Psikanalitik kuramın kavramlarının ustalıkla işlendiği ve incelikli bir klinik duyuşla örülen bu kitap, özneyi ve öznelliği susturan her türlü söylem karşısında okuyucusunu da sadece sözü almaya değil, sözü etik bir yerden almaya, sabırla ve dikkatle bekleyip dinlemeye, özenle ve özgürce üretmeye de teşvik ediyor.
- Yazar: Serge Lesourd
- Kitabın Başlığı: Özne Nasıl Susturulur? Söylemlerden Liberal Laf Ebeliklerine
- Fransızca Özgün Metin: Comment taire le sujet? Des discours aux parlottes libérales
- Çevirenler: Özge Soysal, Ümit Edeş [Fransızca]
- Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 210; Psikanaliz Dizisi - 1
- Basım Bilgileri: 1. Basım: Nisan 2018
- Sayfa Sayısı: 255
- ISBN: 978-605-2133-15-6
- Boyutları: 14 x 21
Başlarken
Sunuş
Anneleşmiş Bir Toplum
Özne için Yararlı Olan Üçüncünün “Issızlığı”
Kadınlar Olmaksızın Baba Olmaz
İokaste’nin Modernliği
İnkâr Edilen Baba
N. ya da Bir Kadın Eşcinselliğinin Oluşumu
Babaya Dair Üçlü
Çocuksul Baba Çeşitlemesi
Üç Baba… Artı Bir
Adlandırma ve Postmodernite
Kadınsı Olmaksızın Anne Toplumu
Öznenin Farklılaşan Oluşumu
Özne ve Nesne Arasındaki Bölünme
Etken ve Edilgen Arasındaki Bölünme
Fallik Farklılaşmanın Oluşumu
Nihayet, Cinsiyet Farklılığı
Eksikliğin Üç Biçimi
İmgeselin Eksikliği: Fallusun Simgesel Kabulü
Simgeselin Eksikliği: Öteki’de Eksikliğin Göstereni
Gerçeğin Eksikliği: Şey İmkânsızdır
Kadınsının Bir Tanımı
Öteki ve Farklılık
Modern Toplumsal Bağı Kuran Üç Küçük Anlatı
“Oluş Halinde Kal” ya da Sonlanmayan Ergenlik İdeali
Tüketim Nesnesinden Zevkleniyorum, O Halde Varım
Çocuk Yapmak için Artık İki Kişi Olmaya Gerek Yok
Bağın Dayanağı Olarak Benlik İdealinden İdeal
Benliğe
Ayna Evresi ve İki Farklılaşma Ölçüsü
Söylemsellik ve Öznelleşme
Söylemsel Yapı ve Efendinin Söylemi
Özneler-Arasılığın Başarısızlığı
Nesnenin Bölünüşü
Söylemler Şemasının Oluşumu
Dört Söylem (+1)
Dört Söylemin Yapısı
Histeriğin Söylemi: Öznelliğin Sonsuz Söylemi
Efendinin Söylemine Zorunlu Yabancılaşma
Üniversitenin Söyleminin Kanıtlayıcılığı
Öznenin Analistin Söylemindeki Direnişi
Kapitalist İstisna ya da Öznellikten Çıkış
Öznesiz Bir Söylem
Söylem Çiftleri
İmkânsız Algoritmalar ya da Bazı
Postmodern Sözceler Üzerine
G1/a: Gösteren Zevk Nesnesini Gösterir; Madde Bağımlılığı
Sözcesi
a/G1: Nesne Göstereni Oluşturur; Marka Söylemi
G2/Ö: Bilgi Özneyi Belirler ya da Teknolojik Sözce
Ö/G2: Özne Bilginin Efendisidir ya da
Postmodern Gurular
Postmodernitenin Laf Ebelikleri
Kapitalistin Söyleminin Yapısızlığı
Postmodern Laf Ebelikleri
Ekolojik Laf Ebeliği
Teknolojik Laf Ebeliği
Programlayıcının Söylemi
Suçluları Olmayan Bir Depresifler
Toplumu
Öteki Zalimdir
Postmodern Öznelleşme?
