Lennard J. Davis, obsesyonun izini Rönesans kültüründe hâkim olan posesyon (yani şeytan girmesi) ile sürmeye başlar ve bunun obsesyonla ilişkisini inceler... Obsesyonun Kökeni’nin ardından obsesyonun tarihsel sürecini histeri, buharlar, melankoli, hipokondriyle incelemeye başlar ve akabinde delilik kategorilerini genel olarak ele alır ve buna ilişkin örnekler sunar. Bu tarihsel yolculuğun devamında edebiyata geniş bir yer ayırır. Merak ile obsesyon arasındaki ilişkiyi ve monomaniyi inceler. Cinsellik, aşk ve obsesyon üçgenine geniş bir yer ayıran Davis, yaşadığımız yüzyıla yaklaşırken de obsesyon ile resim, heykel gibi görsel sanatlar arasındaki ilişkiye odaklanır. Tüm bunları biyokültürel bir çerçevede ele alır. Daha çok 19. ve 21. yüzyıllar arasını mercek altına alır, zira modernite ile obsesyon arasında büyük bir ilişki olduğu kanısı bu çalışmaya yön verir: “Modernite öyle bir dönem olarak görülmektedir ki, normal olmak bir nevi deli olmakla, özellikle de obsesif olmakla örtüşen bir şey olarak tanımlanır.
- Yazar: Lennard J. Davis
- Kitabın Başlığı: Geçmişten Günümüze Obsesyon
- İngilizce Özgün Metin: Obsession: A history
- İngilizceden Çeviren: Deniz Uludağ
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 329; Psikoloji- 2
- Basım Bilgileri: 1. Basım: Aralık 2021
- Sayfa Sayısı: 387
- ISBN: 978-625-7030-85-4
- Boyutları: 13,5 x 21
- Kapak Resmi: Hésiode et la Muse, Gustave Moreau, 1891.
Çevirenin Önsözü
Giriş: Günümüzde
Obsesyon
Obsesyonun Kökeni
Obsesyonun Ortaya
Çıkışı
Monomani ve
Uzmanlık
Bitmek Bilmeyen Kompulsif Yazım, Grafomani ve
Bibliyomani
Psikanalize Açılan
Kapı: Freud ve Obsesyon
Obsesif Cinsellik
ve Aşk
Obsesyon ve
Görsel Sanatlar
OKB: Şimdi ve
Sonsuza Kadar
Sonuç: Ne Olacak Yani? Ne Olacak Yani? Ne Olacak Yani? Ne Olacak Yani? ve Diğer Obsesif Düşünceler
Çevirenin Önsözü
2008 yılında yayımlanan bu kitapta Lennard J. Davis,
obsesyonun izini Rönesans kültüründe hâkim olan posesyon (yani şeytan
girmesi) ile sürmeye başlar ve bunun obsesyonla ilişkisini inceler. Bu
kitapta obsession kelimesinin Türkçe karşılığı olarak nadiren takıntı ve
neredeyse tamamen obsesyonun tercih edilmesinin temel nedenlerinden birisi, Obsesyonun
Kökeni bölümündeki etimolojik açıklamalardır, nitekim “Latincede obsessio
ve possessio bir şehri kuşatmaya yönelik iki duruma karşılık gelir. Possideo
ve obsideo gerçekleştirilen saldırının iki evresidir. Bir şehri obsideo
yapmışsanız, orayı kuşatmış, ama içerideki kaleye dokunmamış olursunuz; eğer
şehri possessio yapmışsanız, hem duvarları yarmış hem de kaleyi ve
içerideki insanları zaptetmiş olursunuz... Savaş metaforundan sonra bu terim posesyonu
(yani şeytan girmesini) tanımlamak için kullanılmaya başlandı. Şeytan saldıran şey
olarak görülürken, şehirdeki kurbanlar ve kale ise ruhu temsil ediyordu. Bu
terimler mevcut şekliyle 3. ve 4. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanmıştır, posesyon ile obsesyon
arasındaki fark o dönemlerde daha iyi anlaşılmış gibi görünmektedir: posesyon durumuyla
ilgili ayırım kurbanın kendisine şeytanın girdiğinden haberdar olmamasıyla
ilgiliydi, zira şeytan kişiye girmekte ve ruhunu tamamen ele geçirmekteydi. Obsesyonda
ise, kişi şeytan tarafından kuşatıldığının farkındaydı, zira iblis tamamen
kontrol sahibi değildi, ruhun şehrine girmemekteydi ve kurban bu yüzden
direnmeye teşebbüs edebilirdi.” Günümüz İngilizcesinde posesyon sahiplik,
sahip olma, elde etme, elinde bulundurma, hüküm, egemenlik, iyelik, varlık,
mal, mülk, mülkiyet, irade gücü, cinnet, cin çarpması, saplantı vb. birçok Türkçe karşılığı
olan Latince kökenli bir kelime olarak karşımıza çıkar. Kelimenin kökeninin karşılık
geldiği şey, şeytanın ruhu ele geçirmesi, ona sahip olmasıdır. İngilizcede ‘demonic
possession’ kalıbı, şeytan girmesi veya posesyona karşılık gelir.
