Demirciler ve Simyacılar
- 210,00 TL
-
147,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Dinler tarihine dair eserleriyle tanınan Mircea Eliade tüm yaşamı boyunca simyayla âdeta büyülenmiştir. Bu kitap da buna tanıklık etmektedir: Eliade, simyanın ortaçağda kimyanın habercisi olan ve tarihin karanlıklarına açılan bir olgu değil, müspet ve dikkate değer kültürel bir olgu olduğunu gösteriyor.
Simya, minerallerin kutsal bir niteliğe büründüğü geleneksel toplumların inançlarında kök salar. Cevherler, tıpkı embriyolar gibi, Toprağın karnında “çoğalırlar;” meteroitlerden çıkan demirin büyüsel bir yanı vardır, çünkü göklerden gelir… Cevheri işleyen demirci, tıpkı simyacı gibi, Doğanın gizli amaçlarına hizmet eder: Evrenin gizli anlamını açığa vuran bir âyin icra eder.
Afrika, Yunan, Hint ve Çin efsanelerini araştıran Eliade, kutsala dair deneyimi insanlık için evrensel ve insanı şekillendiren en önemli unsur olarak görür; bu de-neyim, dünyaya anlamını veren şeydir. Bu açıdan bakıldığında, Demirciler ve Simyacılar bu büyük bilginin düşüncesi ve eserleri için kusursuz bir giriş niteliği taşımaktadır.
- Yazar: Mircea Eliade
- Kitabın Başlığı: Demirciler ve Simyacılar
- Orijinal Başlık: Forgerons et alchimistes
- Çeviren: Mehmet Emin Özcan [Fransızca]
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 251; Antropoloji - Kültürel Çalışmalar / Dinler Tarihi Dizisi - 69
- Basım Bilgileri: 2. Basım / Şubat 2020 [1. Basım / Kasım 2003 - Kabalcı Yayınevi]
- Sayfa Sayısı: 256
- ISBN: 978-625-7030-05-2
- Kapak Resmi: Azuchi-Momoyama dönemine ait bir miğfer, 16. yüzyıl, Japonya
- Boyutları: 13,5 x 21
Önsöz
İkinci Basım için
Not
Phoenix Basımına Önsöz
I. Meteoritler ve Metalürji
2. Demir Çağı Mitolojisi
3. Cinsiyet Kazanan Dünya
4. Terra Mater. Petra Genitrix
5. Metalürji Âyinleri ve Mysteriaları
6. Fırınlara İnsan Kurban Etme
7. Babil Metalürji Simgeciliği ve Ritüelleri
8. “Ateşin Efendileri”
9. Tanrısal Demirciler ve Uygarlaştırıcı Kahramanlar
10. Demirciler, Savaşçılar, Erginleme Ustaları
11. Çin Simyası
12. Hint Simyası
13. Simya ve Erginleme
14. Arcana Artis
15. Simya, Doğa Bilimleri ve Zamansallık
EKLER
Demirciler ve Simyacılar’a Ek
Not A: Meteoritler,
Yıldırımtaşları, Metalürjinin Başlangıcı
Not B: Demir
Mitolojisi
Not C: Antropogonik
Motifler
Not D: Yapay
Dölleme ve Orji Âyinleri
Not E: Ateşin
Cinsel Simgeciliği
Not F: Üçgenin
Cinsel Simgeciliği
Not G: Petra Genitrix
Not H: İngiliz
Edebiyatında Simya
Not I: Babil
“Simyası”
Not J: Çin Simyası
Not K: Çin Büyü
Gelenekleri ve Simya Folkloru
Not L: Hint Simyası
Not M: Doğu Simyasında
Amonyak Tuzu
Not N: Simya Tarihi
Üzerine Genel Bilgiler Yunan-Mısır, Arap ve Batı Simyaları
Not O: C. G. Jung ve Simya
Not P: Rönesans ve Reform Çağında Simya
Dizin
Önsöz
Bu küçük kitabın ilk bölümü madencilik, demircilik ve metal işçiliği gibi mesleklere özgü bir grup mit, âyin ve simgeyi bir dinler tarihçisinin bakış açısından sunuyor.
