1908 yılının sonbaharının sonunda, Proust, yorgun halde evine döner. Uzun süre kendini meşgul eden Kayıp Zamanın İzinde’yi bir tarafa bırakması gerekecektir. Zihninde canlanan bir dizi fikir ve çözümlemelerin başyapıtının içinde yer almasını istemez. Le Figaro için bir makale kaleme almaya karar verir: “Sainte-Beuve’e Karşı”. Altı ay sonra bu hacimli yazısı üç yüz sayfalık bir denemeye dönüşecektir. Bu kitapta annesiyle özgürce sohbet eden yazar, Sainte-Beuve hakkındaki düşüncelerini kişisel hatıralar, arkadaş portreleri, okuma izlenimleri etrafında örer: İşte Guermantes şatosu: İşte Balzac’ın büyük okurları... Balzac, Baudelaire ve Gérard de Nerval etrafında yapılan okumalar... Proust, gündelik yaşamından kesitler sunmanın ötesinde, bir insanın çevresiyle kurabileceği olağanüstü ilişkiyi de gözler önüne serer. Yüzyılının en büyük romancısı, aynı zamanda büyük bir eleştirmen olabileceğini bu kitabıyla kanıtlar.
“Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize ilişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aklın bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır.”
- Yazar: Marcel Proust
- Kitabın Başlığı: Sainte-Beuve'e Karşı
- Fransızca Özgün Metin: Contre Sainte-Beuve
- Fransızcadan Çeviren: Roza Hakmen
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 17; Edebiyat- 3
- Basım Bilgileri: 2. Basım: Aralık 2021 / 1. Basım: Nisan 2006
- Sayfa Sayısı: 222
- ISBN: 978-625-7030-86-1
- Boyutları: 13,5 x 21
- Kapak Resmi: Anna Ancher, Interiør med klematis, 1913.
Önsöz
I. Uykular
II. Odalar
III. Günler
IV. Kontes
V. “Le
Figaro”daki Makale
VI. Balkondaki
Güneş Işını
VII. Annemle
Konuşma
VIII. Sainte-Beuve’ün Yöntemi
IX. Gérard de
Nerval
X. Sainte-Beuve ve Baudelaire
XI. Sainte-Beuve ve Balzac
XII. M. de Guermantes’ın
Balzac’ı
XIII. Lanetli Soy
XIV. İnsan
İsimleri
XV. Guermantes’a
Dönüş
XVI. Sonuç
Önsöz
Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın,
izlenimlerimize ilişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak
yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı
bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aklın
bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her
saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut
bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye
rastlamazsak, temelli orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır,
çağırırız, o zaman kurtulur. İçine gizlendiği nesneyle ya da duyuyla –bizim
nezdimizde her nesne bir duyudur çünkü– hayat boyu karşılaşmayabiliriz pekâlâ.
İşte bu yüzden de, hayatımızın bazı saatleri asla dirilmez. İçine gizlendiği
nesne küçücüktür, koskoca dünyada kaybolup gider, yolumuza çıkması ihtimali o
kadar azdır ki! Hayatımın birçok yaz mevsimini geçirdiğim bir kır evi vardır.