Söylemler ya da
Zevkin İmkânsızlığı
Zevkin Gösterilişi Karşısında Adın Freudcu Unutuluşu
Laf Ebelikleri ya da Zevkin Gerçekleştirilişine İnanç
Öteki’nin Yıkımı ya da Neden Olarak Şiddet
Rekabet Değil, Haset İlişkisi
Öteki’nin Ortadan Kalkması
ya da Öznenin Melankolikleşmesi
Ergen Depresifliği, Postmodern Model
François ya da Öteki Yok Olduğunda
Postmodernite ve Öznenin Melankolikleşmesi
Narsisistik
Megalomani ya da Öznenin “Telaşlı Karışıklığı”
Kimliğe Dair Etkiler
Cemaatçilik: Liberalizmin Normu
Sınır Durumlar
Kurt Artık Korkutmuyor
Sınır Olarak Beden
Kendini Kaybetme Arayışları
Postmoderniteyi Yaşamak
Dizin
Başlarken
Serge Lesourd’un elinizdeki kitabının üstbaşlığı olan “Özneyi
nasıl susturmalı?” Fransızca yazılışında Türkçede tek bir kelimeyle ifade
edilemeyen bir dil oyununu içeriyor: “Comment taire le sujet?” Comment taire
kelimelerini Fransızca hem nasıl susturmalı olarak okumak hem de
birleşik yani commentaire olarak yazıldığında yorum anlamında
duymak mümkün. Bu da en başından itibaren kitabın temel konusunun hiç şüphesiz
özne olduğunu ama söz konusu öznenin salt kuramsal bir kavramsallaştırmadan
ibaret olmayıp, psikanalitik kuramın deneyimlerine ve duyuşuna has bilinçdışı öznesi olduğunu vurguluyor.
O halde hemen, birbirinden ayrı
düşünemeyeceğimiz bir alanın, bilinçdışı öznesini ve dilin yapısını ilgilendiren bir alanın
içine düşüyoruz. Düşüyoruz, zira psikanalizin dilin etkisi olarak tanımladığı bilinçdışı öznesinin tam da bir dizi düşüşün sonucunda, düşlerin
biliminin keşfe davet ettiği bir mantıkta meydana geldiğini düşünebiliriz:
İnsan yavrusunun insanileşme sürecinde içine düştüğü, ona öncel ve dışsal olan
Öteki’nin alanı, istila edildiği ve dışarı fırlattığı Öteki’nin zevki,
cinsiyeti ne olursa olsun ergenliğinde karşılaştığı ve başkalaşmaya zorlayan
Öteki cinsiyet, kadınsı. Bununla birlikte yaşamın geçiciliğinin, öte yandan da
en gizli anıların taşıyıcısı olan çocuksulun bilinçdışındaki
süreğenliğinin, aynının tekrarının ve yeninin bulunuşunun, kurgunun ve
gerçekliğin, temsilin ve temsile direnenin, hazzın ve zevkin arasına düşüş, bir
bırakılmışlık ya da “varlığın belirsizliğine” terk edilmişlikten ziyade, öznelliğin
oluşumundaki kaçınılmaz yapısal bir eksiklik olarak karşımıza çıkar. Diğer bir
deyişle, öznenin onu söylemin olası tüm gösterenleri için temsil eden temel
gösterenlerin yani Öteki’den gelen adlandırmaların altına düştüğü yapılandırıcı
travmaların kayıpları olarak. İnsan varlığını özneleşmeye doğru devindiren bu
kayıplardan en belirleyici olanının İlk nesnenin, nesnelerin en yücesi olan
Anne’nin kaybı olduğunu ve ancak bu sayede ruhsal nesnenin oluştuğunu
söyleyebiliriz. Söz ve bedeni birbirine düğümleyen ayna evresi başta olmak üzere, insanlığın ortak marazı olan
kastrasyondan üzerimize düşen payı aldığımız Oidipus karmaşasında, dahası kaybı simgesel olarak yeniden temsil
etme uğraşında olduğumuz ergenlik geçişlerinde özne bu ilksel kaybın izlerini
her defasında yeniden bulur ve yeni bir düşlem yapılandırmaya zorlanır. Bu
ruhsal zorlanış, Freud’un analizanlarını dinlerken keşfettiği ve ancak sonradanlık
etkisiyle oluşan kronolojik olmayan öznel mantıki bir zamanın inşasıdır.
Yazarın kitap boyunca geliştirdiği savlardan yola çıkarak, bu inşanın
birbiriyle ilişkili üç temel koşulunun olduğunu öne sürebiliriz.