Hemen şunu söyleyelim, teknikler ve bilimler tarihini inceleyen uzmanların
çalışmaları ve ulaştıkları sonuçlar bizim için çok değerlidir; ancak bizim
amacımız onlarınkinden tümüyle farklı. Arkaik toplumların madde karşısındaki
tutumunu anlamaya, insanoğlunun cevherlerin varoluş biçimini değiştirebilme
gücüne sahip olduğunu anlayınca yaşadığı tinsel maceraların izini sürmeye
çalışıyoruz. Öncelikle incelenmesi gereken, ilk çömlekçinin demiurgosvari
deneyimidir; çünkü maddenin halini değiştiren ilk o olmuştur. Ancak bu
deneyimin izleri, mitolojik kayıtlarda ya hiç yoktur ya da çok azdır. Bu yüzden
biz de başlangıç noktası olarak arkaik insanın maden cevherleriyle ilişkilerini, özellikle madenci ve demir işçisinin ritüel davranışlarını incelemeyi seçtik.
Şu konuyu açıklığa kavuşturalım, burada
metalürjinin, en eski merkezlerden bütün dünyada yayılmasını inceleyen,
metalürjiyi yayan kültür dalgalarını sınıflandıran ve beraberindeki metalürji mitolojisini anlatan bir kültür tarihi bulacağınızı
ummayın. Böyle bir tarih kitabı yazılabilseydi birkaç bin sayfayı bulurdu.
Böyle bir kitabın bir gün gerçekten yazılabileceği de kuşkuludur. Afrika
metalürjisine ait kültür tarihini ve mitolojileri daha yeni yeni tanıyoruz; Endonezya ve Sibirya metalürji ritüelleri hakkında henüz çok az şey biliyoruz; oysa
metallerle ilgili mitlerin, âyinlerin belli başlı kaynaklarını bu bölgelerde
buluyoruz. Metalürji tekniklerinin bütün dünyada yayılmasını ele alan tarih ise
henüz önemli boşluklar içeriyor.
Elbette fırsatını bulduğumuzda farklı metalürji komplekslerinin tarihsel ve kültürel bağlamlarını da ele
aldık; ama öncelikle bunların kendilerine özgü zihinsel evrenlerine nüfuz
etmeye çalıştık. Maden cevherleri Toprak Ana’nın kutsallığını paylaşıyordu. Madenlerin tıpkı
embriyonlar gibi yerin rahminde “büyüdükleri” fikrine çok erken çağlarda
rastlıyoruz. Bu yüzden metalürjinin doğumla ilgisi vardır. Madenci ile metal işçisi yeraltındaki embriyon konusuyla ilgilidir: Maden filizlerinin büyüme
ritimlerini hızlandırır, doğanın işleyişine destek olur ve onun “daha hızlı
doğurmasını” sağlarlar. Kısaca insanoğlu uyguladığı çeşitli tekniklerle yavaş
yavaş zamanın yerine geçer; yaptığı iş zamanın işinin yerini alır.
Doğayla işbirliği yapmak, onun gittikçe
hızlanan bir tempoyla üretmesine yardım etmek, maddenin kipliğini değiştirmek:
Bizce simya ideolojisinin kaynaklarından birisi burada yatmaktadır. Madencinin,
metal işçisinin ve demircinin zihinsel evreni ile simyacınınki
arasında kesintisiz bir süreklilik olduğunu ileri sürmüyoruz elbette; üstelik
büyük bir olasılıkla Çinli demircilerin erginlenme âyinleri ve mysteriaları,
sonraları Taoculuk ve Çin simyasına miras kalacak geleneklerin bir parçasını
oluşturmaktaydı. Ancak dökümcü, demirci ve simyacı arasındaki ortak nokta,
üçünün de cevher ile ilişkilerinin büyüsel-dinsel bir deneyime dayandığını
ileri sürmeleridir; bu deneyim onların tekelindedir ve meslek sırlarını
erginleme âyinleri sırasında sonrakilere aktarırlar; her üçü de hem canlı hem
de kutsal saydıkları bir Madde üzerinde çalışırlar; çabalarının amacı Madde’nin
dönüşmesi, “mükemmelleşmesi,” “başkalaşması”dır. Bu fazlasıyla yuvarlak
sözlerin ayrıntılarını görecek, gerekli açıklamaları yapacağız. Ancak bir kez
daha söylemek gerekirse, Madde karşısındaki bu ritüel tavırlar insanoğlunun şu ya da bu şekilde “canlı” maden cevherlerine özgü zamansal ritme müdahalesini içerir. Arkaik
toplumların metalürji zanaatkârı ile simyacı arasındaki temas noktası da
buradadır.