Arasıra o yazları düşünürdüm, ama düşündüğüm onlar değildi. Benim için sonsuza
dek ölü kalmaları ihtimali çok yüksekti. Canlanmaları, bütün dirilişler gibi
basit bir tesadüfün sonucunda gerçekleşti. Geçen akşam karda donarak eve
dönmüş, bir türlü ısınamıyordum; odamda, lambanın ışığında kitap okurken yaşlı
ahçım hiç çay içmediğim halde bana bir fincan çay yapmayı teklif etti. Tesadüf
eseri çayın yanında birkaç dilim de kızarmış ekmek getirdi. Kızarmış ekmeği
çaya batırdım ve ağzıma götürdüğüm anda, çayın tadı sinmiş ve yumuşamış ekmeği
damağımda hissetmemle birlikte altüst oldum; sardunya ve portakal çiçeği
kokuları geldi burnuma, müthiş bir ışık duyusuyla, mutlulukla doldum; hareket
edersem bu içimde olup biten, anlayamadığım şeyi durdururum korkusuyla hiç
kıpırdamıyor, harikalar yaratan o çaya batırılmış ekmek parçasına sarılıyordum
sımsıkı; sonra ansızın hafızamın sarsılan duvarları çöktü ve sözünü ettiğim kır
evinde geçirdiğim yaz mevsimleri ve sabah vakitleri, kesintisiz bir resmigeçit
halindeki mutlu saatleri peşlerinde sürükleyerek bilincime akın etti. O zaman
hatırladım: Her sabah giyinir giyinmez büyükbabamın odasına inerdim; ben yanına
gittiğimde az önce uyanmış, çayını içiyor olurdu. Çaya bir peksimet batırıp
bana yedirirdi. O yaz mevsimleri geçtikten sonra, çaya batırılıp yumuşamış
peksimet duyusu, ölü saatlerin –akıl açısından ölü saatlerin– gizlendiği bir
sığınak oldu; o kış akşamı karda üşüyüp eve döndüğümde ahçım o çayı, benim
bilmediğim bir büyü marifetiyle saatlerin dirilişini gerçekleştiren iksiri
teklif etmeseydi, muhtemelen sonsuza dek orada gizli kalacaklar, karşıma hiç
çıkmayacaklardı.
Ama peksimeti tadar tatmaz, o âna kadar bulanık
ve donuk olan bir bahçenin tamamı, unutulmuş ağaçlı yollarıyla, tek tek her
yuvarlak çiçek tarhıyla ve bütün çiçekleriyle küçük çay fincanında şekillendi;
tıpkı ancak suya atılınca kendine gelen Japon çiçekleri gibi açıldı. Aynı
şekilde, aklın bana iade edemediği, Venedik’te geçirilmiş birçok gün de benim
için ölüydü; ta ki geçen yıl bir avludan geçerken, kimi yüksek, kimi alçak,
parlak taşların arasında birdenbire durduğum âna kadar. Yanımdaki arkadaşlar
kaydığımı zannedip kaygılandılar, ama ben yola devam etmelerini, onlara
yetişeceğimi işaret ettim; o sırada daha önemli bir şeyle meşguldüm, henüz bu
nesnenin ne olduğunu bilmiyordum, ama benliğimin derinliklerinde, tanıyamadığım
bir geçmişin titreştiğini hissediyordum; bu heyecanı döşeme taşına bastığım
anda hissetmiştim. Bir mutluluk kaplıyordu içimi; benliğimizin katıksız maddesi
olan geçmiş bir izlenimle, saflığını korumuş saf hayatla (saf hayatın zaten
ancak korunmuş şeklini tanıyabiliriz, çünkü onu yaşadığımız anda hafızamıza
hitap etmez, onu bastıran duyuların arasında kaybolur) zenginleşeceğimi
hissediyordum; onun istediği de zaten hapsedildiği yerden kurtulmak, gelip
benim şiir ve hayat hazineme katılmaktı. Ama onu kurtaracak gücü kendimde
bulamıyordum. Ah! Böyle bir anda aklın bana hiçbir yararı olamazdı. Biri alçak,
biri yüksek, parlak döşeme taşlarına tekrar basmak, aynı duruma dönebilmek için
geriye doğru birkaç adım attım. San Marco vaftizhanesinin hemzemin olmayan
kaygan döşemesinde ayağım aynı duyuyu yaşamıştı. O gün bir gondolun beni
beklediği kanalın üzerine vuran gölge, o saatlerin bütün mutluluğu, bütün
doluluğu, o duyuyu tanımamın ardından sökün etti ve o günün kendisi benim için
tekrar canlandı.
Aklın bu tür dirilişlere faydası olmaması bir
yana, geçmişe ait saatler, sadece aklın onları canlandırmak için medet ummadığı
nesnelere gizlenirler. Yaşadığınız saatlerle bilinçli bir şekilde
ilişkilendirmeye çabaladığınız nesnelerde kendilerine bir sığınak bulamazlar.
Üstelik bir başka şey onları diriltse de, bu nesneyle yeniden doğduklarında
şiirsellikten
yoksun olurlar.
