• Özne Nasıl Susturulur?

Özne Nasıl Susturulur?

  • 170,00 TL
  • 119,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda
Serge Lesourd, Jacques Lacan’ın söylem türleri kuramından ve uzun yıllara dayanan klinik deneyimlerinden yola çıkarak, önceki çalışmalarında ele aldığı öznel ıstırabın yeni ifade biçimlerini tartışmayı sürdürüyor. Yazar, postmodern laf ebeliklerinin şekillendirdiği yeni toplumsal ilişkilerin, psikanalizin temel öğretilerinden biri olan “Doyum, her insani yaşamın bencil amacıdır” saptamasını çok iyi benimsediğini, ancak hemen onu izleyen bir diğer öğretisini unuttuğunu hatırlatıyor: “Her zevk, grup yaşamındaki bağları korumak için sınırlı ve tamamlanmamış kalmak durumundadır”. 
 
Günümüzün liberal pazar ekonomisi tarafından belirlenen “her zevkin sınırsız ve herkes tarafından ulaşılabilir olması” kuralı hem öznelleşme süreçlerinde hem de insani ilişkilerde etkilerini giderek artan depresyon, stres, anoreksia, hiperaktivite, intihar, bağımlılıklar, şiddet, yıkım, kabalık, zorbalık, cemaatleşmeler, kapalı narsistik gruplar gibi bireysel ve toplumsal patolojiler altında gösterirken, öznenin bu türden bir kapalı sistemde, belirsizlik ya da aşırılık hallerinde bulabildiği tek çıkış yolu  çoğunlukla kendi bedeni ya da ötekinin bedeni olmaktadır. 

Psikanalitik kuramın kavramlarının ustalıkla işlendiği ve incelikli bir klinik duyuşla örülen bu kitap, özneyi ve öznelliği susturan her türlü söylem karşısında okuyucusunu da sadece sözü almaya değil, sözü etik bir yerden almaya, sabırla ve dikkatle bekleyip dinlemeye, özenle ve özgürce üretmeye de teşvik ediyor.

  • Yazar: Serge Lesourd
  • Kitabın Başlığı: Özne Nasıl Susturulur? Söylemlerden Liberal Laf Ebeliklerine
  • Fransızca Özgün Metin: Comment taire le sujet? Des discours aux parlottes libérales
  • Çevirenler: Özge Soysal, Ümit Edeş [Fransızca]
  • Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 210; Psikanaliz Dizisi - 1
  • Basım Bilgileri: 1. Basım: Nisan 2018
  • Sayfa Sayısı: 255
  • ISBN: 978-605-2133-15-6
  • Boyutları: 14 x 21

Başlarken

Sunuş

Anneleşmiş Bir Toplum

Özne için Yararlı Olan Üçüncünün “Issızlığı”

