• Doğu Batı Sayı 110: Türkiye'de Siyasal Hayat - II

Doğu Batı Sayı 110: Türkiye'de Siyasal Hayat - II

  • 150,00 TL
  • 112,50 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda
  • Genel Yayın Yönetmeni: Taşkın Takış
  • Onursal Kurucuları: Halil İnalcık, Şerif Mardin
  • Yayın Kurulu: Oğuz Adanır, Ali Akay, Özcan Doğan, Kurtuluş Kayalı, Cansu Özge Özmen, Armağan Öztürk, Özgür Taburoğlu, Aytaç Yıldız
  • Dergi Başlığı: Türkiye'de Siyasal Hayat - II
  • Dönem: Ağustos, Eylül, Ekim 2024 [Yıl 27, Sayı: 110] 
  • Basım Bilgisi: 2000 Adet / 1. Basım: Mart 2024
  • Sayfa Sayısı: 205
  • ISSN: 1303-7242
  • Barkod: 9771303721107
  • Boyutları: 16,5 x 24 cm

TÜRKİYE’DE SİYASAL HAYAT - II

Armağan Öztürk
Bir İdeoloji Olarak Atatürkçülük

Seren Selvin Korkmaz
Cumhuriyet Halk Partisi ve İttifaklar Siyaseti

Behlül Özkan
Kılıçdaroğlu’nun Ana Muhalefet Liderliği ve İşbirlikçilik

Ali Haydar Fırat ile Röportaj
Türkiye’de Muhalefet, CHP ve Demokrasi

Vahap Coşkun
HEP’ten DEM’e

Ayhan Bilgen ile Röportaj
Türkiye’de Siyaset ve Demokrasi

Simten Coşar
100 Yıllık Cumhuriyet için Barışa Bakmak

Gülbeyaz Karakuş
Şiddet Sarmalı: Türk Siyasal Hayatında Şiddetin Meşrulaştırılması

Cengiz Sunay
27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a Askerî Müdahaleler

Hilmi Demir
Gülenist Kültte Hıncın Teo-Politiği

Oğuz Adanır
Merkez-Çevre ya da Merkez-Taşra Hakkında

Türkiye’de Siyasal Hayat

 

Türk siyasi hayatı siyasal modernleşmenin gölgesinde şekillendi. Siyasete etki eden tüm aktörler modernleşmenin itici güç olduğu bir konjonktür içinde konum aldı. Bu genel tespitin ışığında tarihe daha nüanslı bir şekilde baktığımızda ise karşımıza bir dizi sistemik unsur çıkıyor: Öncelikle üretilen siyaset(lerin) tarihsel sosyolojik anlamda bazı yapısal kısıtlar içinde hareket ettiğini söyleyebiliriz.

Devlet aygıtının fazlasıyla güçlü, sivil toplumun ise zayıf olduğu Asyatik toplum modeli ilk önemli ayrıntıya karşılık gelmektedir. Bu zemin içerisinde kamusal alan demokratik kültüre istikrar kazandıracak kadar genişleyemedi hiçbir zaman. Dahası sivil aktörler demokratik kültürü tam anlamıyla içselleştiremediler. İslâmcısından Kemalistine, liberalinden muhafazakârına, sosyalistinden milliyetçisine bu ülkenin farklı ideolojik formlarının takipçilerinde çoğunlukçu bakış hep baskın konumda oldu. Farklı olana tahammül etmeme, görüş ve tezleri sadece ait olduğu mahalledeki yankı odalarında dillendirme ve ötekine karşı mahkûm edici bakış demokratik müzakere yollarını en baştan itibaren tıkadı.

Bu antidemokratik üst yapıyla sınıfsal pozisyonlar arasındaki ilişki de sorunsallaştırılabilir. Patrimonyal siyasete atıfla zengin/sözde burjuva sınıfıyla devlet aygıtı arasındaki ilişki bağımlılık temelinde şekillendi. Burjuvazinin, düşünsel özerkliği, sivil toplumu ve demokratik kültürü destekleyen bir özne gibi davranmaması, yani kamusal alana etki eden politik angajmanlardan özenle kaçınması devlet-toplum ilişkisindeki dengesizliği güçlendirmiştir. Tabii burjuvazinin bir iç çeşitliliğe sahip olduğu, en azından İslâmi ve seküler kesimlerin sözde burjuva sınıfı içinde ayrı kompartımanlar şeklinde hareket ettiği doğrudur. Ancak bu durum sözde burjuva­zinin göreli zayıflığı argümanında bir değişikliğe yol açacak nitelikte kapsamlı sonuçları beraberinde getirmemektedir.