Hatırlıyorum da, bir tren yolculuğu sırasında,
vagon penceresinden bakarak önümden geçen manzaradan izlenimler edinmeye
çalışıyordum. Kırdaki küçük mezarlığın yanından geçerken her şeyi yazıyor,
ağaçların üzerindeki ışık şeritlerini, Vadideki Zambak’ı hatırlatan yol
kenarındaki çiçekleri not ediyordum. Daha sonra, o çizgi çizgi ışıklı ağaçları,
kırdaki küçük mezarlığı düşünüp o günü hatırlamaya çalıştım sık sık; günün kendisini
kastediyorum, soğuk hayaletini değil. Hiçbir defasında başaramıyor, artık
umudumu kaybetmeye başlıyordum ki, geçen gün öğle yemeği yerken, kaşığımı
tabağa düşürdüm. Çıkan ses, o gün istasyonlarda makasçıların tren
tekerleklerine çekiçle vururken çıkardığı sesin aynısıydı. Aynı anda, o sesi
duyduğum günün kızgın, parlak güneşi ve günün tamamı, bütün şiirselliğiyle
hafızamda canlandı, bir tek kasıtlı gözlem amacıyla yakalanmış ve şiirsel
diriliş bakımından kaybedilmiş köy mezarlığı, çizgi çizgi ışıklı ağaçlar ve yol
kenarındaki Balzacvari çiçekler hariç.
Bazen de, heyhat, o nesneyle karşılaşırız,
kayıp duyu bizi irkiltir, ama zaman fazlasıyla uzakta kalmıştır, o duyuyu
adlandıramaz, ona seslenemeyiz, dirilmesi imkânsızdır. Geçenlerde bir kilerden
geçerken, bir cam bölmenin kırık kısmını örten yeşil bez parçası, ansızın durup
kendimi dinlememe sebep oldu. Bir yaz güneşi duygusu geliyordu. Neden?
Hatırlamaya çalıştım. Bir güneş huzmesinde yaban arıları görüyor, masanın
üzerinde duran kirazların kokusunu alıyordum, ama hatırlayamadım. Bir an, sanki
gece yarısı uykudan uyanmış da nerede olduğumu bilmezmiş, hangi yatakta, hangi
evde, dünyanın neresinde, hayatımın hangi yılında olduğumu çıkartamazmış gibi,
bulunduğum yerin bilincine varabilmek için bedenimin yönünü anlamaya çalıştım.
Bir süre böyle duraksayıp, yeşil bez parçasından yola çıkarak, belli belirsiz
uyanan hafızamın odaklanması gereken yerleri, zamanı aradım körü körüne.
Hayatımın bütün karışık, bildik ve unutulmuş duyularını birden gözden
geçiriyordum; bu durum birkaç saniye sürdü ancak. Sonra artık hiçbir şey görmez
oldum, hafızam temelli uykuya dalmıştı.
Arkadaşlarım benim böyle bir gezintinin
ortasında, önümüzde uzanan ağaçlı bir yolun başında ya da bir ağaç kümesinin
karşısında durup beni biraz yalnız bırakmalarını rica edişime kimbilir kaç kez
şahit olmuşlardır! Nafile! Geçmişi kovalarken güç toplamak için önce gözlerimi
kapatıp hiçbir şey düşünmez, sonra birdenbire tekrar açarak o ağaçları ilk
seferki gibi görmeye çalışırdım, ama onları daha önce nerede gördüğümü
hatırlayamazdım bir türlü. Biçimlerini tanırdım, yerleşimleri, oluşturdukları
desen, gönlümde titreyen, sevdiğim, esrarengiz bir figürün kopyasını andırırdı
adeta. Ama daha fazla bir şey bilemezdim; ağaçlarsa, o saf ve tutkulu
duruşlarıyla, kendilerini ifade edemedikleri için, benim çözemeyeceğimi anladıkları
sırrı bana söyleyemedikleri için ne kadar hayıflandıklarını dile getirirlerdi
sanki. Kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpmasına sebep olacak kadar aziz
bir geçmişin bu hayaletleri, tıpkı Aeneas’ın Cehennem’de karşılaştığı gölgeler
gibi âciz kollarını bana uzatırlardı. Çocukluğumun mutlu günlerindeki kentin
etrafında yaptığımız gezintilerde miydi, yoksa daha sonra, annemi rüyamda çok
hasta gördüğüm o hayalî dünyada, gece boyunca havanın aydınlık olduğu, göl
kenarındaki ormanda, artık bir rüyadan ibaret olan çocukluğumun ülkesi kadar
gerçek diyebileceğim rüya ülkesinde mi? Hiçbir zaman bilemeyecektim. Beni yolun
köşesinde bekleyen arkadaşlarımın yanına gitmek zorunda kalırdım; bir daha
göremeyeceğim bir geçmişe temelli sırt çevirmenin, şefkatli ve âciz kollarını
bana uzatarak adeta “Dirilt bizi” diyen ölüleri inkâr etmenin sıkıntısını
yaşardım. Arkadaşlarımın arasına, sohbetlerine dönmeden önce son bir kez dönüp
karşımda kıvrılan anlamlı ve dilsiz ağaçların uzaklaşan çizgisine bakar ve
giderek daha az anlardım.
