“Bütünüyle öteki” olanla karşılaşma, ister idrak edilsin ister edilmesin, dinsel yapıda bir deneyim başlatır. Çağımız ileride muhtemelen, Hıristiyanlığın zaferi ile yok edilen “dağınık dinsel deneyimleri” yeniden keşfeden ilk çağ olarak anılacaktır. Bilinçaltının etkinliklerine karşı duyulan çekim, mitos ve simgelere karşı duyulan ilgi, egzotik, ilkel, arkaik olana karşı duyulan heves, içerdikleri bütün karmaşık duygularla “Ötekilerle” karşılaşmalar vb. bütün bunlar, muhtemelen günün birinde yeni bir tür dinsellik olarak görülecektir.
Şu an için, bütün bu ögelerin, eskinin tekrarı olmayacak yeni bir insanlığın yükselişini hazırlamakta olduğunu seziyoruz. Zira insanı tam olarak tanıyabilmek için, şimdi artık dikkate alınması gereken Şarkiyatçıların, etnologların, derinlik psikologlarının ve din tarihçilerinin araştırmalarıdır. Bu bilginler Asyalılarda olduğu kadar “ilkellerde” de kabul gören onca simgenin, mitosun, ilâhi ve teknik figürün insani açıdan önemini, psikolojik “hakikatini” ve manevi açıdan değerini ortaya koymaktan vazgeçmediler. […]
Er geç “ötekilerle” –geleneksel, Asyalı ve “ilkel” kültürlerin temsilcileriyle– diyalog başlayacaktır, ama bu diyalog günümüzün (toplumsal, ekonomik, siyasal, tıbbî vb. gerçekliklere ulaşamayan) deneyimsel ve faydacı diliyle değil ama insani gerçeklikleri, manevi değerleri anlatabilen kültürel bir dille olacaktır. - Mircea Eliade
- Yazar: Mircea Eliade
- Kitabın Başlığı: Mefisto ve Erdişi
- Orijinal Başlık: Méphistophélès et l’androgyne
- Çeviren: Hanife Güven [Fransızca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 276; Antropoloji - Kültürel Çalışmalar / Dinler Tarihi Dizisi - 20
- Basım Bilgileri: 1. Basım / Eylül 2020
- Sayfa Sayısı: 232
- ISBN: 978-625-7030-28-1
- Boyutları: 13,5 x 21
Önsöz
I.
Gizemli Işık Deneyimleri
Bir Rüya
Qaumanek [Aydınlanma]
“Katılaşmış Işık”
Hindistan: Işık ve Ātman [Kendi]
Yoga ve “Gizemli Işıklar”
Işıklı Tanrı Tezahürleri
Budizm
Işık ve Bardo [Ara durum]
Işık ve Maithuna [Töresel birleşme]
Işık-İnsan Üzerine Tibet Mitosları
Hint Gizemli Işık Deneyimi
Çin Teknikleri
Altın Çiçeğin Gizemi
İran
Eski Ahit ve Musevilik
Vaftiz ve Tecelli
“Işık Saçan” Keşişler
Palamas ve Tabor Işığı
Işığın Gizemi
Âni Işık Deneyimleri
Işık ve Zaman
Son Gözlemler
II.
Mefisto ile Erdişi ya da Bütünün Gizemi
Mefisto “Sempatisi”
Coincidentia Oppositorum’un [Zıtların Kesişmesi] Tarih Öncesi
Tanrı-Şeytan Ortaklığı ve Kozmogonik Suya Dalış
Devalar ve Asuralar [Tanrılar ve Şeytanlar]
Vrtra ve Varuna [Ejderha ve Tanrı]
İki Referans Düzeyi
Bütünleşme Mitos ve Âyinleri
19. Yüzyılda Erdişi
Alman Romantizmi
Erdişi Mitosu
İlâhi Erdişi
Ritüel Erdişileştirme
İlk Bütünlük
Tantra Öğretileri ve Teknikleri
Coincidentia Oppositorum’un Anlamları
III
. Kozmik VE Uhrevi Yenilenme
Ahiret Çıplaklığı
Amerikalıların Gelişi ve Ölülerin Geri Dönüşü
Pagan-Hıristiyan Bağdaşımı
Dünyanın Yok Olması ve Altın Çağ’ın Kurulması
Ölüleri Bekleme ve Ritüel Eylemsizlik
Californialılarda Yeni Yıl ve Dünyanın Restorasyonu
Karok Ritüeli
Yeni Yıl ve Kozmogoni
Dünyanın Belli Aralıklarla Yenilenmesi
Ludi Romain; Aśvamedha [Roma Oyunları; At Kurbanı]
Hint Kralının Kutsanması
Yeniden Dirilme ve Ahiret Söylemi
IV.