Yazarın da belirttiği gibi posesyon ile obsesyon
arasında ince bir ayırım söz konusudur.
Özellikle aynı bölüm içerisinde yer alan bir başlıkta, yüzyıllardır
tartışılan bir konudan hareketle obsesyonu irdeler Davis. Bir nevi delilik ile dâhilik arasındaki
ince çizginin, Obsesyon ve Dâhilik üzerine incelenmiş bir versiyonu
diyebiliriz buna. Gerçekten nedir obsesif ile dâhi arasındaki fark? Aradaki
ince çizgi nedir? Aristoteles’in ölçülülük
dediği gibi bir şey midir bu? Aşırılık ile yoksunluk arasında mı
olmak gerekir? Obsesif aşırıya kaçmış bir kimse midir? Yoksa sorun aşırılık değil
de aşırılığın doğru yere yönlendirilmesiyle mi ilgilidir? Mesela her şeyi
sürekli sayan bir kişiyi müziğe yönlendirilip bu özelliğiyle tartımı çok güçlü
bir müzisyen yaparsak onun bu durumunu gene aşırılık ve dolayısıyla obsesyon
olarak adlandırabilir miyiz? Ya da Lennard J. Davis’in örneğini vermek
gerekirse, “nesneleri çok büyük titizlikle dizdiğiniz için davranışınız tuhaf
bir şey olarak görülüyorsa, bunu yapmanız size sıkıntı yaratabilir. Fakat bu,
bir tuğla örme ustası için faydalı bir özellik olarak görülüyorsa, o halde
sizin için sıkıntı olmaktan çıkacak mıdır?”
Davis Obsesyonun Kökeni’nin ardından obsesyonun tarihsel
sürecini histeri, buharlar, melankoli, hipokondriyle
incelemeye başlar ve akabinde delilik kategorilerini genel
olarak ele alır ve bunlarla ilgili birtakım örnekler sunar. Felsefenin akıl
hastalıkları kategorilerine nasıl baktığına, rasyonalite ile delilik arasındaki farka değinir.
Deliliğin yasalarda ve hukuktaki yerini de kısaca ele alır. Davis bu çalışmadaki
amacını şu sözlerle ifade eder: “Buradaki hedefim, obsesif düşüncelere ve kompulsif
eylemlere dayanan hem bir hastalık –akıl hastalığı– kategorisini hem de belirli
bir akıl hastalığı türünü gözler önüne seren yavaş bir değişimi arşiv
materyalleriyle tanımlamaktır... Kültürel bir alan içerisinde nasıl bir boşluk
oluştuğunu geriye dönük olarak görmeye çalışıyorum... Başka bir ifadeyle
belirtmem gerekirse, ben geriye dönük bir yanılgıyla uğraşıyorum.”
Davis bu tarihsel yolculuğun devamında edebiyata geniş bir yer ayırır.