Simya ideolojisi ve teknikleri bu yapıtın esas
itibarıyla ikinci kısmını oluşturuyor. Çin ve Hint simyalarının üstünde
durmamızın nedeni bunların az biliniyor olmaları ve ayrıca hem deneysel hem de
“mistik” niteliklerini açık biçimde sergilemeleridir. Şimdiden söyleyelim,
simya başlangıçta ampirik bir bilim, embriyonla uğraşan bir kimya değildi; zanaatkârların çoğunda bulunan simyaya özgü anlayış
biçimi geçerliliğini ve varlık nedenini yitirince bu hale gelmiştir. Bilim
tarihine göre simya ile kimya arasında kesin bir kopma ânı olmamıştır; her ikisi de aynı maden cevherleriyle çalışırlar, aynı araçları kullanırlar ve
genellikle aynı deneyleri yaparlar. Teknikler ve bilimlerin “kökeni” üzerine
araştırmaların geçerliliği tanındığına göre kimya tarihçisinin bakışı tamamen savunulabilir bir bakıştır:
Kimya simyadan doğmuştur; daha doğrusu kimya simya ideolojisinin bozulmasından doğmuştur. Ancak fikir
tarihçisinin bakışına göre mesele farklı görünmektedir: Simya kutsal bilim
olarak ortaya çıkıyordu, oysa kimya cevherler kutsallıktan arındırıldıktan sonra oluşmuştur.
Öyleyse kutsal düzey ile kutsal olmayan deneyim düzeyi arasındaki sürekliliğin
zorunlu olarak kesintiye uğramış olması söz konusudur.
Bir örnekle farkı daha iyi anlayabiliriz.
Dramanın (hem Yunan tragedyasının hem de kadim Yakındoğu ve Avrupa’nın drama
senaryolarının) “kökeni” kimi mevsimlik ritüellerde mevcuttur; bunlar kabaca şu
sahneyi sergilerler: İki düşman ilkenin savaşı (Hayat ile Ölüm, Tanrı ile
Ejderha vb.), Tanrı’nın çilesi, “ölüm” üzerine yakınmalar ve “yeniden dirilişi”
selamlayan sevinç gösterileri. Hattâ Gilbert Murray Euripides’in kimi
tragedyalarının yapısında (yalnızca Bakkhalar’da değil, aynı zamanda Hippolytos
ve Andromakhe’de) eski ritüel senaryoların şemasının bulunduğunu göstermiştir. Dramanın
bu tür ritüel senaryolardan türemiş olduğu, mevsim âyininin esasını
kullanarak özerk bir olgu haline gelmiş olduğu doğruysa, dindışı tiyatronun kutsal
“kökenlere” dayandığını söylemek doğru olacaktır. Ancak iki olgu kategorisi
arasındaki nitelik farkı da aynı ölçüde açıktır: Ritüel senaryo kutsallık
alanına aitti, dinsel deneyimleri tetikliyordu; bir bütün olarak görülen
toplumun “kurtuluşunu” üstleniyordu; dindışı drama kendi tinsel evreni ve
değerler dizgesiyle tanımlandığında bambaşka nitelikte deneyimlere (“estetik”
heyecanlara) neden oluyor ve dinsel deneyimin değerlerine hayli yabancı olan
biçimsel bir mükemmellik fikrini izliyordu. Demek ki tiyatro kutsal bir
atmosfer içinde süregelmiş olsa bile her iki olgu arasında bir kopma söz
konusudur. Bir liturjinin kutsal gizemine dinsel olarak katılan kişi ile görsel
güzelliğinden ve ona eşlik eden müzikten bir estetik heveslisi olarak haz alan
kişi arasında uçsuz bucaksız bir mesafe vardır.
