği arttırmak, ideal bir tipin gelişmesini sağlamak vb.) yapma
noktasında ülkemiz eğitim sistemi hayli sorunlu görünmektedir. Aslında bu
maluliyet kökleri Tanzimat senelerinde başlayan siyasi, felsefi, ideolojik ve
sosyo-kültürel bir zihnî vetireye sahiptir.
Kuşkusuz bu vadide en önemli mesele, üniversitenin ve eğitim
fakültelerinin içinde bulundukları bunalımdır. En azından teorik olarak, diğer
bütün toplumsal kurumlar karşılaştıkları sorunları çözmede üniversiteyi adres
ve merkez olarak düşünebilmektedir. “Yağ kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa!”
uyarınca, üniversitenin ve eğitim bilimlerinin çalabileceği, çare arayabileceği
başka kapı yoktur. Bu zaviyeden bakıldığında, kendi göbeğini kendisinin kesmesi
zaruretinden üniversitenin ve eğitim bilimlerinin bir çıkmazda olduğu
aşikârdır.
Yüz elli yıllık modernleşme tecrübesine karşın, Türkiye’deki
eğitim kurumlarının hemen hiçbiri evrensel standartları tam anlamıyla yakalamış
ve bunu kurumsallaştırmış değildir, gene bir taraftan uluslararasılaşırken,
diğer taraftan kendine özgü felsefi birikim, kültürel bellek ve kimlik inşa
etmiş de değildir. Aksine maziyi inkâr, kimi çevrelerce bir maharetmiş gibi
sürdürülmektedir. Özellikle üniversitenin kendi değer ve norm dünyasına dair
kurumsal hafıza üretiminden bahsetmek güçtür. Bir çıkmaza saplanmış görünmesine
karşın eğitim sistemimizin, yeniden bir ruh ve mânâ istikametine kavuşması
arzusuyla bazı bireysel gayret ve teşebbüslerden elbette söz edilebilir. Ancak
bunun yeterli olmadığı herkesin malumudur.
Eğitim sisteminin yerleşmiş nadir geleneklerinden Maârif
şûralarının sonuncusunda (19. Maârif Şûrası) “bireyden insana” başlığının ana
tema olarak tercih edilmesi aslında iki yüz yıllık içtimaî, felsefi, zihnî
buhran ve bunalımımıza –bir soluk da olsa– ışık tutmaya çalışması bakımından
anlamlıdır. Etyen Mahçupyan’ın Şûra üzerine yaptığı
bütünsel değerlendirmeye göre, aslında söylenmek istenen şudur: “Bu ülke son
yüz elli yıldır Batıcı bir zihniyetin toplum ve insan tasavvuru altında
ezilmiş, kendi doğal ve gerçek kimliğinden taviz vermek durumunda kalmış ve
tabiri caizse ‘kurumuştur’… Çözüm ‘kendimiz’ olmakta ama aynı zamanda evrensel
kültüre katkı yapabilecek seviyeye gelebilmektedir ve eğitim burada temel role
sahip olacaktır.” Buna göre asıl mesele, kendi değer dünyasına yaslanan
bireylerin sırf bu değerler marifetiyle nasıl bir evrensel performans
çıkarabileceğinin sorgulanmasıdır. “Tepemizdeki hayaletin bize sorduğu bu sorunun
yüz elli yıldır hâlâ cevabı yoktur.” Eğitim Şûrası’nın “bireyden insana”
temasını rahatlıkla “eğitimden maârife” olarak da dönüştürmek/okumak mümkün.
Ancak, maârif ve eğitim, irfan ve kültür farkını
idrak edemeyecek kadar entelektüel arka plandan yoksun kadronun meseleyi ele
alması hakikatin perdelenmiş katlinden başka bir şey değil.
Şûra’nın kapanış konuşmasını yapan Ahmet İnam’ın “her toplumun, medeniyetin,
geleneğin bir hikâyesi vardır. Hikâyesi olmakla, o hikâyeyi anlatabilmek arasında
da bir mesafe vardır. Bizim de bir hikâyemizin olduğundan kimsenin kuşkusu yok
ama bu hikâyeyi bırakın anlatabilmeyi henüz bildiğimizi söylemek bile zordur”
derken vurguladığı tam da bizim bir şeyler aradığımızı ama ne aradığımızı bile
bilmediğimizin anlatımından başka bir şey değil. Aranan şeylerden birinin maârif
olduğundan şüphemiz yok, ancak nereye defnedildiğini bilen yok! Öne çıkarılan
öncelikli meselenin kendini/kendimizi, haddini bilen, sınırlarının farkına
vararak umranı keşfetmek olduğu kesindir. Kendimizi bilmek ancak, kendi
tarih ve kültür coğrafyamızda yatay ve dikey seyahate çıkabilmek ve başka
kültür ve coğrafyalarla ünsiyetle ilişkilidir. Hikmet ve irfan yolculuğunun
manivelası ise düşünebilmeyi öğrenmektir. Düşünmeyi teşvik ve talep ederek
mensuplarına öğretebilen ve onları kendisi kılabilen bir eğitim sistemi, kendi
hikâyesini bulmanın ve onu cihanşümul seviyeye çıkarmanın yolculuğuna çıkmış
demektir.