İlki, bilinçdışının ancak insan yavrusunun
konuşan varlığa dönüştüğü dile girişle birlikte kurulduğu ve bundan öncesinde
bir gerçeklik düşünemeyeceğimiz koşuludur. Sözün, temsil ettiği gerçekte açtığı
delik, sözcüklerin gerçekliği hiçbir zaman tam olarak tanımlayıp, tüketemediği
bir eksikliği var eder. Ama aynı zamanda söz, bu eksikliği dile getirmenin ve ötekiden
talep etmenin yolunu açan insana özgü bir araçtır da. Bilinçdışı, simgeselin
gerçekte açtığı bu deliğin dilin gösterenleriyle öznel bir gramerde örülmesidir
ve bu da her örgü için söz konusu olduğu üzere belli biçimler dâhilinde
olabilir. Freud’un tam da rüyalar, dil sürçmeleri, espriler gibi bilinçdışı oluşumlarda keşfettiği ve bu oluşumları meydana getiren
ilkeler olarak tanımladığı yer değiştirme ve yoğunlaşma, bu dilsel biçimlerdir.
Lacan’ın kendi kuramının içinden Freud’a yeniden teslim ettiği, Freudcu bilinçdışının bu özgünlüğüdür: Anlamın değil, harfin
mantığına göre işleyen bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır. Kelimelerin genel geçer
anlamlarındansa tekil öznel anlamlarının belirip keşfedilebilmesi, bu harflerin
oluşturduğu türlü birleşimlerin analitik çalışmaya özgü bir aktarım ilişkisinde
duyulabilmesiyle mümkündür.
Bir diğer koşul da dilin yapısından bağımsız
konumlayamayacağımız sözün, konuşmaya başladığımız andan itibaren birbiriyle
simetrik olmayan iki ayrı yeri var etmesidir: Birisi söze atılım verilen, sözün
alındığı, diğeri de sözün yöneldiği ve aynı zamanda da beklenildiği yer.
Yenidoğan, ilk seslerini çıkarmaya başlayıp Öteki’ye çağrıda bulunduğunda, bu
sesler başlangıçta anlamlı, bütünleşik kelimeler olmaktan uzaktır, ta ki bir
gün annenin ya da etrafını çevreleyenlerden birinin coşkuyla “anladım!”
diyerek, bu seslere bir anlam atfetmesine değin. Bununla birlikte öznenin
sözcüklerin işleyişini keşfettiği bu süreç kendi içinde birçok aşamayı izler;
çünkü özne, kendisine öncel olan Öteki’nin yerini ilk başta Gerçek olarak
kavrar. Bu öznenin duyduğu ama henüz Öteki’yi bir ifade yeri olarak
saptayamadığı ilk aşamadır. Zamanla etrafındakilerin neler söylediği, onunla
ilgili ne söylediği, ona neler söylenildiğinden itibaren Öteki’nin dilsel
yapısından beliren bazı fonetik unsurları, zıtlıklar oyununu, vurguları,
zevkinin, arzusunun, eksikliğinin işaretleri olan fonemleri fark eder ve
tanımaya başlar. Öznenin seçtiği bu dilsel işaretleri mırıldanması,
birleştirmesi, tekrarlaması ve bu oyundan haz alması “kendisini duyduğu” aşamadır. Fakat bu ancak
eksikli bir Öteki’den, Öteki’nin söylemini yönlendiren temel unsurun eksiklik
olmasından itibaren mümkündür. Çünkü bu seçim ancak bir sonraki aşamada yani
eksikli bir Öteki tarafından bu seçimin tanınmasıyla geçerliliğini kazanabilecektir.