18. yüzyıl ile 19. yüzyıllarda yazılmış belli başlı temel eserler üzerinden
obsesyonun izini sürer. William Godwin, Mary Shelley, Jean-Jacques Rousseau, Marquis de Sade, Émile Zola gibi büyük düşünür ve
yazarların kişisel hayatları ve temel yapıtları üzerine incelemeler yaparak,
onların işlerine kendilerini nasıl adadıklarını ve üretim süreçlerini biyokültürel
çerçevede ele alır. Yazar daha çok 19. ve 21. yüzyıllar arasını mercek altına
alır, zira modernite ile obsesyon arasında büyük bir ilişki olduğu kanısı bu
çalışmaya yön verir: “Modernite öyle bir dönem olarak görülmektedir ki, normal
olmak bir nevi deli olmakla, özellikle de obsesif olmakla örtüşen bir şey
olarak tanımlanır.” Zola’nın, yazmadan geçen
gün, gün değildir, mottosunun modern dönemde hâkim kanı olduğunu Davis şu
sözlerle ifade eder: “19. yüzyılda üretilen romanlar için çok fazla şey yazıldı,
fakat o dönemin bir özelliği... gözden kaçtı. O yüzyılın büyük romancıları eşine
rastlanmamış, tek bir amaca dayalı projelere kalkıştılar. Dickens, Balzac, Trollope, Zola, Goncourt ve daha az bilinen
yazarlar şaşırtıcı, büyük hayranlık uyandıran ürünlere ve yapıtlara
sahiptirler. Bu yazarlar yalnızca roman değil, aynı zamanda haber, eleştiri ve
mektup yazdılar –aslına bakılırsa mütemadiyen yazıyorlardı. Mektup yazma uğruna
obsesif hale gelmişlerdi... Elbette bu, daha önceki dönemdeki yazarların
kendilerini yazmaya adamadıklarını söylemek değildir. Shakespeare, Milton, Defoe, Addison, Steele vb. diğer isimlerin
eserlerini elbette biliyoruz. Fakat kütüphane raflarını hızlı bir şekilde
incelemek, herhangi bir 18. yüzyıl (veya daha önceki dönem) yazarının 19. yüzyıl
yazarları kadar raflarda fazla yer işgal etmediğini açık bir şekilde ortaya
koyacaktır.”
Tüm bunların yanısıra Davis sinir teorisini, merak ile obsesyon
arasındaki ilişkiyi ve monomaniyi inceler. 19. yüzyılda bilim, uzmanlık,
fazla çalışma ve obsesyon arasındaki bağlantıyı değerlendirir, sonrasında
“yazma, analiz, sanat ve cinsellik gibi alanlarda bu bağlaşımla ilgili
belirli dışavurumları –ve nihayetinde bizi çağdaş OKB’ye geri götürecek
vizyonu– değerlendirir.” Davis ayrıca Freud’a geniş bir yer ayırır. Freud hem bizzat 150’den fazla
kitap ve makale, binlerce mektup yazan obsesif bir yazar olarak hem de
psikoloji ve özellikle cinselliğe dair çıkarımlarıyla obsesyonu ele alan önemli
bir isim olarak karşımıza çıkar bu kitapta. Gene de Davis’e göre, “Freud obsesyonun aslında
eninde sonunda cinsellikle ilgili olduğunu zanneder... fakat
obsesyon, obsesif cinsellikten çok daha geniş çaplı bir mevzudur.” Freud’un bir nevi “psikanaliz
obsesyonundan” bahseder. Davis’e göre, Freud’un hem her şeyi anlatma,
anlattırma ve açıklama obsesyonu hem de obsesyon takıntısı vardır. Yani onun
obsesyonu keşfetme obsesyonu vardır. Freud obsesif psikanalitik uygulamalara
sahiptir: “Freud’un hayatı boyunca kalemi
elinden hiç düşmedi; her yere, her daim yazardı, hep böyleydi... Freud’un tüm günü çalışmakla
geçiyordu. Sabahları ve öğleden sonraları hastalarını görüyor ve akşamları yazıyordu
–genellikle gece iki veya üçe kadar sürüyordu.” Freud bizzat şunu ifade etmiştir:
“Çalışmadan geçen bir hayatın benim için huzurlu olacağını tasavvur edemiyorum
bile: hayal kurmak ve çalışmak benim için tek ve aynı şey ve bana keyif veren
başka hiçbir şey yok.”