İpler ve Kuklalar
“İp Mucizesi”
Varsayımlar
Tibet Kozmik İp Mitosları
Bir Negrito Şamanın İpliği
Hindistan: Kozmik İpler ve Hava ile Dokumalar
Dokuma ve Koşullanma
İmgeler, Mitoslar, Spekülasyonlar
İpler ve Kuklalar
Aurea Catena Homeri [Homeros’un Altın Zinciri]
“Işıklı İp”
Sihirli İpler
Durumlar
V.
Dinsel Simgecilik Üzerine Düşünceler
Simgecilik Modası
Uzmanın İç Baskıları
Yöntem Sorunu
Simgelerin “Açığa Çıkardığı” Şey
Simgelerin “Tarihçesi”
Kaynaklarla İlgili Bilgi
Dizin
Önsöz
A. N. Whitehead Batı felsefe tarihinin nihayetinde Platon
felsefesine düşülmüş bir dizi dipnottan oluştuğunu söyledi. Batı düşüncesinin
bundan sonra bu “görkemli soyutlama” içinde sürüp gitmesi kuşkuludur. Bu
nedenle Modern Çağ kendinden önceki çağlardan son derece net biçimde ayrılır:
Bu çağın en belirleyici özelliği onun “tanıdık olmayanlar”la, “yabancılar”la ve
onların tuhaf, meçhul, egzotik ya da arkaik dünyalarıyla karşılaşmasıdır.
Derinlik psikolojisinin keşfi kadar Tarihin ufkunda Avrupa dışı etnik grupların
yükselişi de, Batı’nın, eskiden kapalı olan bilinç alanının, “tanıdık
olmayanlar” tarafından gerçekten âniden işgal edildiğini gösteriyor.
Birçok kez dikkat çektiğimiz gibi, bu keşif ve
karşılaşmalardan sonra, Batı dünyası kökten değişim yolundadır. Geçen yüzyılın
sonundan bu yana Şarkiyatçıların araştırmaları, Batı’yı yavaş yavaş Asya
toplumlarının ve kültürlerinin ayrıksılığına ve efsaneviliğine yaklaştırdı.
Modern etnoloji kendi açısından karanlık ve gizemli manevi dünyalar
keşfediyordu, Lévy-Bruhl’ün bir an sandığı gibi, mantık öncesi bir zihniyetin
ürünü olmasalar da, tuhaf biçimde, Batılıların bildiği kültürel manzaradan pek
farklı olmayan evrenlerdi bunlar.
Ama en fazla terrae ignotae’yı
(meçhul topraklar) ortaya çıkaran derinlik psikolojisi oldu, en dramatik
yüzleşmelere sahne oldu. Bilinçaltının keşfini Rönesans’ın deniz keşifleriyle ve teleskopun icadından sonraki
astronomik keşiflerle karşılaştırabiliriz. Zira bu keşiflerin her biri
varlığından kuşku bile duyulmayan dünyaları gün yüzüne çıkarıyordu. Her biri
dünyanın geleneksel imgesini kırarak o zamana kadar hayal edilemeyen bir
Evrenin yapılarını ortaya çıkaran bir tür “seviye kırılması” oluşturuyordu. Ama
bu “seviye kırılmaları” sonuçsuz kalmadı. Rönesans’taki astronomik ve coğrafi keşifler sadece Evren imgesini ve uzay kavramını bütünüyle değiştirmekle kalmadı;
en az üç yüz yıl için Batı’nın bilimsel, ekonomik ve siyasal üstünlüğünü
garantiledi, bir yandan da kaçınılmaz olarak dünyanın birliğine doğru giden
yolu açtı.
Freud’un keşifleri de başka bir “açılım”, ama
bu kez bilinçaltı tarafından örtülmüş dünyalara doğru bir açılım teşkil eder.