Kadınlar Olmaksızın Baba Olmaz

     İokaste’nin Modernliği

İnkâr Edilen Baba

     N. ya da Bir Kadın Eşcinselliğinin Oluşumu

Babaya Dair Üçlü

     Çocuksul Baba Çeşitlemesi

     Üç Baba… Artı Bir

Adlandırma ve Postmodernite

     Kadınsı Olmaksızın Anne Toplumu

Öznenin Farklılaşan Oluşumu

Özne ve Nesne Arasındaki Bölünme

Etken ve Edilgen Arasındaki Bölünme

Fallik Farklılaşmanın Oluşumu

Nihayet, Cinsiyet Farklılığı

     Eksikliğin Üç Biçimi

     İmgeselin Eksikliği: Fallusun Simgesel Kabulü

     Simgeselin Eksikliği: Öteki’de Eksikliğin Göstereni

     Gerçeğin Eksikliği: Şey İmkânsızdır

     Kadınsının Bir Tanımı

Öteki ve Farklılık

Modern Toplumsal Bağı Kuran Üç Küçük Anlatı

     “Oluş Halinde Kal” ya da Sonlanmayan Ergenlik İdeali

     Tüketim Nesnesinden Zevkleniyorum, O Halde Varım

     Çocuk Yapmak için Artık İki Kişi Olmaya Gerek Yok

Bağın Dayanağı Olarak Benlik İdealinden İdeal Benliğe

Ayna Evresi ve İki Farklılaşma Ölçüsü

Söylemsellik ve Öznelleşme

Söylemsel Yapı ve Efendinin Söylemi

     Özneler-Arasılığın Başarısızlığı

     Nesnenin Bölünüşü

Söylemler Şemasının Oluşumu

     Dört Söylem (+1)

     Dört Söylemin Yapısı

     Histeriğin Söylemi: Öznelliğin Sonsuz Söylemi

     Efendinin Söylemine Zorunlu Yabancılaşma

     Üniversitenin Söyleminin Kanıtlayıcılığı

     Öznenin Analistin Söylemindeki Direnişi

     Kapitalist İstisna ya da Öznellikten Çıkış

     Öznesiz Bir Söylem

Söylem Çiftleri

     İmkânsız Algoritmalar ya da Bazı Postmodern Sözceler Üzerine

     G1/a: Gösteren Zevk Nesnesini Gösterir; Madde Bağımlılığı Sözcesi

     a/G1: Nesne Göstereni Oluşturur; Marka Söylemi

     G2/Ö: Bilgi Özneyi Belirler ya da Teknolojik Sözce

     Ö/G2: Özne Bilginin Efendisidir ya da Postmodern Gurular

Postmodernitenin Laf Ebelikleri

Kapitalistin Söyleminin Yapısızlığı

Postmodern Laf Ebelikleri

     Ekolojik Laf Ebeliği

     Teknolojik Laf Ebeliği

     Programlayıcının Söylemi

Suçluları Olmayan Bir Depresifler Toplumu

Öteki Zalimdir

Postmodern Öznelleşme?

Söylemler ya da Zevkin İmkânsızlığı

     Zevkin Gösterilişi Karşısında Adın Freudcu Unutuluşu

     Laf Ebelikleri ya da Zevkin Gerçekleştirilişine İnanç

Öteki’nin Yıkımı ya da Neden Olarak Şiddet

     Rekabet Değil, Haset İlişkisi

Öteki’nin Ortadan Kalkması ya da Öznenin Melankolikleşmesi

     Ergen Depresifliği, Postmodern Model

     François ya da Öteki Yok Olduğunda

     Postmodernite ve Öznenin Melankolikleşmesi

Narsisistik Megalomani ya da Öznenin “Telaşlı Karışıklığı”

     Kimliğe Dair Etkiler

     Cemaatçilik: Liberalizmin Normu

Sınır Durumlar

     Kurt Artık Korkutmuyor

     Sınır Olarak Beden

     Kendini Kaybetme Arayışları

Postmoderniteyi Yaşamak

Dizin

Başlarken

 

Serge Lesourd’un elinizdeki kitabının üstbaşlığı olan “Özneyi nasıl susturmalı?” Fransızca yazılışında Türkçede tek bir kelimeyle ifade edilemeyen bir dil oyununu içeriyor: “Comment taire le sujet?” Comment taire kelimelerini Fransızca hem nasıl susturmalı olarak okumak hem de birleşik yani commentaire olarak yazıldığında yorum anlamında duymak mümkün. Bu da en başından itibaren kitabın temel konusunun hiç şüphesiz özne olduğunu ama söz konusu öznenin salt kuramsal bir kavramsallaştırmadan ibaret olmayıp, psikanalitik kuramın deneyimlerine ve duyuşuna has bilinçdışı öznesi olduğunu vurguluyor.