Elbette simya işlemleri simgesel değildi; bu
işlemler laboratuvarlarda gerçekleştirilen maddi işlemlerdi, ama kimyanın
amacından farklı bir amacı vardı. Kimyacı maddenin yapısına nüfuz edebilmek
için fiziksel ve kimyasal görüngüleri tam olarak gözlemlemeyi iş edinmiştir;
oysa simyacı Maddenin (Filozof Taşı) ve insan yaşamının (Elixir Vitae) başkalaşımı sırasında düzenlendiği biçimiyle
cevherlerin “çileleri,” “ölümleri” ve “evlilikleri” konusuyla ilgilenir. C. G. Jung simya süreçlerinin simgeciliğinin, simya hakkında hiçbir şey
bilmeyen bazı öznelerin kimi rüyalarında ve hayallerinde ortaya çıktığını
göstermiştir; Jung’un gözlemleri yalnızca derinlik psikolojisiyle ilgili
değildir, aynı zamanda simyayı kuran öğreti olabilecek soteriyolojik-kurtuluşçu
işlevi de dolaylı olarak doğrular.
Simyanın özgünlüğünü, kimyanın kökeni ve
başarısı üzerindeki etkilerine göre değerlendirmek doğru olmaz. Simyacıya göre kimya kutsal bir bilimin dünyevileştirilmiş hali olması nedeniyle
bir “düşüş”tü. Burada simyanın çelişkili bir övgüsüne girişiyor değiliz; biz
yalnızca kültür tarihinin en temel olgusunu anlamaya çalışıyoruz o kadar.
Bugünkü ideolojik koşullarımıza yabancı bir kültürel olguyu anlamanın bir tek
yolu vardır: “Merkezi” keşfedip buraya yerleşmek ve doğurduğu bütün değerlere
nüfuz etmek. Simya evrenini anlamanın ve özgünlüğünü ölçüp biçmenin en iyi yolu
simyacının bakış açısını benimsemektir. Aynı yöntem bütün diğer egzotik ya da
arkaik kültür görüngüleri için de gereklidir; bunları yargılamadan önce iyice
anlamak gerekir; mitler, simgeler, âyinler, toplumsal tavırlar vb. gibi, ifade tarzları ne olursa
olsun ideolojilerini özümsemek gerekir.
Avrupa kültüründeki tuhaf bir aşağılık
kompleksi yüzünden arkaik bir kültürü “saygılı terimlerle” anlatmak,
ideolojisinin tutarlı olduğunu, soylu bir insan sevgisini barındırdığını
göstermek ve bu arada sosyolojisindeki, ekonomisindeki, sağlık bilgisindeki
ikincil ya da kabul edilemez özelliklerin üstünde pek durmamak aslında kaçak
oynamak, hattâ doğruları gizlemekle birdir. Bu aşağılık kompleksini tarihsel
açıdan anlayabiliriz. Hemen hemen iki yüzyıldır Avrupalı bilimsel zihniyet
dünyayı, onu fethetmek ve dönüştürmek amacıyla açıklamak için görülmemiş bir
çaba sarf etmiştir. İdeoloji düzeyinde bilimsel zihniyetin bu zaferi hem sonsuz
ilerlemeye olan inançla hem de “modernleştikçe” mutlak hakikate yaklaştığımız
ve böylelikle insan onuruna daha da fazla iştirak ettiğimiz yolundaki
kesinlemeyle ifadesini bulmuştur. Gelgelelim bir süredir şarkiyatçıların ve
etnologların çalışmaları gösteriyor ki, hiçbir bilimsel (terimin modern
anlamıyla bilimsel) iddiaları, endüstriyel üretim bakımından da hiçbir hazırlıkları
olmamalarına karşın son derece geçerli metafizik, manevi ve hattâ ekonomik
dizgeler oluşturmuş, oldukça dikkate değer uygarlıklar eskiden var olmuştur ve
hâlâ da varlıklarını sürdürmektedirler. Ancak üstünde kahramanca ilerlediği
yolun hem en iyisi hem de akıllı ve onurlu bir insanın seçebileceği tek yol
olduğunu düşünen bizim kültürümüz; işte bu bilimde ve sanayideki ilerlemeleri
sağlayan muazzam beyin gücünü besleyebilmek için belki de ruhunun en büyük
parçasını feda etmiş bu kültür, kendi değerlerine sımsıkı sarılmış görünüyor;
bu kültürün en nitelikli temsilcileri de diğer egzotik ya da ilkel kültürlerin
yaratımlarına hakkını verecek her girişime kuşkuyla bakmıştır. Bu tür uzak
kültürel değerlerin gerçekliği ve büyüklüğü Avrupa uygarlığının temsilcilerinde
kuşkuya yol açabilir; bu temsilciler yarattıkları uygarlığın, verilen onca
emeğe ve fedakârlığa değip değmediğini sormalıdırlar kendilerine, çünkü bu
uygarlık artık insanlığın tinsel zirvesi ya da 20. yüzyılda düşünülebilecek tek
kültür olarak görülmemektedir.