Bu da öznenin “duyuldum” diyebildiği bir safhadır. Öteki, bu seçimlerde
kendisine yöneltilen bir talebin ilk meyvelerini görebildiği takdirde öznenin
seçtiği fonemler Öteki tarafından tanınan bir talebe dönüşür. Bu oldukça kritik
bir aşamadır çünkü özne gelmesi beklenen, gelmesi varsayılan bir talebin öznesi
olarak duyulmuş olur. Ancak eksikli olan ve kaybı üstlenebilen bir Öteki’de
düğümlenen bu aşama, gösteren zincirinin oluşmasını da sağlar. Bununla birlikte
gösterenlerin birbirini takip ettiği bu lokomotifte beliremeyecek, zincire
eklemlenemeyecek bazı unsurlar vardır. Öteki’nin zevkinin, nesnenin gerçeğinin
işaretleri olan bu ögeler gösteren zincirinden dışlanır, başka bir deyişle
kökensel bastırmaya tâbi olur. Bu da bilinçdışı gösteren zincirinin oluşumudur. Öznenin habersizce
sözcüklerinde, seçimlerinde harekete geçirdiği, atılım verdiği şey bu harfler,
bu işaretlerdir. O halde Öteki’nin zevkinin kaybedilmesi, “şimdi ve burada” tam
bir doyuma ulaştıracak nesneye doğrudan erişimden vazgeçilmesidir ve bu da
eşzamanlı olarak Öteki’nin simgesel bir konum kazanmasıdır. Kaybı, farklılığı
ve gerçeği sözünde temsil edebilen konuşan-varlık konumunu.
Sözün bahsedeceğimiz son koşulu da toplumsal
bir bağ oluşturmaya izin vermesidir ve bu da ancak her bireyin kendi bireysel
zevkini kısıtlamasıyla ve hazzı ertelemesiyle mümkündür. Toplumsal söylem,
sözün ileri sürüldüğü ve kabul edildiği iki farklı dilsel konumlanışın işleyiş
dinamiklerine ve bu dinamiğin yukarıda değindiğimiz yapısal başarısızlığı olan
eksikliğin temsil ediliş biçimlerine göre belirlenir. Kültürün dilsel
düzenlenişi hem insanlar arasına barışçıl bir mesafe koyar, hem de aralarındaki
farklılaşmayı sağlar. Bunu da ânında, kesintisiz doyum arayan dürtünün estetik
ve dolayımsal ifadelerini desteklediği bir yerden, bir diğer deyişle dürtünün
amacına doğrudan ulaşmasını yasakladığı bir yerden gerçekleştirebilir. Lacan’ın bu dilsel konumlardan (söyleyen ve muhatap) itibaren
oluşturduğu dört söylem türü –histeriğin söylemi, efendinin söylemi,
üniversitenin söylemi ve analistin söylemi– söyleme atılım veren ve bu
konumları karşılıklı olarak sürdüren devindirici unsur bakımından
farklılaşsalar da yapılanışlarında ortak bir niteliği barındırırlar: Nesneye
doğrudan erişmenin, gerçeklikte elde etmenin imkânsızlığını. Bu yapısal
eksikliği temsil etmenin “arızalandığı” söylem, Lacan tarafından “kapitalist söylem” olarak tanımlanmıştır ve tam
da sözün söz oluşuna içre kaybı inkâr etmesi bakımından pseudo-söylemdir.
Söylediklerimizin hem kendimizde hem de bir başkasında yarattığı etkileri
üstlenmekten muaf tutulduğumuz, dolayısıyla da öznelliğin ifadesi olabilecek
çatışmaların, çelişkilerin, suçluluğun, hayal kırıklığının vb. bir an önce
giderilmesi gereken yetersizliklere, güçsüzlüklere indirgendiği bu düzenleniş,
birçok “laf ebeliği” üretir. Zira birbirinden radikal olarak farklı olan
dilsel konumların liberal postmodern söylemde birbirine eşit ve denk bir hale gelmesi, sözün
öznel değerini de geçersizleştirir. Söz, simgesel bir konumlanıştan doğmadığı,
kaynağını aldığı eksiklik ve kayıp tanınmadığı takdirde tehditkâr narsisistik
bir dayatma olarak açığa çıkar ve algılanır. Postmodernitenin birçok düzlemde
ortaya çıkardığı bu krizin, gene kapitalist söylemden türeyen laf ebelikleriyle
giderilmeye çalışılması da beraberinde öznel, toplumsal bir dizi çıkmazı ve
ıstırabı getirir.
John Berger, laf ebeliğini kelimelerin, terimlerin, deyimlerin kendi
dillerinin öznesinden ayrıldığı salt etiketler olarak tanımlar. Günümüzde
yaygın olarak kullanılan kısaltmalar bunun canlı bir örneğidir. Belleğin
silindiği, amansız bir rehavet üreten, âtıl ve ölü kelimeler. Serge Lesourd’un
ifadeleriyle kaynağını hiçbir şekilde özneleşmede bulmayan bir sözceler yığını.