O halde hemen, birbirinden ayrı düşünemeyeceğimiz bir alanın, bilinçdışı öznesini ve dilin yapısını ilgilendiren bir alanın içine düşüyoruz. Düşüyoruz, zira psikanalizin dilin etkisi olarak tanımladığı bilinçdışı öznesinin tam da bir dizi düşüşün sonucunda, düşlerin biliminin keşfe davet ettiği bir mantıkta meydana geldiğini düşünebiliriz: İnsan yavrusunun insanileşme sürecinde içine düştüğü, ona öncel ve dışsal olan Öteki’nin alanı, istila edildiği ve dışarı fırlattığı Öteki’nin zevki, cinsiyeti ne olursa olsun ergenliğinde karşılaştığı ve başkalaşmaya zorlayan Öteki cinsiyet, kadınsı. Bununla birlikte yaşamın geçiciliğinin, öte yandan da en gizli anıların taşıyıcısı olan çocuksulun bilinçdışındaki süreğenliğinin, aynının tekrarının ve yeninin bulunuşunun, kurgunun ve gerçekliğin, temsilin ve temsile direnenin, hazzın ve zevkin arasına düşüş, bir bırakılmışlık ya da “varlığın belirsizliğine” terk edilmişlikten ziyade, öznelliğin oluşumundaki kaçınılmaz yapısal bir eksiklik olarak karşımıza çıkar. Diğer bir deyişle, öznenin onu söylemin olası tüm gösterenleri için temsil eden temel gösterenlerin yani Öteki’den gelen adlandırmaların altına düştüğü yapılandırıcı travmaların kayıpları olarak. İnsan varlığını özneleşmeye doğru devindiren bu kayıplardan en belirleyici olanının İlk nesnenin, nesnelerin en yücesi olan Anne’nin kaybı olduğunu ve ancak bu sayede ruhsal nesnenin oluştuğunu söyleyebiliriz. Söz ve bedeni birbirine düğümleyen ayna evresi başta olmak üzere, insanlığın ortak marazı olan kastrasyondan üzerimize düşen payı aldığımız Oidipus karmaşasında, dahası kaybı simgesel olarak yeniden temsil etme uğraşında olduğumuz ergenlik geçişlerinde özne bu ilksel kaybın izlerini her defasında yeniden bulur ve yeni bir düşlem yapılandırmaya zorlanır. Bu ruhsal zorlanış, Freud’un analizanlarını dinlerken keşfettiği ve ancak sonradanlık etkisiyle oluşan kronolojik olmayan öznel mantıki bir zamanın inşasıdır. Yazarın kitap boyunca geliştirdiği savlardan yola çıkarak, bu inşanın birbiriyle ilişkili üç temel koşulunun olduğunu öne sürebiliriz.

İlki, bilinçdışının ancak insan yavrusunun konuşan varlığa dönüştüğü dile girişle birlikte kurulduğu ve bundan öncesinde bir gerçeklik düşünemeyeceğimiz koşuludur. Sözün, temsil ettiği gerçekte açtığı delik, sözcüklerin gerçekliği hiçbir zaman tam olarak tanımlayıp, tüketemediği bir eksikliği var eder. Ama aynı zamanda söz, bu eksikliği dile getirmenin ve ötekiden talep etmenin yolunu açan insana özgü bir araçtır da. Bilinçdışı, simgeselin gerçekte açtığı bu deliğin dilin gösterenleriyle öznel bir gramerde örülmesidir ve bu da her örgü için söz konusu olduğu üzere belli biçimler dâhilinde olabilir. Freud’un tam da rüyalar, dil sürçmeleri, espriler gibi bilinçdışı oluşumlarda keşfettiği ve bu oluşumları meydana getiren ilkeler olarak tanımladığı yer değiştirme ve yoğunlaşma, bu dilsel biçimlerdir. Lacan’ın kendi kuramının içinden Freud’a yeniden teslim ettiği, Freudcu bilinçdışının bu özgünlüğüdür: Anlamın değil, harfin mantığına göre işleyen bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır. Kelimelerin genel geçer anlamlarındansa tekil öznel anlamlarının belirip keşfedilebilmesi, bu harflerin oluşturduğu türlü birleşimlerin analitik çalışmaya özgü bir aktarım ilişkisinde duyulabilmesiyle mümkündür.