Psikanaliz tekniği yeni bir tür descensus ad inferos [cehenneme iniş]
başlattı. Jung kolektif bilincin varlığını ortaya çıkarınca, bu ezelî
hazinelerin keşfi (mitoslar, simgeler, arkaik insanlığın imgeleri) okyanus ve
mağara bilimlerinin tekniklerine benzemeye başladı. Tıpkı denizlerin
derinliklerine dalmanın ve mağaraların keşfedilmesinin uzun zamandır
yeryüzünden silinmiş küçük organizmaları ortaya çıkarması gibi, bu analizler
de, daha önce incelemeye kapalı olan derin ruhsal yaşam biçimlerini
aktarıyorlardı. Mağarabilim üçüncü zaman ve hattâ ikinci zaman organizmalarını,
fosilleşmemiş ilkel hayvana benzer formları yani hiçbir iz bırakmadan
Yeryüzünden kaybolmuş formları biyologların emrine sunuyordu. “Canlı
fosiller”in keşfi ile mağarabilim yaşamın arkaik biçimleri konusundaki
bilgisini çok ilerletiyordu. Aynı şekilde, ruhsal yaşamın arkaik biçimleri,
bilinçaltının karanlıklarına gömülü “canlı fosilleri” de, şimdi artık derinlik
psikologları tarafından geliştirilen teknikler sayesinde incelemelere
açılıyordu.
Dikkate şayandır ki psikanalizin kültürel
meyvelerinin alınması, simge ve mitosların incelenmesine giderek artan ilgi,
büyük ölçüde Asya’nın Tarih sahnesine çıkması ve bilhassa “ilkel” halkların
siyasi ve manevi uyanışı ile aynı zamanda olmuştur. II. Dünya Savaşı’ndan
sonra, Batılılar için “ötekiler” ile, “tanıdık olmayanlar”la karşılaşmak
tarihsel bir alınyazısıydı. Daha da iyisi, birkaç yıldan beri, Batılılar sadece
“yabancılar”la karşılaşmanın ne demek olduğunu giderek daha güçlü hissetmekle
kalmıyorlarlar, bazen onların kendilerine ettiklerinin de farkına varıyorlar.
Bu ille de esir edilecekler ya da baskı altına alınacaklar anlamına gelmiyor,
ama Batılı olmayan, “yabancı” bir maneviyatın baskısını hissedecekler demek
oluyor. Zira uygarlıkların karşılaşması –ya da çatışması– sonuçta daima
maneviyatların, hattâ dinlerın karşılaşmasıdır.
Gerçek bir karşılaşma diyalog gerektirir.
Avrupa dışındaki kültürlerin temsilcileriyle geçerli bir diyalog başlatmak
için, bu kültürleri bilmek ve anlamak şarttır. Hermenötik [yorumbilim], çağdaş
tarihin taleplerine, Batı’nın “ötekiler”in kültürel değerleri ile karşılaşmaya
mecbur (mahkûm demek geliyor içimizden) olduğu gerçeğine, Batılı insanın
cevabıdır, tek akıllı cevaptır. Ancak, bu kesin durumda, Hermenötik en değerli
desteğini Dinler tarihinde bulacaktır. Ne zaman ki Dinler tarihi, olması
gerektiği gibi “başlı başına bir bilim dalı” olacak, o zaman, “Bilinçaltı”
dünyasının da, tıpkı Batılı olmayanların “yabancı” dünyaları gibi, dinsel
değerler ve davranışlar düzleminde en iyi şekilde analiz edilebildiğini
anlayacağız.
Henüz net olarak kavranmamış olan şey şudur:
Psikologların ve arkaik düşünce kâşiflerinin gerçekleştirdiği keşiflerin
yaptığı “açılımlar” Tarih’te Avrupalı olmayan halkların kitleler halinde ortaya
çıkmasına benzetilebilir, o halde, burada sadece bilimsel ufkun (Rönesans’taki coğrafi ve astronomik keşiflerde olduğu gibi) büyük
çapta genişlemesi değil, ama ve bilhassa “tanıdık olmayanlar”la karşılaşma
deneyimi söz konusudur. Oysa, “bütünüyle öteki” olanla karşılaşma, ister idrak
edilsin ister edilmesin, dinsel yapıda bir deneyim başlatır. Çağımız ileride
muhtemelen, Hıristiyanlığın zaferi ile yok edilen “dağınık dinsel deneyimleri”
yeniden keşfeden ilk çağ olarak anılacaktır. Bilinçaltının etkinliklerine karşı
duyulan çekim, mitos ve simgelere karşı duyulan ilgi, egzotik, ilkel, arkaik
olana karşı duyulan heves, içerdikleri bütün karmaşık duygularla “Ötekilerle”
karşılaşmalar, vb. bütün bunlar, muhtemelen günün birinde yeni bir tür
dinsellik olarak görülecektir.