Bu durumda önümüzde gerek toplumsal ilişkilerin kurulduğu sıradan gündelik
yaşam deneyimlerinde gerekse biricik olanın dinlenildiği klinik pratikte olsun,
sormaktan kaçınamayacağımız birçok soru belirir. Ötekinin artık arzulayan ve
eksikli olarak konumlanmadığı bir toplumsal söylemde, toplumsal bağın güvencesi
olan başkalığı nasıl inşa edeceğiz? Farklılığın, gerçeğin ve kaybın temsil
edilmediği bir dilsel düzenlenişte öznellikten bahsedebilmemizin koşulları neler
olacak? Nesnenin gerçekliğe indirgendiği teknik-bilimsel dünyamızda aşkın ve
arzunun yapısını sürdürmek mümkün mü? Babanın gerçekte var olduğu ama simgesel
işlevinin bulunmadığı baskıcı ve baskılanan toplumlarda Baba-nın-Adı’nın hesaptan düşülmesinin salt öznel bir “seçim”
olduğunu iddia edebilir miyiz? Ya da Baba-nın-Adı’nın simgesel işlevini koruduğu ama Öteki’nin imgesel
canlandırılışlarının değersizleştirildiği toplumsal modellerdeki öznelleşme
arayışlarının olağan bir gelişimsel kriz olduğunu? Ve gene Babanın arzulayan
gerçeğinin inkâr edildiği dinamiklerin ortaya çıkardığı zorlukların ifade
edilme biçimlerini öznenin sadece eyleme, performansa indirgendiği bir tüketim
ve gösteri söyleminden bağımsız ele alabilir miyiz? Dahası, Öteki’ye Öteki’nin
olmadığı, başkalıktan gayrı radikal bir farklılığı temsil etmediği gerçeğini
nasıl teslim edebiliriz ve bu yapısal boşluktan nasıl yararlanabiliriz?
Bunlar S. Lesourd’un kitap boyunca kademeli
olarak ortaya koyduğu ve cesurca tartıştığı temel kuramsal ve klinik sorulardan
bazıları. Cesurca, çünkü muhalif olmanın koşullarının dahi belirli kodlara,
etiketlere, alternatiflere ya da sözcelere indirgendiği bir söylemde
düşüncelerini, deneyimlerini, tespitlerini, eleştirilerini “politically
correct” olma kaygısı taşımayan bir açıklık ve netlikle tartışıyor. Üstelik
bunu, tartışabilmenin zorunlu yöntemsel araçlarından, kavramların kuramsal
derinliklerini ele almaktan kaçınmadığı bir ustalıkla yapıyor. Sadece sözü
almaya değil, sözü etik bir yerden almaya, sabırla ve dikkatle beklemeye,
özenle, emekle ve özgürce üretmeye de teşvik eden bu eserin, Türkiye’deki
okuyucusuyla karşılaşma serüveninde yeni açılımlar bulabilmesi dileğiyle.
Özge Soysal
Aralık 2017
Sunuş
Bu yapıt benim yirmi beş yıllık klinik görüşmelerimin ve
araştırmalarımın bütününü kateden bir soruşturmaya dayanıyor. Bu yolculuğun
temel taşları, kimi psikanalist meslektaşlarımla olduğu kadar insan denilen
tuhaf hayvanla ilgilenen, başka alanlardan gelmiş başka düşünürlerle de olan
karşılıklı ilişkiler sayesinde oluştu. Postmodern söylemlerin hem kendi
içlerinde hem de birbirleriyle nasıl eklemlendiğini yapılandırmak için
atıldığım bu girişimde, liberalizme
özgü toplumsal ilişkilerin zorluğunu, ıstırabını yaşayan insanlarla klinik
alanda çalışan meslektaşlarıma olduğu kadar, bu konu üzerindeki düşünce ve
eleştirileriyle beni etkileyen birçok yazara da minnettarım. Klinik alanda
çalışanlar, sosyologlar, filozoflar, hepsi de 20. yüzyılın son yıllarında öznel
ıstırabın ifade edilme biçimlerindeki değişime kendi açılarından tanık
olmaktadırlar. Ben de bu amaçla kendimce bu söylemler düzeneği içinde değişen
şeyi işaret feneri olarak alıyorum, çünkü “söylem dışı özne” yoktur. Bireysel
sözlere ve bunların ifade ettiği ıstıraba kulak vermek, psikanalisti hem tek
tek vakaların ötesinde yeni ifade biçimlerini dinlemeye hem de öznenin