Bir diğer koşul da dilin yapısından bağımsız konumlayamayacağımız sözün, konuşmaya başladığımız andan itibaren birbiriyle simetrik olmayan iki ayrı yeri var etmesidir: Birisi söze atılım verilen, sözün alındığı, diğeri de sözün yöneldiği ve aynı zamanda da beklenildiği yer. Yenidoğan, ilk seslerini çıkarmaya başlayıp Öteki’ye çağrıda bulunduğunda, bu sesler başlangıçta anlamlı, bütünleşik kelimeler olmaktan uzaktır, ta ki bir gün annenin ya da etrafını çevreleyenlerden birinin coşkuyla “anladım!” diyerek, bu seslere bir anlam atfetmesine değin. Bununla birlikte öznenin sözcüklerin işleyişini keşfettiği bu süreç kendi içinde birçok aşamayı izler; çünkü özne, kendisine öncel olan Öteki’nin yerini ilk başta Gerçek olarak kavrar. Bu öznenin duyduğu ama henüz Öteki’yi bir ifade yeri olarak saptayamadığı ilk aşamadır. Zamanla etrafındakilerin neler söylediği, onunla ilgili ne söylediği, ona neler söylenildiğinden itibaren Öteki’nin dilsel yapısından beliren bazı fonetik unsurları, zıtlıklar oyununu, vurguları, zevkinin, arzusunun, eksikliğinin işaretleri olan fonemleri fark eder ve tanımaya başlar. Öznenin seçtiği bu dilsel işaretleri mırıldanması, birleştirmesi, tekrarlaması ve bu oyundan haz alması “kendisini duyduğu” aşamadır. Fakat bu ancak eksikli bir Öteki’den, Öteki’nin söylemini yönlendiren temel unsurun eksiklik olmasından itibaren mümkündür. Çünkü bu seçim ancak bir sonraki aşamada yani eksikli bir Öteki tarafından bu seçimin tanınmasıyla geçerliliğini kazanabilecektir. Bu da öznenin “duyuldum” diyebildiği bir safhadır. Öteki, bu seçimlerde kendisine yöneltilen bir talebin ilk meyvelerini görebildiği takdirde öznenin seçtiği fonemler Öteki tarafından tanınan bir talebe dönüşür. Bu oldukça kritik bir aşamadır çünkü özne gelmesi beklenen, gelmesi varsayılan bir talebin öznesi olarak duyulmuş olur. Ancak eksikli olan ve kaybı üstlenebilen bir Öteki’de düğümlenen bu aşama, gösteren zincirinin oluşmasını da sağlar. Bununla birlikte gösterenlerin birbirini takip ettiği bu lokomotifte beliremeyecek, zincire eklemlenemeyecek bazı unsurlar vardır. Öteki’nin zevkinin, nesnenin gerçeğinin işaretleri olan bu ögeler gösteren zincirinden dışlanır, başka bir deyişle kökensel bastırmaya tâbi olur. Bu da bilinçdışı gösteren zincirinin oluşumudur. Öznenin habersizce sözcüklerinde, seçimlerinde harekete geçirdiği, atılım verdiği şey bu harfler, bu işaretlerdir. O halde Öteki’nin zevkinin kaybedilmesi, “şimdi ve burada” tam bir doyuma ulaştıracak nesneye doğrudan erişimden vazgeçilmesidir ve bu da eşzamanlı olarak Öteki’nin simgesel bir konum kazanmasıdır. Kaybı, farklılığı ve gerçeği sözünde temsil edebilen konuşan-varlık konumunu.