Benliğimizin mahrem özü olan bu geçmişe kıyasla
aklın doğruları çok daha az gerçektir sanki. Bu yüzden de, özellikle gücümüz
azalmaya başladıktan sonra, sanatçının tek başına yaşadığını, gördüğü şeylerin
mutlak değerinin onun için önemli olmadığını, değer ölçütlerini ancak kendi
içinde bulabileceğini bilmeyen akıllı insanlar bizi anlamasa da, biz o geçmişi
yeniden bulmamıza yardımcı olabilecek şeylere yöneliriz. Örneğin sanatçıda bazı
hatıraları canlandıran ya da onun zihninde belirli türde düşünceleri ve düşleri
çağrıştıran, Paris Operası’ndaki muhteşem bir icraat değil de bir taşra
tiyatrosunda feci bir müzikal, Saint-Germain muhitinin son derece şık bir gece
davetinden ziyade zevk sahibi insanların gülünç bulduğu bir balo olabilir. Bir
sonbahar akşamı, temiz havaya yapraklarını dökmüş ağaçların keskin kokusu
yayılmışken vagondan indiğini hayal ettiği istasyonların isimlerinin yer
aldığı, çocukluğundan beri duymadığı isimlerle dolu bir tren tarifesi, zevk
sahibi insanların nazarında tatsız tuzsuz bir kitaptır, ama sanatçı için ulvi
felsefe kitaplarından çok başka bir değeri olabilir ve bu yüzden de zevk sahibi
insanlar, yetenekli bir insan olduğu düşünülürse, çok aptalca zevkleri olduğunu
söylerler.
Hem aklı pek önemsemeyip hem de aşağıdaki sayfalarda,
işittiğimiz ya da okuduğumuz beylik yorumlara karşıt olan, aklımızın bize
önerdiği bazı yorumları konu etmem garip karşılanabilir. Saatlerimin belki de
sayılı olduğu bir anda (zaten bütün insanların durumu aynı değil midir?),
entelektüellik taslamak boş bir çaba belki. Öte yandan aklın doğruları, az önce
sözünü ettiğim duygusal sırlar kadar değerli olmamakla birlikte ayrı bir önem
taşırlar. Bir yazar sadece şair değildir. Sanat şaheserlerinin, sıradışı
akılların kalıntılarından başka şey olmadığı kusurlu dünyamızda yüzyılımızın en
büyük yazarları bile, kendilerinin nadiren boy gösterdiği duygu mücevherlerini
zihinsel bir yapı içinde bir araya getirmişlerdir. Böylesine önemli bir konuda
çağının en büyüğü sayılan yazarların yanıldığını düşünüyorsak, öyle bir an
gelir ki, tembelliğimizden silkinir ve düşündüğümüzü söyleme ihtiyacı duyarız.