Ancak bu aşağılık kompleksi, tarihin akışı
içinde aşılmaktadır. Böylece tıpkı Avrupa dışındaki uygarlıkların kendi bakış
açıları içinde incelenip anlaşılmaya başlanması gibi, umarız Avrupa tinsel
tarihinin geleneksel kültürlere yaklaşan ve bilimsel aklın zaferinden sonra
Batı’da yaratılan her şeyden kopan kimi anları, 18. ilâ 19. yüzyıldaki taraflı
fikirler ışığında değerlendirilmeyecektir. Simya bu önbilimsel zihniyetin
yaratımları arasında yer alır ve tarih yazıcısı, simyayı kimyanın basit bir
aşaması, yani kısaca dindışı bir bilim olarak tasavvur etmekle büyük bir
tehlikeyi göze almış olur. Bakış açısı çarpıtılmıştı, çünkü simya eserlerinde
doğrulanan gözlem ve deney örneklerini olabildiğince geniş biçimde sergilemeyi
isteyen tarihyazıcısı bilimsel zihniyetin başlangıcını ele veren kimi metinlere
aşırı bir önem atfederken, aslında simya açısından çok daha değerli olan başka
metinleri üstünkörü geçmiş, hattâ göz ardı etmişti. Başka bir deyişle simya
yazıları, ait oldukları kuramsal evrene göre değil, 19. ya da 20. yüzyıl kimya tarihçilerinin kendi değer ölçeğine, kısaca deneysel bilim
evrenine göre değerlendiriliyordu.
Bu kitabı üç büyük bilim
tarihçisine atfediyoruz: 1925-1932 yılları arasında çalışmalarımızı teşvik edip
yönlendiren Sir Paraphulla Chandra Ray, Edmund von Lippmann ve Aldo Mieli. Rumence yayımlanmış iki küçük kitapta, Asya
Simyası (Bükreş, 1935) ve Babil Simyası ve Kozmolojisi’nde (Bükreş,
1937) Hint, Çin ve Babil simyaları konusundaki dosyanın esasını sunmuştuk. İlk
kitabın kimi parçaları Fransızcaya çevrildi ve Yoga konulu bir monografide basıldı; Babil Simyası ve
Kozmolojisi’nin yeniden gözden geçirilip genişletilmiş bir kısmı 1938
yılında İngilizce olarak Mettalurgy, Magic and Alchemy başlığıyla (Zalmoxis,
I, s. 85-129 ve ayrı olarak Cahiers Zalmoxis’in ilk cildinde)
yayımlanmıştır. Bu kitapta önceki incelemelerimizde kullandığımız malzemenin
çoğunu yeniden kullandık, bu arada 1937 yılından bu yana yapılan çalışmaları,
özellikle Çin simya metinlerinin çevirilerini, Ambix dergisindeki
makaleleri ve profesör C. G. Jung’un yayınlarını dikkate aldık. Bundan başka bazı bölümler
ekledik ve kitabı konuyla ilgili şimdiki görüşlerimize uygun olarak baştan sona
yeniden yazdık. Dipnotları olabildiğince azalttık. Temel kaynakçalar ve
soruların son hali ve konunun kimi özel yönleri hakkındaki tartışmalar kitabın
sonunda kısa ekler olarak yer almıştır.