Sözün bahsedeceğimiz son koşulu da toplumsal bir bağ oluşturmaya izin vermesidir ve bu da ancak her bireyin kendi bireysel zevkini kısıtlamasıyla ve hazzı ertelemesiyle mümkündür. Toplumsal söylem, sözün ileri sürüldüğü ve kabul edildiği iki farklı dilsel konumlanışın işleyiş dinamiklerine ve bu dinamiğin yukarıda değindiğimiz yapısal başarısızlığı olan eksikliğin temsil ediliş biçimlerine göre belirlenir. Kültürün dilsel düzenlenişi hem insanlar arasına barışçıl bir mesafe koyar, hem de aralarındaki farklılaşmayı sağlar. Bunu da ânında, kesintisiz doyum arayan dürtünün estetik ve dolayımsal ifadelerini desteklediği bir yerden, bir diğer deyişle dürtünün amacına doğrudan ulaşmasını yasakladığı bir yerden gerçekleştirebilir. Lacan’ın bu dilsel konumlardan (söyleyen ve muhatap) itibaren oluşturduğu dört söylem türü –histeriğin söylemi, efendinin söylemi, üniversitenin söylemi ve analistin söylemi– söyleme atılım veren ve bu konumları karşılıklı olarak sürdüren devindirici unsur bakımından farklılaşsalar da yapılanışlarında ortak bir niteliği barındırırlar: Nesneye doğrudan erişmenin, gerçeklikte elde etmenin imkânsızlığını. Bu yapısal eksikliği temsil etmenin “arızalandığı” söylem, Lacan tarafından “kapitalist söylem” olarak tanımlanmıştır ve tam da sözün söz oluşuna içre kaybı inkâr etmesi bakımından pseudo-söylemdir. Söylediklerimizin hem kendimizde hem de bir başkasında yarattığı etkileri üstlenmekten muaf tutulduğumuz, dolayısıyla da öznelliğin ifadesi olabilecek çatışmaların, çelişkilerin, suçluluğun, hayal kırıklığının vb. bir an önce giderilmesi gereken yetersizliklere, güçsüzlüklere indirgendiği bu düzenleniş, birçok “laf ebeliği” üretir. Zira birbirinden radikal olarak farklı olan dilsel konumların liberal postmodern söylemde birbirine eşit ve denk bir hale gelmesi, sözün öznel değerini de geçersizleştirir. Söz, simgesel bir konumlanıştan doğmadığı, kaynağını aldığı eksiklik ve kayıp tanınmadığı takdirde tehditkâr narsisistik bir dayatma olarak açığa çıkar ve algılanır. Postmodernitenin birçok düzlemde ortaya çıkardığı bu krizin, gene kapitalist söylemden türeyen laf ebelikleriyle giderilmeye çalışılması da beraberinde öznel, toplumsal bir dizi çıkmazı ve ıstırabı getirir.

John Berger, laf ebeliğini kelimelerin, terimlerin, deyimlerin kendi dillerinin öznesinden ayrıldığı salt etiketler olarak tanımlar. Günümüzde yaygın olarak kullanılan kısaltmalar bunun canlı bir örneğidir. Belleğin silindiği, amansız bir rehavet üreten, âtıl ve ölü kelimeler. Serge Lesourd’un ifadeleriyle kaynağını hiçbir şekilde özneleşmede bulmayan bir sözceler yığını. Bu durumda önümüzde gerek toplumsal ilişkilerin kurulduğu sıradan gündelik yaşam deneyimlerinde gerekse biricik olanın dinlenildiği klinik pratikte olsun, sormaktan kaçınamayacağımız birçok soru belirir. Ötekinin artık arzulayan ve eksikli olarak konumlanmadığı bir toplumsal söylemde, toplumsal bağın güvencesi olan başkalığı nasıl inşa edeceğiz? Farklılığın, gerçeğin ve kaybın temsil edilmediği bir dilsel düzenlenişte öznellikten bahsedebilmemizin koşulları neler olacak? Nesnenin gerçekliğe indirgendiği teknik-bilimsel dünyamızda aşkın ve arzunun yapısını sürdürmek mümkün mü? Babanın gerçekte var olduğu ama simgesel işlevinin bulunmadığı baskıcı ve baskılanan toplumlarda Baba-nın-Adı’nın hesaptan düşülmesinin salt öznel bir “seçim” olduğunu iddia edebilir miyiz? Ya da Baba-nın-Adı’nın simgesel işlevini koruduğu ama Öteki’nin imgesel canlandırılışlarının değersizleştirildiği toplumsal modellerdeki öznelleşme arayışlarının olağan bir gelişimsel kriz olduğunu? Ve gene Babanın arzulayan gerçeğinin inkâr edildiği dinamiklerin ortaya çıkardığı zorlukların ifade edilme biçimlerini öznenin sadece eyleme, performansa indirgendiği bir tüketim ve gösteri söyleminden bağımsız ele alabilir miyiz? Dahası, Öteki’ye Öteki’nin olmadığı, başkalıktan gayrı radikal bir farklılığı temsil etmediği gerçeğini nasıl teslim edebiliriz ve bu yapısal boşluktan nasıl yararlanabiliriz?