Devletin sınıflar üstü konumu köylü ve işçi sınıfları bakımından da tartışmaya açılabilir. Türkiye’de tarım nüfusu oldukça geç bir tarihte tasfiye olmuştur. Modernleşme tecrübemiz iki yüz yılı aşmış olmasına rağmen geniş köylü kitlenin kentli nüfusunun gerisinde kaldığı yıllar 1980’lere karşılık gelmektedir. Tarım toplumu koşullarının çok uzun bir süre sosyolojik vasatı temsil etmesi ekonomik ve siyasi modernleşmemizi oldukça olumsuz etkilemiştir. Tarım kapitalistleşmediğinden ülke kalkınma için ihtiyaç duyduğu sermayeyi dışarıda aramış, bu sermaye eksikliği durumu da ekonomi dolayımıyla toplumsal hayatı istikrarsızlaştırmıştır. Osmanlı-Türkiye ekonomisi istisnai dönemler hariç dışarıya sattığından daha fazlasını alan, döviz kıtlığı nedeniyle ödemeler dengesi açığı veren, işsizliği ve fiyat artışını makul seviyelere indirmekte zorluk çeken bir ülke görünümü sergilemiştir. Ekonomik krizlerin siyasi krizleri tetiklediği, kırılgan demokrasinin ya askerî darbeler ya da seçilmiş hükümetler yoluyla otoriterleştiği yıllar Türk siyasi tarihini özetlemektedir.

Bu noktada bürokrasi-köylülük ilişkisine dair bir hatırlatmada bulunmak gerekli. Türkiye’de bürokrasi tarımın tasfiyesini geciktiren bir strateji izlemiştir. Aşar vergisinin kaldırılması, Köy Enstitüleri girişimi ve tarımsal ürünlere uygulanan yüksek düzey sübvansiyonlar geniş köylü kitlenin kırsal alanı terk etmesini geciktirmiştir. Sözde burjuvaziye karşı köylüyü koruyan bürokratik siyasetin Kemalizmin hem sağ hem de sol versiyonlarında oldukça etkili olduğu söylenebilir. Kırsal kesimdeki nüfus fazlalığının siyasete en önemli etkisi ise muhafazakârlık olmuştur. Kentleşme, vatandaşlık bilinci, ekonomik ve siyasal modernleşme aşamaları olgunlaşmadan herkesin seçme ve seçilme hakkına sahip olması Türk demokrasisini vatandaşlık haklarını zamanla genişleten gelişmiş burjuva demokrasilerinden ayıran en önemli toplumsal etmendir. Sağ partilerin siyasetteki hegemonik konumu önemli ölçüde bu köylülük-muhafazakârlık ilişkisiyle yakından ilgilidir.

Türk siyasetini belirleyen yapısal faktörler meselesinde son olarak dış konjonktüre değinilebilir. 1923-1945 arası ulus devlet inşa dönemi hariç tutulursa Türk siyasi hayatı hemen her dönem uluslararası siyasetin etkisine açık bir seyir izlemiştir. Ülkedeki politik hayat kapitalist-liberal dünya düzeni ve bu düzendeki kompozisyon değişikliklerine fazlasıyla duyarlıdır. Bu bağlamda Batı dünyasında demokrasi momentinin gerilemesiyle Türkiye’nin otoriterleşmesi süreci arasında yapısal bir devamlılık olduğu söylenebilir.

Siyasi hayata damgasını vuran yakın dönem gelişmeler bakımından ise iki başlık ön plana çıkmaktadır: Öncelikle kriz meselesine değinebiliriz. Türkiye toplumu son on yılda gittikçe derinleşen bir krizle birlikte ­yaşamak zorunda kalmıştır. Toplumsal yozlaşma, gündelik yaşamda anomi, giderek daha fazla sayıda insanın beklenti ve alışkanlıklarının altında bir hayata razı olması ve devlet aygıtı içerisinde güç müdahalesi, deneyimlediğimiz kriz halinin başlıca göstergelerine karşılık gelmektedir.