Sainte-Beuve’ün yöntemi ilk bakışta o kadar önemli bir konu olmayabilir. Ama
okur bu sayfaları okuduktan sonra, bu yöntemin çok önemli zihinsel sorunlarla,
belki de bir sanatçı için en önemli mesele olan, başlangıçta değindiğim aklın
yetersizliği sorunuyla ilgili olduğu kanısına varabilir. Aklın yetersizliğini
saptamaksa, ne de olsa akla düşer. Çünkü akıl üstünlük tacını hak etmese de
takdir sadece onundur. Meziyetler arasında ancak ikinci sırada yer alsa da, ilk
sırayı içgüdünün hak ettiğini bir tek akıl takdir edebilir.
M. P.
Marcel Proust
(10 Temmuz 1871 - 18 Kasım 1922)
Anteuil’de dünyaya geldi. Taşralı bir Katolik aileden gelen hekim Adrien Proust’la
varlıklı bir Yahudi ailenin kızı olan Jeanne Weil’in oğludur. Çocukluğunda
yaşadığı astım krizinden yaşamı boyunca etkilenecektir. Condorcet Lisesi’nde eğitim gördü. Orléans’da askerlik yaptı. Siyasal Bilgiler Okulu’na girerek hukuk ve
edebiyat bölümlerini bitirdi. Öğrenciliği sırasında Henri Bergson, Paul Desjardins ve Albert
Sorel’in düşüncelerini izledi. Gençlik yıllarında
soyluların iştirak
ettiği Paris salonlarının temsilcilerinden biriydi. 1892-93 yıllarında
arkadaşlarıyla
birlikte Le Banquet dergisini kurdu; burada öykü ve edebiyat eleştirileri yayımladı. Dreyfus olayı
patlak verdiğinde Dreyfus yanlıları
arasında yer aldı ve
aristokrat çevrelerine ilişkin derin bir hayal kırıklığı yaşadı. 1899’da John Ruskin’in resim eleştirilerini okuduktan sonra Jean Santeuil’i
yazmayı bırakarak doğal güzelliklerde ve insanın sonsuzluğa
ulaşma çabasının simgesi olarak gördüğü gotik mimaride yeni ilhamlar aradı. 1900’de annesiyle birlikte Venedik’e gitti ve
Fransa’daki kiliseleri gezdi. John Ruskin’den Bible of Amiens (Amiens İncili) ve Sesame and Lilies’i (Susam ve
Zambaklar) Fransızcaya çevirdi. Çeşitli dergilerde yayımlanan
öykülerini Les Plaisirs et les jours (Hazlar ve Günler) adlı kitapta topladı.
Proust’un olgunluk dönemi üslubunu en iyi yansıtan
À la recherces de temps perdu (Kayıp
Zamanın İzinde) adlı romanı
edebiyat yaşamının zirvesidir. Bu yapıtında 17. yüzyıl ahlâkçısı La Bruyère’den toplumsal anı yazarı
Saint-Simon’a, romantik yazar Chateaubriand’dan Balzac’ın İnsanlık Komedyası’na,
Renan ve Ruskin’in hümanizminden romancı
Anatole France’a ve sembolist şair Stephane Mallarmé’den
dekadan yazarlara kadar birçok ismin etkisi görülür. Proust dil ve üslubuyla
dünya edebiyatında özgün bir yere sahiptir.
Doğu Batı’da
yayımlanan diğer
eseri Okuma Günleri’dir (çev. Murat Erşen,
2020).
Roza Hakmen
1956’da
İzmir’de doğdu.
İzmir Amerikan Koleji ve ODTÜ Ekonomi Bölümü’nde
eğitim gördü. 1982’den bu yana İngilizce, Fransızca
ve İspanyolcadan edebiyat çevirileri yapıyor. Başlıca çevirileri: Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde; Hazlar ve Günler; Edebiyat ve Sanat Yazıları; Miguel de Cervantes, Don Quijote; Henry James,
Güvercinin Kanatları; Tim Parks, Kader; Europa;
Ben Buradan Okuyorum; Kazuo Ishiguro, Avunamayanlar, Gömülü Dev;
F. García Lorca, Kanlı Düğün; Marguerite Yourcenar, Rüya
ve Kader, Düş Parası; J. Marías; Yarınki Yüzün; F. S. Fitzgerald, Mazisi
Olan Kadın. Türkçede bu eserlerin yanısıra birçok çevirisi daha
bulunmaktadır.