Bunlar S. Lesourd’un kitap boyunca kademeli olarak ortaya koyduğu ve cesurca tartıştığı temel kuramsal ve klinik sorulardan bazıları. Cesurca, çünkü muhalif olmanın koşullarının dahi belirli kodlara, etiketlere, alternatiflere ya da sözcelere indirgendiği bir söylemde düşüncelerini, deneyimlerini, tespitlerini, eleştirilerini “politically correct” olma kaygısı taşımayan bir açıklık ve netlikle tartışıyor. Üstelik bunu, tartışabilmenin zorunlu yöntemsel araçlarından, kavramların kuramsal derinliklerini ele almaktan kaçınmadığı bir ustalıkla yapıyor. Sadece sözü almaya değil, sözü etik bir yerden almaya, sabırla ve dikkatle beklemeye, özenle, emekle ve özgürce üretmeye de teşvik eden bu eserin, Türkiye’deki okuyucusuyla karşılaşma serüveninde yeni açılımlar bulabilmesi dileğiyle.

 

Özge Soysal
 Aralık 2017 

Sunuş

 

Bu yapıt benim yirmi beş yıllık klinik görüşmelerimin ve araştırmalarımın bütününü kateden bir soruşturmaya dayanıyor. Bu yolculuğun temel taşları, kimi psikanalist meslektaşlarımla olduğu kadar insan denilen tuhaf hayvanla ilgilenen, başka alanlardan gelmiş başka düşünürlerle de olan karşılıklı ilişkiler sayesinde oluştu. Postmodern söylemlerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle nasıl eklemlendiğini yapılandırmak için atıldığım bu girişimde, liberalizme özgü toplumsal ilişkilerin zorluğunu, ıstırabını yaşayan insanlarla klinik alanda çalışan meslektaşlarıma olduğu kadar, bu konu üzerindeki düşünce ve eleştirileriyle beni etkileyen birçok yazara da minnettarım. Klinik alanda çalışanlar, sosyologlar, filozoflar, hepsi de 20. yüzyılın son yıllarında öznel ıstırabın ifade edilme biçimlerindeki değişime kendi açılarından tanık olmaktadırlar. Ben de bu amaçla kendimce bu söylemler düzeneği içinde değişen şeyi işaret feneri olarak alıyorum, çünkü “söylem dışı özne” yoktur. Bireysel sözlere ve bunların ifade ettiği ıstıraba kulak vermek, psikanalisti hem tek tek vakaların ötesinde yeni ifade biçimlerini dinlemeye hem de öznenin öznelliğinin kuruluşunda karşılaştığı bu değişimlerden anladığı şeye tanıklık etmeye çağırır. Konuşan varlığın (parlêtre), dille damgalanan insanın tâbi olduğu “gerçek” tarafından zorlanışı, insanı her zaman Doğa güçleri karşısında hissettiği güçsüzlüğü açıklamaya çalışırken hikâyeler oluşturmaya itmiş, bu sayede de “gerçeği” dolayımlandırmasını sağlamıştır. Bizim kültür dediğimiz şey de, dünyaya yeni gelen insan varlığına kendi bireysel zayıflığına katlanma ve bu zayıflığa karşı kendisini savunurken dünyasının kolektif egemenliğini düzenleme olanağı veren bir mitoslar düzeneğidir. Ama bu kültürel işlem, tekil olarak ele aldığımız her insanın kendi ruhsal ıstırabındaki kalıntılarla ifade bulur. Psikanalistin çalışma odasında gerçekleştirdiği en mahrem görüşmelerinde karşıladığı bu ıstırap, analizanların sözlerinde ifade bulur. Oysa bu söz artık biçim değiştirmiştir ve öznenin şikâyeti yeni söylemsel düzenlenişlerle dile getirildiğinden, psikanalitik uygulama da psikopatolojilerin evrimiyle dönüşüme uğramıştır. Öznenin toplumsal bağı yapılandıran söylemlerin bu yeni düzenlenişinden nasıl etkilendiğini ve eğer yeni bir söylemsel düzenleniş söz konusuysa, bunun insanın benzerleriyle ilişkisini nasıl dönüştürdüğünü anlamak, yalnızca psikanalist için değil, kültürün kendisi için de koşulsuz bir buyruk haline gelir.