Şu an için, bütün bu ögelerin, eskinin tekrarı
olmayacak yeni bir insanlığın yükselişini hazırlamakta olduğunu seziyoruz. Zira
insanı tam olarak tanıyabilmek için, şimdi artık dikkate alınması gereken
Şarkiyatçıların, etnologların, derinlik psikologlarının ve din tarihçilerinin
araştırmalarıdır. Bu bilginler Asyalılarda olduğu kadar “ilkellerde” de kabul
gören onca simgenin, mitosun, ilâhi ve teknik figürün insani açıdan önemini,
psikolojik “hakikatini” ve manevi açıdan değerini ortaya koymaktan
vazgeçmediler. O insani belgeler daha önce, 19. yüzyıl doğa bilimcilerinin
böcek incelemeye gösterdikleri mesafe ve duyarsızlıkla incelenmişti. Şimdi bu
belgelerin örnek insani durumları anlattığını, manevi tarihin ayrılmaz bir
parçası olduğunu anlamaya başlıyoruz. Ancak, örnek bir insani durumun anlamını
kavramak için uygun yöntem doğa bilimcinin “nesnelliği” değil, yorumcunun,
tefsircinin entelektüel sempatisidir. Değiştirilmesi gereken yöntemin
kendisiydi. Zira en tuhaf ya da en anormal davranış insani bir olgu olarak ele
alınmalıdır; eğer onu hayvansal ya da canavarca bir olgu olarak görürsek
anlayamayız.
Bir simgeyi, bir mitosu ve arkaik bir davranışı
varoluşsal durumların ifadesi olarak ele almak onların da bir haysiyeti ve
felsefi bir anlamı olduğunu kabul etmek demektir. Bu tutum bir 19. yüzyıl
bilginine saçma ve gülünç gelirdi. Ona göre “vahşilik” ve “başlangıçtaki
aptallık” insanlığın bir embriyo evresini ve bunun sonucu olarak kültürel
olmayan bir evresini temsil edebilirdi ancak.
Ama yukarıda da söylediğimiz gibi, insanı daha
doğru tanıyabilmek için şimdi önemli olan 19. yüzyılınkinden çok daha farklı
bir zihniyetle yürütülen bu araştırmaların sonuçlarını tek tek ele alıp
birleştirmektir. Gelecekte bir gün, Batı, Batılı olmayanların kültürel
evrenlerini yalnızca öğrenip anlamakla kalmayacak, onları insan zihninin
tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirmek durumunda kalacaktır,
onları artık ibretlik bir İnsan Tarihi’nin, çocuksu ya da anlamsız küçük
olguları olarak görmeyecektir. Dahası, “ötekilerle” yüzleşmek Batı insanının
kendisini daha iyi tanımasına yardım eder. Batı’nın akılcı geleneğine yabancı
olan düşünce biçimlerini doğru anlamak, yani öncelikle mitosları ve simgeleri
deşifre etmek amacıyla harcanan gayret, bilinç için önemli bir zenginleşme
demektir. Kuşkusuz, derinlik psikologları bilinçaltının dinamizmini kavramak
için simgelerin yapısını ve mitosların senaryolarını incelemeye yoğunlaştılar.
Ama simgelerle yönetilen, mitoslarla beslenen Batı-dışı kültürlerle karşılaşmak
başka bir düzlemde olmalıdır: Bu kültürleri artık sanki bir bireyin rüyalarını
çözümler gibi, onları ruhun derinliklerindeki bazı değişimleri gösteren işaretlere
“indirgemek” için “çözümlemek” söz konusu değildir; artık, Batı-dışı halkların
kültürel ürünlerini başlı başına ele almak, onları Homeros’un dünyasını, İsrail oğullarının peygamberlerini, Meister
Eckhart’ın gizemci felsefesini anlamak için sarf ettiğimiz aynı entelektüel
tutkuyla anlamaya çalışmak söz konusudur. Başka bir deyişle, Okyanusya ve Afrika’daki simgeleri, mitosları ve âyinleri Batı kültürel
ürünlerine karşı gösterdiğimiz aynı saygı ve aynı öğrenme arzusuyla ele
almalıyız – ne mutlu ki bunu yapmaya başladık. Bu âyinlerin, bu mitosların
bazen korkunç ve anlamsız yanları bulunur, bu demektir ki onlar, Batı
dünyasının tarihini yapan güçlerden farklı tarihsel güçler tarafından
yönlendirilen ve farklı tür toplumlara ait olan insanlara özgü paradigmatik
durumları anlatır.