İkinci mesele Türk demokrasisindeki irtifa kaybıyla ilgilidir. Türkiye’de demokrasinin seviyesi temel hak ve özgürlüklerin siyasal sistem içerisinde öncelikli bir alan olmaktan çıkması ve bloklar halinde kutuplaşmanın müzakere zeminini ortadan kaldırması gibi nedenlerle sürekli bir şekilde gerilemektedir. Bu süreç içerisinde siyasi kriz devlet krizi şeklinde yeni bir boyut kazanmış ve çatışmacı zemin aynı anda hem sivil toplum hem de siyasi toplumu kapsayacak ölçüde genişlemiştir. Tüm çatışmaların kristalize olduğu bir zeminde, Erdoğan rejiminin otoriter popülizme doğru istikrar kazanması, sistemin muhaliflerinin ise seçim ittifakları yoluyla karşı tarihsel blok inşasına katkı sunması yakın dönem Türk siyasi hayatının özeti niteliğindedir.

Bu genel çerçeve dışında ayrıca yazı ve yazarlarımıza değinebiliriz. Türkiye’de Siyasal Hayat I-II sayılarının ilk makalesi Armağan Öztürk tarafından kaleme alındı. Siyasi kültürün epistemolojik çerçevesine ışık tutmaya çalışan Öztürk Türkiye siyasetindeki uzun dönem eğilimleri ve başlıca aktörleri ortak bir kavram seti içerisinde kavramlaştırmayı amaçlamaktadır.

Bir sonraki makalemiz Ali Yaşar Sarıbay’a ait. Sarıbay Türkiye’nin mo­­dernleşme serüvenini bir dünyaya açılma veya dünyasallaşma süreci ola­­rak tanımlamaktadır. İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş bu değişimin mahiyetini farklılaştırmış ama yönünü sabit kılmıştır. Sarıbay, makalesinde Cornelius Castoriadis’in teorik çerçevesine dayanarak ulus devletin kurumsallaşma sürecini analiz etmeye çalışmaktadır.

Türk Anayasa Geleneğinde Bir Eksiklik Olarak Anayasacılık adlı çalışmasında Fatih Demirci’nin ortaya koyduğu temel tez ise Türk siyasal hayatının hukuki çerçevesini çizen anayasaların iktidarı sınırlamaktan çok olağanüstü dönemlerde devleti güçlendirmeyi amaçlayan bir bakış açısını yansıttığı yönündedir. Bu hatırlatma bağlamında Türkiye’de anayasalar anayasacılık hareketi tarafından yönlendirilen metinler olmaktan uzak bir içeriğe sahip, sadece biçimsel anlamda anayasa standartlarını taşıyan, gerçekte ise anayasal ruhtan uzak belgelere karşılık gelmektedir.

E. Fuat Keyman’ın metni Türkiye’deki demokrasi eksikliği sorununu parantez içine alarak sivil toplum kavramını yeniden tartışmayı amaçlıyor. Yazara göre bir çoklu küresel kriz çağında yaşıyoruz. Belirsiz, güvensiz, kutuplaşma derecesi çok yüksek bir dönemden geçiyoruz. Gerek yaşadığımız küreselleşen dünya gerekse Türkiye, belirsizlik ve güvensizlik içinde endişe ya da korku toplumuna dönüşmüş durumda. Bu vasat karşısında sivil toplumu yeninden canlandırma ve kamusal alanda etkili aktörlere dönüştürme çabası daha da önemli hale geliyor. Yazarın önerisi sivil düşünce kuruluşları, kent-mahalle konseyleri ve diğer sivil inisiyatiflerini içine alan yeni bir kamusallığın teorik inşasıyla ilgili.

Menderes Çınar kaleme aldığı makalede cumhuriyetin demokratik potansiyelini tartışmaya açıyor. Yazara göre Türk demokrasisi çatışmaları iyileştirme ve eşit yurttaşlık siyasetine alan açma gibi hususlar bakımından kırılgan bir içeriğe sahip. Bu tarihsel-yapısal bagajı dikkate almak kaydıyla kusurlu demokrasiyi teslim olduğu aşırı sağ otoriterlikten kurtarmak ise politik bir ihtiyaç olarak önümüzde durmakta.