Söylemlere dair bu yaklaşım, doğrudan doğruya J. Lacan’ın bir yandan günlük yaşamın ve kültürdeki huzursuzluğun psikopatolojisini açıklamak için geliştirdiği kurama, diğer yandan da özgün öznel etkileri içinde psikanalitik yönteme gönderme yapar. Gene de okuru bu kitabın insanın tarihteki siyasi serüvenlerinin sosyolojik bir analizi ya da psikososyal bir hicivname olmadığı konusunda uyarmam gerekiyor. Eğer psikanaliz Lacan’ın dört söyleminden biri olarak yerini alabildiyse, bu aynı zamanda insanın onu canlılar kütüğünde belirleyen şeylerin, yani sözün ve dilin bir eseri ve çalışması olmasındandır. Konuşan varlık, yaşamla karşılaştığı anda yakınlarının ona aktardığı anlamları oluşturan gösterenlerin söylemdeki düzenlenişinden itibaren –bu hem yönelim hem de kavrayış olarak anlaşılmalıdır– ve bu düzenleniş içinde ortaya çıkar. Yalnızca dilin öznesi olduğunu söylemek bile, gösteren zincirini belirleyen şeyin her şeyi söylemenin imkânsız olduğunu söylemektir. Öznenin inşa edilmesinde, benlik ve bireyler arasında her zaman imgesel olan ilişkilerin kuruluşunda, kültürün belirli bir ânındaki gösterenlerin düzenlenme şekli esastır. Psikopatoloji, söylemle olan bu ilişkinin dışında gelişmez. Bu, gösterenle olan ilişki ve olumsuzlamanın (Freud’daki farklı Ver’ler: Verleunung, Verwerfung, Verdrangung) ortaya çıkardığı öznel ürünler bağlamında, yani dil yasalarına göre belirlenen yapı bağlamında anlaşılabilir. Diğer taraftan da dünyayı belirli bir zamanda düzenleyen söylemin yapısına bağlıdır. Yapı bakımından hiç değişmese de, yöneldiği iktidarların düzenlenişine göre, radikal olarak farklılaşan histeriye yüzyıllar boyunca değişken görünümünü veren de budur. Öteki’deki gösterenlere çağrıda bulunurken antik tanrıların histerisi pitia [Delphi kâhini] ya da “gezgin rahim”di, klasik düzeninki “cine tutulmuş”tu, modern çağınki “hasta”ydı, postmoderniteninki de daha çok “ajite” gibi görünüyor. O halde psikopatoloji dünyanın söylem tarafından yapısal düzenlenişine bağlıdır. Dünyanın anlamının bu yapısal düzenlenişi, kapitalizmin kızı olan teknolojinin egemenliğinin etkisiyle değişmiştir. Kapitalizm, çökmeye yüz tutmuş bir söylem olmaktan ziyade, öznenin kendisini yaşamın ve ölümün efendisi sandığı yeni bir dünya düzeni olarak ortaya çıkmıştır. “Kapitalizm iktidarla ilgili alışkanlıkları hepten değiştirmiş, kısacası bu ilişkiler usulsüz hale gelmiştir. Kapitalizm hiçbir zaman görülmemiş olanı, yani liberal iktidarı ortaya