Ancak, Türkiye’nin genelde akademi özelde eğitim bilimi dünyasında
hâkim iki kör paradigma ya da alışkanlık bir karabasan gibi üzerimizde durmakta
ve bu yolculuğu engellemektedir: Birincisi, “eğitim bilimi” adına bu
ülkenin mazisinde dikkate değer hiçbir üretim ve birikimin olmadığı algısı.
Hemen her türlü teori, kavram ve açıklama Avrupa ve Amerika literatüründen
sosyo-kültürel, psikolojik hattâ teolojik bağlamı hiç sorgulanmadan
alınmaktadır. İntihallerle çiziktirilen çoğu yazının âdeta bikr-i fikr olduğu
iddiasında bulunması ise kendini bilmezliğin ta kendisi. Oysa Ahmet İnam’ın da sarahatle işaret ettiği
üzere, “hiçbir düşünür kendi kültürü dışında düşünemez” ama aynı zamanda
“hiçbir düşünür kendi düşüncesini başlangıç olarak da almaz”, almamalıdır.
İkincisi ise,
hiçbir felsefi süzgeçten geçirmeksizin aktarılan/kopyalanan teori ve
kavramlarla bilim yapmaya çalışmak ve böylece Türkiye’nin eğitim sorunlarına
çözüm üretme zehabına kapılmakta... Aslında bu “bilimin evrenselliği” ilkesinin
yanıltıcı tutuculuğunun ve bir tür “zihinsel kuşatma atmosferi” olduğunun
farkında olmayışının tezahürüdür. Bir Tanzimat hastalığı olan bu zehap karadul
gibi beyinleri tüketmektedir. Nitekim Batı dünyasının sosyal bilim teori ve
kavramları büyük ölçüde, o ülkelerin sosyo-kültürel ve felsefi dinamiklerinin
tabandan sıkıştırması ve zeitgeist (zamanın ruhu) bileşkesiyle üretilen sayısız
araştırma ve deneyin yekûnu olarak temerküz eden bir özettir. Pek çok olay ve
olguyu anlama ve açıklama pratiğine kavuşturan bu özetler/teoriler,
kullananların elinde bir tür fener rolüne bürünürler ve nereye, hangi açıdan
tutulurlarsa o istikamette görüntü sunarlar. Yarım asırdan fazladır Türkiye’yi
gözlemleyen Kemal Karpat’ın şu tespitleri de meseleyi
gayet açık özetlemektedir: “Türkiye’deki sosyal ilimler araştırmacıları nasıl
çalışacaklarını, nasıl çalışma planı yapacaklarını tam mânâsıyla anlamış
değiller. Köklü, ağırlıklı eserler verecekleri yerde sağdan soldan gördükleri
teorilere heves ederek, eser vermek, isim yapmak istiyorlar.” Şu halde,
öncelikli mesele Türkiye’de bilim yapmak, makale üretmek ve kitap yazmaktan
önce zihnî bir uyanışla, bir anlamda kendi kendine şekillenecek nazariyat
zeminini kollayacak yollara uygun taşları döşemektir. Tabii, öncelikle bu
hakikatin farkına çok kişi tarafından vâkıf olunması gerekiyor. Sonrası kolay.
Oysa bugün istikbal çok da aydınlık ve işimiz kolay görünmüyor.
Eğitim bilimi camiası felsefesizliği kendine felsefe yaparak yüzdüğü yönü
belirsiz bataklıkta kendimiz dâhil kimsenin işine yaramayan üretimlerle,
evrensel niteliklere ulaşılabileceğini ve rakiplerle mücadele edebileceğini
zannediyor. Son derece yüzeysel de olsa yeni bir medeniyet iddiasını
dillendirenlerin ve yerli eğitim savunusu yapanların azamisi bile üzerinde
durduğu zeminin ve büyük fotoğrafın farkında değil. Oysa şair Rudyard Kipling’in “East is East and West
is West, and never the twain shall meet”, (Doğu Doğudur, Batı da Batı ve bu
ikisi asla birleşmeyecektir) mısralarının doğruluğu muhtemeldir ki devam
edecek. Öyleyse bilinçli bir farkındalık hepimiz için öncelikli vazifedir.