Bu yapıtı New York’taki Bollingen Vakfı’nın
araştırma bursu sayesinde bitirebildik. Kurumdaki mütevelli heyeti üyelerine
şükranlarımızı iletiyoruz. Ascona’da kurduğu Archiv für Symbolforschung’un
zengin koleksiyonunu cömertçe hizmetimize sunan dostumuz Olga Froebe-Kapteyn’e;
araştırmalarımızı kolaylaştırıp belgeleri tamamlamaya katkıda bulunan
dostlarımız Dr. Henri Hunwald, Marcel Leibovici ve Nicolas Morcovescou’ya en
içten teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Dr. René Laforgue, Délia Laforgue, Dr.
Roger Godel ve Alice Godel sayesinde Paris’teki ve Val d’Or’daki evlerinde
çalışabildik; burada onlara şükranlarımızı sunmak istiyoruz. Nihayet bir kez
daha bu yapıtın Fransızca elyazmasını okuyup düzeltme iyiliğinde bulunan
sevgili dostumuz Dr. Jean Gouillard’a, yıllardır metinlerimizi düzeltip
iyileştirmek için harcadığı çabaların karşılığında duyduğumuz minnettarlığı
ifade etmekte zorlanıyoruz. Kitaplarımızın Fransızca olarak basılması kısmen
onun sayesindedir.
Val d’Or, Ocak 1956
İkinci Basım İçin Not
Uzunca bir süredir bu küçük kitabı yeniden gözden geçirip
güncelleştirmek istiyorduk. Ancak bir yazar her zaman kendi yapıtına hâkim olamayabiliyor.
Daha iyisini yapamadığımız için eksik bilgileri tamamlamak ve birçok
incelemedeki yeni tarihli kaynakça ile 1970 ve 1975 yılında Chicago
Üniversitesi’nde verilen iki seminerde yer alan bilgileri incelemekle yetindik.
Bu araştırmaların sonuçları bu yeni basıma eklendi.
Konuya teknikler ve bilimler tarihi açısından
yaklaşmamış olsak da çok sayıda uzman yaklaşımımızı olumlu değerlendirdi. Bu
uzmanlar antik kimya tarihçileri olan R. P. Multhauf ve A. G. Debus, Sinoloji tarihçileri J. Needham ve N. Sivin, Batı simyası ve eczacılığı tarihçisi W. Schneider, İslâm bilim tarihi uzmanı S. H. Nasr ve pansofya uzmanı
W. E. Peuckert gibi çok çeşitli bilim adamları olduğundan hoşnutluğumuz daha da
artmaktadır.
Chicago Üniversitesi, Kasım 1976
Phoenix
Basımına Önsöz
Bu kitabın Fransızca basımı 1956’da yayımlandı ve İngilizce
çevirisi 1962’de basıldı. Birkaç yıl sonra, History of Religions’ta
(sayı 8, 1968, s. 74-88) “Demirciler ve Simyacılar’a Ek”
başlıklı eleştirel ve bibliyografik bir mise au point yayımlandı. Bu
makale 1968’deki Harper Torchbook basımında yer almıştır. Kitabın bu yeni
basımını birtakım baskı hatalarını düzeltmek için fırsat olarak değerlendirdik.
Son birkaç yıl içinde Çin simyasıyla ilgili
olarak bazı önemli eserler yayımlandı; bunlardan ilki ve en önde geleni, Nathan
Sivin’in Chinese Alchemy: Preliminary Studies (Cambridge, Mass., 1968;
benim eleştirim için bkz. History of Religions 10 [1970]: 178-82) isimli
kitabıdır; diğer önemli bir eser ise Joseph Needham’ın Science and Civilization in China’sıdır
(c. 5, kısım 2 ve 3, Cambridge, 1974 ve 1977). Ayrıca Rönesans ve Rönesans sonrası simyası üzerine bu türden teşvik edici son
kitapları da hatırlatmak isterim: Allen G. Debus, The Chemical Dream of the Renaissance
(Cambridge, 1968); Peter J. French, John Dee: The World of an Elizabethan Magus (Londra, 1972); Frances Yates, The Rosicrucian Enlightenment (Londra, 1972), J. W. Montgomery, Cross and Crucible: Johann Valentin Andreae (1586-1654), Phoenix of the Theologians (Lahey, 1973); R. J. W.