çıkarmıştır”. Bunu özgür güç olarak ya da gücün özgürlüğü olarak, yani çelişkili bir bütünlük olarak anlayabiliriz. Efendinin söyleminden türemiş üniversitenin söylemiyle düzenlenen dünya ile postmodern teknolojinin söylemiyle düzenlenen dünya arasındaki belirleyici sarsıntının tam olarak P. Legendre’ın “kurucu” olarak adlandırdığı şeyin devrilmesiyle başladığını görebiliriz: “Soykırım dehşetine atom bombası karşılık verir” ve 21. yüzyılımızın başında New York’taki İkiz Kuleler olayı bunu haklı çıkarır. Bu sarsıntı, bilim tarafından kolektif olarak temsil edilen insanın, kendisi ile önceleri Yaratıcı adını verdiği şey arasındaki eşitliğe olan inancına yol açmaktadır. Yıkım (Yahudi soykırımı ve atom bombası) ve yaratım (genetik değiştirme ve klonlama) konusunda sahip olduğu tüm güçlülüğüyle insan, Dany-Robert Dufour’un büyük Özne dediği şeyin yeni cismanileşmesi haline gelir. Yahudi soykırımı ve atom bombası aslında teknolojik açıdan Möbius şeridinin tersi ve yüzüdür: Soykırım, yaygınlaştırılmış yıkımın idari teknikleştirilmesi, atom bombası ise teknolojik ölümün mutlaklaştırılmasıdır. İnsan yıkımda Tanrıya denk hale gelmiştir, insanlığın tümünü tıpkı tanrılar gibi ortadan kaldırabilir. Ama yirmi yıl önce de belirttiğim gibi bu çağ, insanın yaratma kudretinde Tanrıya eşitliğinin başladığı çağdır da: Lebenshauseler ve Mengele’nin Auschwitz’deki çalışmaları, modern “genetik deha”nın kökenidir. Dünyayı sınırsız bir dünya3 haline getiren bu yadsınamaz sarsıntıyla birlikte sahneye çıkan, bundan böyle zevk (Jouissance) * almayı engelleyecek bir baba, efendi ya da tanrıyla ilişkiden doğan suçluluk değil, zevk alamayan bir öznenin narsisistik boşluğudur. Psikopatoloji de fark edilmeksizin ama emin adımlarla, engellenme şikâyetinden imkânsızın melankolikleşmesine kayıveren bu sarsıntıya karşılık gelir.

 

Serge Lesourd

Psikanalist ve Nice Sophia Antipolis Üniversitesi’nde klinik psikoloji profesörüdür. 2002-2010 yılları arasında Strasbourg Üniversitesi’nde ­“Öznellik, bilgiler ve toplumsal bağ” adlı bir araştırma ünitesini yönetmiştir. érès yayınlarının “Psikanalizin Güncelliği” serisinin editörlüğünü de yapmış olan Lesourd’un, “Ergenlikler… Kadınsıyla karşılaşma” (Adolescences… Rencontre du féminin, éres, 2002, 2009), “Ergenlik oluşumu” (La Construction Adolescente, érès, 2005, 2007) kitaplarıyla birlikte katkıda bulunduğu ve editörlüğünü üstlendiği kolektif birçok eser ve sayısız makalesi bulunmaktadır.