Burada sadece böylesi bir meselenin farkındalığına dikkat çekmekle yetiniyorum,
zira muhataplarda farkındalığın nasıl gerçekleştirileceği apayrı, uzun ve
kolektif bir mesainin ürünü olsa gerek. Doğrusu beden ve zihinlerimizin dijital
dünyaya gönüllü tutsak verildiği bir çağda farkındalığın, özgürleş(tir)menin
çok çetin bir mesele ve süreç olduğu düşüncesindeyim.
Elinizdeki çalışma “bizim de bir hikâyemiz var ve bu hikâyeyi
anlatabilir miyiz bilmem ama en azından farkındayız” iddiasının mütevazı ve
naçiz bir ifadesidir. Diğer bir ifadeyle maâriften eğitime, medreseden
mektebe, irfandan kültüre geçişin uzun, zor ve meşakkatli hikâyesini birkaç
örnek üzerinden anlatmayı denemektedir. Kitap klasik eğitim sisteminin yeni
yorumu maârifin, Batı dünyasında teşekkül eden modernleşme paradigmasına
adaptasyon süreciyle başlayan çatallaşma devresinden (Tanzimat), günümüze
kadar, tecrübe ettiği sancılı dönüşüm sürecini akademik düzeyde, çoğunluğu
birinci el kaynaklar yardımıyla tartışan, benzer konulu makalelerin tedvininden
oluşmaktadır. Aslında Tanzimat’la birlikte bodurlaşmaya, Cumhuriyet’le birlikte
de kurumaya mahkûm edilen ve bugün mahiyeti hakkında sahih bir bilgi ve
kavrayışa sahip olmadığımız geleneksel eğitimin –medresenin– meselelerine
değinmemesi kitabın belki de eksik yanlarından biri.
Elbette geleceğe dair her türlü ümit kaynağı ve iyi değerin kayıp
kıta hükmündeki geçmişte saklı olduğu kısmî bir abartı olabilir. Buna karşın,
istikbale dair özgün inşanın ancak geçmişin hakkıyla keşfi ve
değerlendirilmesiyle mümkün olabileceği, bu anlamda medrese ve maârif
tecrübesinin bir maya ve katalizör vazifesi göreceği iddia edilebilir.
Son olarak; Akademik alanlarımıza en büyük katkı ahlâki ilkelere
riayetle yapılan mesailer ve ürünlerdir. Oysa Türkiye’de üniversite Darülfünûn’un bıraktığı “münevver
bendegân” yetiştirme misyonunu, “ilke ve inkılaplara” bağlı aydın ve genç
üretme ideal ve ideolojisiyle sürdürmektedir. Dolayısıyla akademisyenlerin
büyük çoğunluğu, müesses nizamın koruyucu ve sürdürücü misyonerleridir. Daha
çok darbe dönemi atmosferinin ürettiği yerleşik yükseköğretim
psiko-ideolojisinin rüzgârına kendisini gereğinden çok kaptıran ve primus
interpares nosyonundan nasibi az olanların, zaten teşekkül etmemiş akademik
teamül kırıntılarını da hiçe sayarak iktidar hırslarını perçinlediği ortamlarda
nefes almanın bile ne kadar zor olduğunu sadece hatırlatmak isterim. Kurumsal
belleği olmayan Türkiye akademi dünyasının esprit de corps yokluğu doğal
olarak onu kadim ontolojisinin çok ötesinde, politik ve sosyolojik
korporasyonların sahte, ucuz ve değersiz mekânları haline dönüştürmüş
durumdadır.
* * *
Daha
önce farklı dergilerde yayımlanan makaleler kitap formatında biraraya
getirilirken birkaçının yeniden yazılması söz konusu oldu. Bazı ekleme ve
çıkarmalar yapıldı. Üç tane makale de ilk defa burada yayımlanıyor. Makalelerin
tasnifinde elbette başka ölçütler de kullanılabilirdi ancak kronolojik bir
tanzimin okumada kolaylık sağlayacağı ümidiyle bu tarzı tercih ettim. Bu
meyanda kitap dört ana başlıktan teşekkül etti: Eğitim ve modernleşme
ilişkisine değinen ve içeriği itibariyle diğer makaleleri de doğrudan ilgilendiren
çalışmalar birinci kısımda yer aldı. Sonra Tanzimat, II. Abdülhamid Dönemi, ardından II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin
eğitimle ilgili farklı konularını içeren yazılar biraraya getirildi.