öznelliğinin kuruluşunda karşılaştığı bu değişimlerden anladığı şeye tanıklık
etmeye çağırır. Konuşan varlığın (parlêtre), dille damgalanan insanın
tâbi olduğu “gerçek” tarafından zorlanışı, insanı her zaman Doğa güçleri
karşısında hissettiği güçsüzlüğü açıklamaya çalışırken hikâyeler oluşturmaya
itmiş, bu sayede de “gerçeği” dolayımlandırmasını sağlamıştır. Bizim kültür
dediğimiz şey de, dünyaya yeni gelen insan varlığına kendi bireysel zayıflığına
katlanma ve bu zayıflığa karşı kendisini
savunurken dünyasının kolektif
egemenliğini düzenleme olanağı veren
bir mitoslar düzeneğidir. Ama bu kültürel işlem, tekil olarak ele aldığımız her
insanın kendi ruhsal ıstırabındaki kalıntılarla ifade bulur. Psikanalistin
çalışma odasında gerçekleştirdiği en mahrem görüşmelerinde karşıladığı bu ıstırap, analizanların
sözlerinde ifade bulur. Oysa bu söz artık biçim değiştirmiştir ve öznenin
şikâyeti yeni söylemsel düzenlenişlerle dile getirildiğinden, psikanalitik
uygulama da psikopatolojilerin evrimiyle dönüşüme uğramıştır. Öznenin toplumsal
bağı yapılandıran söylemlerin bu yeni düzenlenişinden nasıl etkilendiğini ve
eğer yeni bir söylemsel düzenleniş söz konusuysa, bunun insanın benzerleriyle ilişkisini nasıl
dönüştürdüğünü anlamak, yalnızca psikanalist için değil, kültürün kendisi için
de koşulsuz bir buyruk haline gelir.
Söylemlere dair bu yaklaşım, doğrudan doğruya J. Lacan’ın bir yandan günlük yaşamın ve kültürdeki huzursuzluğun
psikopatolojisini açıklamak için geliştirdiği kurama, diğer yandan da özgün
öznel etkileri içinde psikanalitik yönteme gönderme yapar. Gene de okuru bu
kitabın insanın tarihteki siyasi serüvenlerinin sosyolojik bir analizi ya da
psikososyal bir hicivname olmadığı konusunda uyarmam gerekiyor. Eğer psikanaliz Lacan’ın dört söyleminden biri olarak yerini alabildiyse, bu aynı
zamanda insanın onu canlılar kütüğünde belirleyen şeylerin, yani sözün ve dilin
bir eseri ve çalışması olmasındandır. Konuşan varlık, yaşamla karşılaştığı anda yakınlarının ona aktardığı anlamları oluşturan
gösterenlerin söylemdeki düzenlenişinden itibaren –bu hem yönelim hem de
kavrayış olarak anlaşılmalıdır–
ve bu düzenleniş içinde ortaya çıkar. Yalnızca dilin öznesi olduğunu söylemek
bile, gösteren zincirini belirleyen şeyin
her şeyi söylemenin imkânsız olduğunu söylemektir. Öznenin inşa edilmesinde, benlik ve bireyler arasında her zaman imgesel olan ilişkilerin
kuruluşunda, kültürün belirli bir ânındaki gösterenlerin düzenlenme şekli
esastır. Psikopatoloji, söylemle olan bu ilişkinin dışında gelişmez. Bu,
gösterenle olan ilişki ve olumsuzlamanın (Freud’daki farklı Ver’ler: Verleunung, Verwerfung,
Verdrangung) ortaya çıkardığı öznel ürünler bağlamında, yani dil yasalarına
göre belirlenen yapı bağlamında anlaşılabilir. Diğer taraftan da dünyayı
belirli bir zamanda düzenleyen söylemin yapısına bağlıdır. Yapı bakımından hiç
değişmese de, yöneldiği iktidarların düzenlenişine göre, radikal olarak farklılaşan histeriye yüzyıllar
boyunca değişken görünümünü veren de budur. Öteki’deki gösterenlere çağrıda bulunurken antik
tanrıların histerisi pitia [Delphi kâhini] ya da “gezgin rahim”di, klasik düzeninki “cine tutulmuş”tu, modern
çağınki “hasta”ydı, postmoderniteninki de daha çok “ajite” gibi görünüyor. O
halde psikopatoloji dünyanın söylem tarafından yapısal düzenlenişine bağlıdır.