Siyasi hayatı ampirik bir zeminde tahlil eden iki metin okuyacağız peş peşe: Öncelikle Nurettin Kalkan tarafından kaleme alınan Rekabetçi Otoriter Rejimlerde Muhalefetin Koordinasyon Problemi adlı makale Mayıs 2023 seçimlerinin muhalefet açısından büyük bir yenilgiyle sonuçlanmasını ittifak siyasetindeki kurgu ve koordinasyon sorunu bakımından ele almakta. Yazara göre ittifak formülasyonu en baştan itibaren yanlış dizayn edildi. Ayrıca partiler arasında verimli işbirliği iklimi bir türlü tesis edilemedi. Yunus Şahbaz ise Türkiye’de siyasi parti-seçim sistemi ilişkisini inceledi. Yazara göre Türk parti sistemi ve Türk siyasal hayatında göz ardı edilmemesi gereken ana unsurlardan birisi splinter partilerdir. Sartori’nin terminolojisine atıfla “şantajcı” parti gibi davranan splinter partiler konjonktürel koşulların da etkisiyle partiler arası siyaseti güçlü bir şekilde etkileyebilmektedir. Şahbaz, 1960-1980 döneminde etkili olmuş iki splinter partiyi, Yani Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Demokratik Parti’yi ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Çalışma ortaya konulan çerçevenin 2018 sonrası parti bölünmeleri açısından da işlevsel olduğunu gösteren bir dizi ayrıntıya sahip.

Bir sonraki çalışma Mete Kaan Kaynar’a ait. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin inşa sürecini siyasi tarih zemininde tartışmaya açan yazara göre kabine-başbakanlığın kabile-reise evrildiği metaforik bir kırılmayı deneyimlemekte Türk siyaseti. Türkiye’de demokrasi-siyasi parti ilişkisini ele alan Fahri Bakırcı ise demokratik iç işleyişe sahip olmayan siyasi partilerin biat kültürünü yeniden ürettiğini ileri sürmekte. Yazara göre siyasi partiler bağımlılık ilişkisini kurumsallaştırdıkça demokratik kültürden daha da uzaklaşıyoruz. Rejimin Neo-Patrimonyal Sultanizme sürüklenmesiyle siyasi partilerdeki bu demokrasi eksikliği sorunu arasında ise yakın bir bağ var. Mevcut Siyasi Partiler Kanununun lider sultasına dayalı siyasi parti düzeninin yapısal dayanaklarından biri olarak iş gördüğü tespiti çalışmanın üzerinde durduğu bir diğer hususa karşılık gelmekte.

Popülizm-Milliyetçilik Ekseninde Kimlik Siyaseti: Erdoğan’ın Seçim Konuşmalarında Öteki adlı makale İsmet Parlak’a ait. Yazar 14-28 Mayıs seçim sürecinin iktidar partisi özelinde söylemsel analizini yapıyor. Parlak’a göre Erdoğan seçmeni ikna etmek için değer ve kimlik temelli bir dil kullanmış durumda. Parlak’ın çalışmasını din-siyaset ilişkisi üzerine iki önem­li metin takip etmekte.

İlk çalışma Yavuz Çobanoğlu’na ait. Yazar geleneksel toplum düzeni ve İslâm dinindeki cinsellik normlarını sosyolojik bir dikkatle ele alıyor. Çobanoğlu’na göre İslâmcı zihniyet dünyasının cinsellik söylemi hem tavır hem de eylemler düzeyinde bir hayli sorunlu. Bir diğer çalışma Yavuz Yıldırım tarafından kaleme alındı. İslâmcı hareketin siyasetle ve devletle kurduğu ilişkiyi parantez içine alan makale Türkiye siyasetindeki dönüşümü toplumsal hareket perspektifi içinden okumalarla temellendirmeye çalışmakta. Yıldırım’a göre İslâmcı hareket, hareket olma özelliğini yitirerek devleti korumayı esas alan bir kuruma dönüşmüş durumda.

Bir sonra gelen II. Ciltteki ilk çalışmamız Bir İdeoloji Olarak Atatürkçülük adını taşıyor. Makalenin yazarı Armağan Öztürk’e göre Atatürkçülük seyrek bir ideoloji. Bu ideolojinin cumhuriyetçilik, laiklik ve milliyetçilik gibi siyasi yönelim ve düzenlemelerle yoğun bir ilişkisi var. Metin, Kemalizme yönelik eleştiriler ve Post-Kemalizm koşullarında ortaya çıkan son durumu tahlil eden bir dizi tespitle sona eriyor.