Evans, Rudolff II and His World: A Study in Intellectual History, 1576-1612
(Londra, 1975) ve Betty J. Dobbs, The Foundation of Newton’s Alchemy (Cambridge, 1975). Ekler
bölümündeki Not P’de onların bulgularını tartıştım.
Konuya teknikler ve bilimler tarihi açısından
yaklaşmamış olsak da çok sayıda uzman yaklaşımımızı olumlu değerlendirdi. Bu
uzmanlar erken dönem kimya üzerinde çalışan tarihçiler olan R. P. Multhauf ve A. G. Debus, Sinoloji tarihçileri J. Needham ve N. Sivin, Batı simyası ve eczacılığı tarihçisi W. Schneider, İslâm bilim tarihi uzmanı S. H. Nasr ve pansofya uzmanı
W. E. Peuckert gibi çok çeşitli bilim adamları olduğundan hoşnutluğumuz daha da
artmaktadır.
Mircea Eliade (1907 - 1986)
Romanya’da doğmuş bir dinler tarihçisidir. Ama bundan fazlasıdır da: Felsefeci, kurmaca yazarı ve üniversite hocasıdır. Eliade’nin din üzerine incelemeleri, özellikle de kutsallığın tezahürleri üzerine çalışmalarıyla geçerliğini bugün bile koruyan bir paradigma geliştirmiştir. Bükreş Üniversitesinde felsefe eğitimi almıştır. 1928 yılında Kalküta Üniversitesinde Sanskritçe eğitimi almak üzere Hindistan’a gitmiştir. Burada Hint felsefesi üzerine de çalışan Eliade Himalayalar’da altı aylık inzivaya çekilmiştir. Buradaki döneminde Gandhi ile de şahsen tanışmıştır. Romanya’ya döndükten sonra Yoga: Hint Mistisizminin Kökenleri Üzerine Bir Deneme başlıklı teziyle doktorasını tamamlamıştır. Bu tez daha sonra Fransızca olarak yayımlanmıştır. 1945 yılında Paris’te Sorbonne Üniversitesinde İnsan Bilimleri Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde çalışmaya başlamıştır. 1956 yılından emekli olduğu 1985 yılına dek Chicago Üniversitesinde dinler tarihi alanında çalışmalarını sürdürmüş ve ders vermiştir. 1986’da Chicago’da hayata gözlerini yummuştur. Eliade’nin din çalışmalarına en büyük katkısı geliştirdiği Sonsuz Dönüş teorisi olmuştur. Eliade’ye göre, yalnızca Kutsal’ın ve bir şeyin ilk ortaya çıkışının bir değeri vardır; bu nedenle, değer taşıyan sadece Kutsal’ın ilk ortaya çıkışıdır. Mitler ise Kutsal’ın ilk ortaya çıkışını tanımlar. Öyleyse mitsel zaman Kutsal’ın zamanıdır.
Eliade’nin dinsel simgeler ve mit alanındaki incelemelerinde sosyal bilim alanında 50’yi aşkın kuramsal çalışması vardır. Ayrıca edebiyat alanında da çeşitli eserler vermiştir. Çalışmalarını Rumence, İngilizce ve Fransızca kaleme almıştır. Başlıca eserleri: Le Mythe de l’Éternel Retour (Sonsuz Dönüş Mitosu), Le Sacré et Le Profane (Kutsal ve Dindışı), Images et Symboles (İmgeler ve Simgeler), Traité d’histoire des religions (Dinler Tarine Giriş), Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy (Şamanizm), A History of Religious Ideas (Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi).
Mehmet Emin Özcan
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi. Jean-Paul Sartre-Melih Cevdet Anday tiyatroları hakkında doktora tezi, Fransız ve Türk edebiyatından yazarlara dair araştırma ve yazıları bulunmaktadır. Sosyal bilimler alanında Eliade, Ricoeur, Derrida, Hartog, Bonnefoy, Vernant, De Certeau gibi araştırmacıların, edebiyat alanında Le Clézio, Viel, Echenoz, Hugo Pratt, Balzac, Verne gibi yazarların eserlerini Türkçeye çevirmiştir.