Makaleleri yeniden yayına hazırlarken ana ve alt başlıklarda
farklı tasnifler, ekler ve çıkarmalar da yapıldı. Ancak bu tasarruflar
yazıların mahiyetine halel getirici nitelikte değil. Makalelerin giriş ve
literatür kısımlarında bazı konuların tekrar edilmesi teknik zorunluluklardan
biriydi. Bu konuda hoşgörünüze sığınıyorum. Bir not da kaynakça ile
ilgili: Modernleşme tarihimizin ve eğitim meselelerinin en iyi kaynak ve
izleklerinden biri şüphesiz süreli yayınlar. Makalelerin büyük kesiminin verileri
dergi ve gazetelerdi. Gazete haberlerinin ve dergi makalelerinin tamamını
kaynakçada zikretmek hacmi hayli arttırdığından, burada sadece basılmış
kitap, ansiklopedi vb. türlere yer verebildim. Süreli yayınlara ilişkin
bütün referanslar en açık künyesiyle dipnotlarda görülebiliyor. Gene bu konuyla
ilgili olarak, referans göstermede her makale kendi içinde bir bütünlük arz
edecek şekilde düzenlendi. Bu sebeple bazı kaynaklar farklı makalelerde yeniden
tam künye olarak yer aldı.
Bu kitabı akademik hayatımın on yıllık birikimi ve kırk yaşın
bereketi olarak görüyorum. Elbette içindeki her türlü nakısa ve hata şahsıma
aittir. İyi niyetle, yapıcı, katkı verici tenkit ve eleştirilere, kurak bir
iklim yaşayan akademik dünyamızda ne kadar ihtiyaç duyduğumu belirtmeme gerek
bile yok. Ümidim, okuyuculardan gelecek ikaz ve ihtarlarla hatalarımı asgariye
indirmektir. Bu derlemeyle eğitim, bilim ve kültür dünyamıza bir miktar katkı
sunabildiysem kendimi bahtiyar addederim.
* * *
Kitabın
bölüm tanzimi ve başlık lejantının şekillenmesinde kafa dengi dostum Aytaç
Yıldız’ın katkıları için kendisine minnettarım. Azınlık ve yabancı okullarıyla
ilgili selis ve fasih Türkçeyle yaptığı tercümelerinden istifade ettiğim Ayşe
Aksu Hanımefendi ve tashihteki emeği için doktora talebem Selim Selimoğlu’na
müteşekkirim. Kitap neşrinin sadece teknik ve ticarî veçhesini değil asıl ilmî,
estetik ve felsefi yönünü yakınsak bir mercek gibi dikkatle takip ederek
Türkiye’de nitelikli yayıncılığın mümtaz simalarından olan, Doğu Batı
dergisinin genel yayın yönetmeni ve yayınevinin kıymetli sahibi Taşkın Takış
Beyefendiye ve mesai arkadaşlarına sonsuz teşekkür ederim. Kendilerini
istemeyerek de olsa kısmen ilgisiz bıraktığım Hatice, Gülbahar ve Tarık Ziyad
ise her türlü teşekkürden fazlasına layıklar.
Gayret bizden tevfîk ve muvaffakiyet yalnız O’ndandır.
Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi
Bir edîb-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol.
Nefî
Mustafa GÜNDÜZ
Davutpaşa/İstanbul
Şubat 2016
Mustafa Gündüz
Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, EPÖ/ESTT programında yüksek lisans yaptı (2001) ve aynı bölümde doktora derecesi aldı (2005). 2006-2011 arasında Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesinde görev yaptı. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümünde eğitim tarihi profesörüdür. Princeton Üniversitesi Near Eastern Studies bölümünde 2012 Bahar döneminde ‘Departmentel Guest’, 2014-15’te ‘Visiting Fellow’ statüsünde çalışmalar yapmıştır. Temel araştırma alanı, Türk eğitim tarihinin Tanzimat sonrası gelişmeleri olup, dönemin eğitim sorunları ve eğitimcileri üzerine çalışmaktadır. Telif, tercüme ve yayına hazırlama niteliğinde eğitim tarihinin farklı konularını içeren birçok kitap ve makalesi mevcuttur.
Telif Eserleri: II. Meşrutiyet’in Klasik Paradigmaları, Osmanlı Mirası Cumhuriyet’in İnşası; Eğitimci Yönüyle Ahmed Cevdet Paşa; Osmanlı Eğitim Mirası – Klasik ve Modern Dönem Üzerine Makaleler; Komşuluk Kültürü.
Yayına Hazırlananlar: İçtihad’ın İçtihad’ı - Doktor Abdullah Cevdet’ten Seçme Yazılar, Bir Abdülhamid Müdafaanâmesi, 11 Nisan İnkılâbı - 31 Mart Olayı’na Popüler Bir Yorum, Eğitimci Bir Jön Türk Lider - Ahmed Rıza Bey ve Vazife ve Mes’uliyet Eserleri, Mustafa Satı Bey ve Fenn-i Terbiye.