Dünyanın anlamının bu yapısal
düzenlenişi, kapitalizmin kızı olan teknolojinin egemenliğinin etkisiyle
değişmiştir. Kapitalizm, çökmeye yüz tutmuş bir söylem olmaktan ziyade, öznenin
kendisini yaşamın ve ölümün efendisi sandığı yeni bir dünya düzeni olarak
ortaya çıkmıştır. “Kapitalizm iktidarla ilgili alışkanlıkları hepten
değiştirmiş, kısacası bu ilişkiler usulsüz hale gelmiştir. Kapitalizm hiçbir
zaman görülmemiş olanı, yani liberal iktidarı ortaya çıkarmıştır”. Bunu özgür güç olarak ya da gücün özgürlüğü
olarak, yani çelişkili bir bütünlük olarak anlayabiliriz. Efendinin söyleminden
türemiş üniversitenin söylemiyle düzenlenen dünya ile postmodern teknolojinin söylemiyle düzenlenen dünya arasındaki
belirleyici sarsıntının tam olarak P. Legendre’ın “kurucu” olarak adlandırdığı şeyin devrilmesiyle
başladığını görebiliriz: “Soykırım dehşetine atom bombası karşılık verir” ve
21. yüzyılımızın başında New York’taki İkiz Kuleler olayı bunu haklı çıkarır.
Bu sarsıntı, bilim tarafından kolektif olarak temsil edilen insanın, kendisi
ile önceleri Yaratıcı adını verdiği şey arasındaki eşitliğe olan inancına yol
açmaktadır. Yıkım (Yahudi soykırımı ve atom bombası) ve yaratım (genetik
değiştirme ve klonlama) konusunda sahip olduğu tüm güçlülüğüyle insan, Dany-Robert Dufour’un büyük Özne dediği şeyin yeni cismanileşmesi haline gelir. Yahudi
soykırımı ve atom bombası aslında teknolojik açıdan Möbius şeridinin tersi ve
yüzüdür: Soykırım, yaygınlaştırılmış yıkımın idari teknikleştirilmesi, atom
bombası ise teknolojik ölümün mutlaklaştırılmasıdır. İnsan yıkımda Tanrıya denk
hale gelmiştir, insanlığın tümünü tıpkı tanrılar gibi ortadan kaldırabilir. Ama yirmi yıl önce de
belirttiğim gibi bu çağ, insanın yaratma kudretinde Tanrıya eşitliğinin
başladığı çağdır da: Lebenshauseler ve Mengele’nin Auschwitz’deki
çalışmaları, modern “genetik deha”nın kökenidir. Dünyayı sınırsız bir dünya3 haline getiren bu
yadsınamaz sarsıntıyla birlikte sahneye çıkan, bundan böyle zevk (Jouissance) * almayı engelleyecek bir baba, efendi ya da
tanrıyla ilişkiden doğan suçluluk değil, zevk alamayan bir öznenin narsisistik boşluğudur. Psikopatoloji de
fark edilmeksizin ama emin adımlarla, engellenme şikâyetinden imkânsızın
melankolikleşmesine kayıveren bu sarsıntıya karşılık gelir.
Serge Lesourd
Psikanalist ve Nice Sophia
Antipolis Üniversitesi’nde klinik psikoloji profesörüdür. 2002-2010 yılları arasında
Strasbourg Üniversitesi’nde “Öznellik, bilgiler ve toplumsal bağ” adlı
bir araştırma ünitesini yönetmiştir. érès yayınlarının “Psikanalizin Güncelliği” serisinin editörlüğünü de yapmış
olan Lesourd’un, “Ergenlikler… Kadınsıyla karşılaşma” (Adolescences… Rencontre du féminin, éres,
2002, 2009), “Ergenlik oluşumu” (La Construction
Adolescente, érès, 2005, 2007) kitaplarıyla
birlikte katkıda bulunduğu ve editörlüğünü
üstlendiği kolektif birçok eser ve sayısız makalesi bulunmaktadır.