Yazar buradan hareketle cinsellik, aşk ve obsesyon
üçgenine geniş bir yer ayırır. Yaşadığımız yüzyıla yaklaşırken de obsesyon ile
resim, heykel gibi görsel sanatlar arasındaki ilişkiye odaklanır. Bir döneme
damga vurmuş Max Klinger, Adolf Wölfli, Jay DeFeo gibi ressam ve sanatçıların,
tıpkı edebiyatta olduğu gibi, kişisel hayatları ve belli başlı yapıtları
üzerine incelemeler yaparak, onların işlerine kendilerini nasıl adadıkları ve
kendi üretim süreçlerini biyokültürel çerçevede inceler.
Davis, kitap boyunca, ruhsal bozukluklarla ilgili temel
referansları DSM-IV TR’den almıştır, zira DSM’nin günümüzdeki
güncel kılavuzu DSM-V 2013’te, yani bu kitap yazıldıktan sonra yayımlanmıştır.
DSM’nin –The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders
(Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı)– geçmişine kısaca değinmenin
okuyucu açısından faydalı olacağını düşünüyorum: ABD’de ilk olarak 1844’te
zihinsel hastalıkların araştırılması için Association of Medical
Superintendents of American Institutions for the Insane adında bir oluşum
meydana getirilmiştir. Bu oluşumun zihinsel hastalıklarla ilgili kayıtları
toplayışı ağırlıklı olarak 19. yüzyılın sonlarına dayanır. 1892 yılında
American Medico-Psychological Association adını alan bu birlik 1919’da
günümüzdeki şeklini alarak, adını American Psychiatric Association (APA) olarak değiştirmiş ve hem
psikiyatrik hem de nörolojik bozukluklar üzerine tanı ve tedavileri geliştirmiştir.
1952’de ilk kez Amerikan Psikiyatri Birliği
(APA) tarafından yayımlanan DSM,
ruhsal bozuklukların tanısı için açıklamalar, semptomlar ve ölçütler ortaya
koymaktadır. DSM psikiyatrik bozukluklarla ilgili araştırmalarda kullanılabilir
tanı ölçütleri oluşturur. Ayrıca FDA’nın tedavi endikasyonları veya klinik
uzmanların uygulama kılavuzları için temel olarak kullanılır. Bu yayınlarda Dünya Sağlık Örgütü’yle (DSÖ)
fikir alışverişlerinde de bulunulur. 1960’larda zihinsel hastalıklara konulan
tanılarla ilgili olarak bazı psikiyatristler, sosyologlar ve sosyal bilimciler
itirazlarda bulunmuşlar ve tartışmalar yaşanmıştır. Örneğin eşcinselliğin bir
zihinsel hastalık olarak görülmesi, özellikle eşcinsel hakları savunucuları
tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Ruhsal hastalıklarla ilgili yapılan
araştırmalar sonucunda edinilen yeni bilgiler doğrultusunda, 1968 yılında DSM-II
yayımlanmıştır. Gene farklı birçok konuda eleştiri yöneltilen APA, bu sefer eşcinsel
aktivistlerin doğrudan eylemleriyle karşı karşıya kalmış, 68 ruhunun gücünü de
arkasına alan aktivistler APA ve DSÖ üzerinde büyük bir
baskı kurarak 1974’te “cinsel yönelim” ibaresinin DSM’ye girmesini sağlamıştır.
Yeni birçok içerik ve zihinsel hastalıklara yönelik düzeltmelerle birlikte DSM-III
1980 yılında yayımlanmıştır. Bu çalışmanın 1987’de DSM-III R ile revize
edilmiştir. APA en kapsamlı çalışmasını
1994’te 410 ruhsal hastalığın listelendiği 886 sayfalık DSM-IV adıyla
yayımlamıştır. DSM-IV’ün revizyonu DSM-IV TR (The Diagnostic and
Statistical Manual of Mental Disorders Text Revision) adıyla 2000 yılında
güncellenmiştir. Elinizdeki kitabın yazıldığı dönemde APA’nın en güncel kitapçığı DSM-IV
TR olduğu için, referans noktaları olarak bu çalışma gösterilmektedir.
Fakat bugün itibarıyla en güncel kitapçık, 2013 yılında yayımlanan, ruhsal
bozukluklar için uzun zamandır devam eden çok eksenli sistemin de kaldırıldığı,
DSM-V’tir.