“Ötekileri” iyi anlama konusundaki kararlılık
Batılıların bilinci için önemli bir zenginleşme anlamına gelir, diyorduk.
Hattâ, nasıl egzotik ve ilkel sanatların keşfedilmesi yarım yüzyıl önce Avrupa
sanatına yeni perspektifler sunduysa, bu karşılaşma da felsefi sorunsala bir
yenilenme getirebilir. Bize öyle geliyor ki, örneğin simgelerin doğasını ve
işlevini derinlemesine incelemek, Avrupa felsefi düşüncesini teşvik edebilir ve
ufkunu genişletebilir. Din tarihçilerinin “ilkellerin” ve Doğuluların insan
varoluşunun yapısı, dünyeviliğe mahkûm olması ve Ruh dünyasına girmeden önce
“ölümü” öğrenmenin gerekliliği üzerine cüretkâr tasarımlarını vurgulamak
durumunda kalmış olmaları ilginçtir; burada günümüz Batı felsefesi
araştırmalarının ta merkezinde bulunan düşüncelere oldukça yakın düşünceler
görüyoruz. Ve Arkaik ve Doğu dinsel ideolojilerinde, “klasik” Batı
Felsefesindekilerle benzer tasavvurlar tespit ettiğimizde, karşılaşma aynı
derede anlamlıdır, zira bu tasavvurların hareket noktası aynı değildir. Sonuç
olarak, eğer Hint düşüncesi ya da bazı “ilkel” mitolojiler, bugünkü insanlık
durumunu kuran belirleyici olgunun, başlangıçtaki bir geçmişte meydana
geldiğini, yani temel olanın bugünkü insanlık durumundan önce geldiğini
söylüyorsa, felsefeci ya da Batılı ilâhiyatçı için, bu tasavvura nasıl ve hangi
nedenle gelindiğini öğrenmek oldukça ilginç olabilir.
Eğer bilinçaltının keşfi Batı insanını kendi
gizli ve embriyo aşamasındaki “tarihiyle” yüzleşmeye zorladıysa, Batı-dışı
kültürlerle karşılaşmak da onu, insan zihninin tarihine çok derinlemesine
girmeye ve bu Tarihi kendi varlığının ayrılmaz bir parçası kabul etmeye
zorlayacaktır. Aslında, çoktan karşımıza çıkan ve giderek daha dramatik bir keskinlikle
gelecek kuşak araştırmacıların karşısına çıkacak olan sorun şudur: İnsanlığın
manevi tarihinde hâlâ telafi edilebilecek olan her şeyi hangi yollarla telafi
edebiliriz? Bunun iki nedeni var: 1) Batı insanı sonsuza kadar kendi önemli bir
kısmından, anlamını ve işlevini anlayamadığı bir manevi tarihin parçalarının
oluşturduğu kısmından soyutlanmış olarak yaşayamayacaktır. 2) Er geç
“ötekilerle” – geleneksel, Asyalı ve “ilkel” kültürlerin temsilcileriyle–
diyalog başlayacaktır, ama bu diyalog artık günümüzün (toplumsal, ekonomik,
siyasal, tıbbı vb. gerçekliklere ulaşamayan) deneyimsel ve faydacı diliyle
değil ama insani gerçeklikleri ve manevi değerleri anlatabilen kültürel bir
dille olacaktır. Böyle bir diyalog kaçınılmazdır; Tarihin kaderine yazılmıştır.
Onun şu anda içinde bulunduğu zihinsel düzeyde, sonsuza kadar süreceğine
inanmak trajik bir saflık olur.
Bu küçük kitapta toplanan çalışmalar, Avrupalı
olmayanların belli sayıda dinsel davranışını ve manevi değerini anlaşılır
kılmayı düşünen bir dinler tarihçisinin yöntemini gösteriyor. Araştırmayı
aydınlatabilecek bir karşılaştırma ögesi sundukları ölçüde, Batı geleneğinde
bulduğumuz tanıdık kültürel olgulara başvurmakta tereddüt etmedik. Benzer
yaklaştırmalar sayesinde, gelecek yeni bir hümanizmanın perspektifleri ortaya
çıkacaktır.
İlk dört bölüm 1957’den 1960’a kadar
Ascona’daki Eranos Vakfı çerçevesinde bildiri olarak sunuldu; üslubunun sözlü
dile yakın olmasının açıklaması budur. Çok istesek de kitaplaştırmak için
tasnif ederken yeniden ele almayı ya da genişletmeyi denemedik; zira bu küçük
sunumların her biri bir kitabın boyutlarına ulaşma riski ile karşı karşıya
kalırdı. Yeni yayımlara birkaç gönderme ilave etmekle yetindik.
Sevgili ve bilgin dostumuz Dr. Jean Gouillard
bir kez daha bu sayfaların Fransızcada daha iyi sunulması için katkıda bulundu,
en samimi minnet duygularımızı kabul etmesi dileğiyle.
Mircea Eliade
Chicago Üniversitesi
Kasım 1960
Mircea Eliade (1907 - 1986)
Romanya’da doğmuş bir dinler tarihçisidir. Ama bundan fazlasıdır da: Felsefeci, kurmaca yazarı ve üniversite hocasıdır. Eliade’nin din üzerine incelemeleri, özellikle de kutsallığın tezahürleri üzerine çalışmalarıyla geçerliğini bugün bile koruyan bir paradigma geliştirmiştir. Bükreş Üniversitesinde felsefe eğitimi almıştır. 1928 yılında Kalküta Üniversitesinde Sanskritçe eğitimi almak üzere Hindistan’a gitmiştir. Burada Hint felsefesi üzerine de çalışan Eliade Himalayalar’da altı aylık inzivaya çekilmiştir. Buradaki döneminde Gandhi ile de şahsen tanışmıştır. Romanya’ya döndükten sonra Yoga: Hint Mistisizminin Kökenleri Üzerine Bir Deneme başlıklı teziyle doktorasını tamamlamıştır. Bu tez daha sonra Fransızca olarak yayımlanmıştır. 1945 yılında Paris’te Sorbonne Üniversitesinde İnsan Bilimleri Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde çalışmaya başlamıştır. 1956 yılından emekli olduğu 1985 yılına dek Chicago Üniversitesinde dinler tarihi alanında çalışmalarını sürdürmüş ve ders vermiştir. 1986’da Chicago’da hayata gözlerini yummuştur. Eliade’nin din çalışmalarına en büyük katkısı geliştirdiği Sonsuz Dönüş teorisi olmuştur. Eliade’ye göre, yalnızca Kutsal’ın ve bir şeyin ilk ortaya çıkışının bir değeri vardır; bu nedenle, değer taşıyan sadece Kutsal’ın ilk ortaya çıkışıdır. Mitler ise Kutsal’ın ilk ortaya çıkışını tanımlar. Öyleyse mitsel zaman Kutsal’ın zamanıdır.
Eliade’nin dinsel simgeler ve mit alanındaki incelemelerinde sosyal bilim alanında 50’yi aşkın kuramsal çalışması vardır. Ayrıca edebiyat alanında da çeşitli eserler vermiştir. Çalışmalarını Rumence, İngilizce ve Fransızca kaleme almıştır. Başlıca eserleri: Le Mythe de l’Éternel Retour (Sonsuz Dönüş Mitosu), Le Sacré et Le Profane (Kutsal ve Dindışı), Images et Symboles (İmgeler ve Simgeler), Traité d’histoire des religions (Dinler Tarine Giriş), Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy (Şamanizm), A History of Religious Ideas (Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi).
Hanife Güven
Hopa’da doğdu. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi (1974). Bir süre Fransızca öğretmenliği yaptı. Daha sonra İzmir Yüksek Öğretmen Okulu’nda ve Buca Eğitim Fakültesi’nde (1981-2020) öğretim üyesi olarak çalıştı. Yabancı Dil Öğretimi alanında doktora yaptı. Fransızca öğretimi tarihi, öğretmen eğitimi, seyahatnameler ve çeviri alanında araştırmalar ve incelemelerde bulundu. İtalya Lecce (Salento) Üniversitesi ve Belçika’da Brüksel Hür Üniversitesi’nde (ULB) Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.