Bu kitabın çevirisinde, çevirmen notu olarak paylaşılan
psikolojik terim ve olgulara ilişkin tanımlamaların neredeyse tamamında Psikoloji
Sözlüğü kullanılmıştır. Kitabın bazı bölümlerinde sıkça karşılaşılan tıbbi
terimlerde, tıp sözlüklerinden yararlanılarak, bu kelimelerin Latince kökenine
sadık kalınıp tıp literatüründeki kullanımın dışına olabildiğince çıkılmaması
uygun görülmüştür.
Bu kitap üzerine çalışırken kendimi çok sorguladığım zamanlar
oldu. Kitap okuma, müzik yapma, çalışma, spor vb. düzenli, istikrarlı
sürdürdüğüm her şeyi tekrar düşünmeye başladım. “Yoksa ben bunları obsesif bir şekilde
mi yapıyorum? Takıntılı biri miyim? Yaptığım şeylerin esiri miyim? Bunlar aslında
bana zarar mı veriyor?” gibi sorular zihnimde uçuştu. Birçok okuyucunun da
benzer soruları kendi yaşam pratikleri üzerinden geliştirebileceğini düşünüyorum.
2019 yılının başlarında bu kitabın telifi alındığı zaman, bugün
bizler için ayrı bir anlam taşıyacağını aklımızın ucundan geçiremezdik. Zira
aynı senenin sonunda ortaya çıkan Covid-19 tüm dünyada çok büyük bir etki
yarattı ve bazı insanlarda, başta temizlik takıntısı olmak üzere, belirli
obsesyonlara yol açtı. Fakat her ne olursa olsun, yazarın da ifade ettiği gibi,
“obsesifler dereye biraz fazla dalmış olabilirler, fakat hepimiz bu güçlü akıntının
içinden geçmekteyiz.”
Deniz Uludağ
Şubat 2021
Lennard J. Davis (16 Eylül 1946)
16 Eylül 1946 tarihinde New York’ta doğdu. Columbia
Üniversitesi’nde 1971 yılında Beşerî Bilimler alanında Yüksek Lisans yaptı,
1976 yılında ise Felsefe alanında Doktora derecesi kazandı. Ayrıca 1976 yılında
aynı üniversitenin Tıp Fakültesi, Psikanalitik Eğitim Kliniği’nde eğitim aldı.
Chicago Illinois Üniversitesi’nde, Sanat ve Bilimler Fakültesi, İngiliz
Edebiyatı Bölümü’nün yanısıra aynı üniversitenin Uygulamalı Sağlık Bilimleri
Fakültesi, Engellilik ve İnsan Gelişimi Bölümü’nde ders vermektedir. Kültür, tıp,
engellilik, biyoteknoloji ve biyosfer gibi alanların bileşiminden oluşan
Biyokültür Projesi’nin direktörüdür. Biyokültür, engellilik ve normallik
üzerine çalışmış, disiplinlerarası birçok kitap ve makale yayımlamış, bu
alanlarda sayısız konferans ve konuşma yapmıştır. Öne çıkan eserlerinden bazıları
şunlardır: Factual Fictions; The Origins of the English Novel, Resisting
Novels; Fiction and Ideology, Enforcing Normalcy; Disability, Deafness, and the
Body, The End of Normal; Identity in a Biocultural Era, The Disability Studies
Reader, The Sonnets; A Novel, Bending Over Backwards; Essays on Disability and
the Body, Shall I Say A Kiss?; Courtship Letters of a Deaf Couple, 1936-38, My
Sense of Silence: Memoirs of a Childhood with Deafness.
Deniz Uludağ
Çevirmen, müzisyen. 1988 yılında Bursa’da doğdu. 2013
yılında İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği
Bölümü’nden mezun oldu. Çevirdiği kitaplardan bazıları şunlardır: Bronislaw
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi; Herbert Allen Giles, Eski
Çin’de Dinler; Franz Boas, Antropoloji ve Modern Yaşam; James George
Frazer, Ateşin Kökenine Dair Mitler; Daniel N. Robinson, Psikolojinin
Felsefi Tarihi; William Godwin, Anarşizmin Felsefi Temelleri.