Sayımızda CHP’yi tartışmaya açan iki makale ve bir de röportaj yer almakta. Seren Selvin Korkmaz tarafından kaleme alınan Cumhuriyet Halk Partisi ve İttifaklar Siyaseti adlı çalışma 2023 seçim sürecindeki ittifak stratejisini tartışmaya açmakta. CHP’nin ittifak stratejisi karar alma mekanizmalarındaki aktör değişiklikleri ve ülkedeki yapısal, kurumsal faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan, deneyimlenerek geliştirilen bir siyasi yöntemdir. Öte yandan ittifak stratejisinin kendisi de zamanla partinin kimliğinde ve siyaset yapma tarzında bir değişikliğe sebep olmuştur. Yazara göre ana muhalefet partisi farklı ideolojileri bir arada tutan uzlaştırıcı, arabulucu bir moderatör parti rolüne bürünerek hem ittifakların başat aktörü olmuş hem de denge siyasetinin sınırlarını deneyimlemiştir.

Behlül Özkan’ın Kılıçdaroğlu’nun CHP Liderliği Dönemi üzerine yaptığı analiz işbirlikçilik kavramını ön plana çıkarıyor. Çalışmanın temel savı; AKP’nin çok da başarılı olmayan yönetsel performansına rağmen iktidarda kalabilmesinin bir nedeninin Kılıçdaroğlu’nun iktidarla girdiği işbirlikçi ilişki olduğudur. Direniş, boykot, sine-i millete dönmek ve benzeri mücadele yolları yerine Kılıçdaroğlu, devlet ve bürokrasiyle temas halinde kalarak iktidarın kendisine devredileceği varsayımı üzerine muhalefeti inşa etti. Ana muhalefet liderinin iktidar bloğuyla eklemlenme düzeyindeki bu çarpıklık seçim yenilgisiyle sonuçlanan politik eylemlilik halinin en büyük zaafı olarak yakın dönem siyasi tarihimize damga vurdu.

CHP Parti Meclisi üyesi Ali Haydar Fırat’la Türkiye’de Muhalefet, CHP ve Demokrasi üzerine yaptığımız röportaj Halk Partisi’nin genel seçimde aldığı ağır yenilgiyi, Kılıçdaroğlu’nun liderlik performansını, Halk Partisi’ndeki ideoloji ve örgüt sorununu ve ayrıca yeni dönemi masaya yatırıyor.

Vahap Coşkun’un makalesiyle birlikte odak noktamız Kürt hareketine doğru kayıyor. HEP’ten DEM’e Kürt siyasetinde adı öne çıkmış partileri analiz eden Coşkun 2015 sonrası süreçte ciddi bir kırılma yaşandığını iddia etmekte. Kürt hareketi öncülüğünde kurulan partiler göreli bir şekilde toplumdaki popülerliklerini yitirmekte. Bu dramatik dönüşümü sadece siyasi iktidarla Kürt hareketi arasındaki gerilimli ilişki üzerinden açıklamak ise imkânsız. PKK ile arasına mesafe koymayan, Türk sosyalistlerine fazlasıyla geniş bir politik manevra alanı açan ve son olarak yeni kuşak seçmenlerin beklentileri okumakta güçlük çeken Kürt hareketi siyasal gücünü yavaş yavaş yitiriyor.

Ses Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen’le yapılan röportaj ise Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde muhalefet sorununu kendisine referans alıyor. Kürt hareketinin bugünkü durumu, siyasi partilerde parti içi demokrasi eksikliği meselesi ve yaklaşan yerel seçimler Bilgen tarafından vurgulanan diğer konu başlıklarına karşılık gelmekte.

“Türkiye’de Siyasal Hayat” konulu sayılarımızın son yazıları barış fikri, şiddet, şiddeti meşrulaştıran söylemler, askerî darbeler ve merkez-çevre gibi konu başlıklarına ayrılmış durumda. Simten Coşar tarafından kaleme alınan 100 Yıllık Cumhuriyet için Barışa Bakmak adlı makale Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca gündeme gelen barış talepleri ve barış tanımlarını tartışmaya açıyor. Kopuş ve süreklilikleri feminist bir perspektiften ele alan yazar barış talebinin politikleşme sürecindeki dönemsel dinamikleri okuyucunun dikkatine sunuyor.

Yazısında Türk siyasal hayatında şiddetin rolünü ele alan Gülbeyaz Karakuş ise siyasi kimlikler ve ideolojilerin meşrulaştırıcı işlevine dikkat çekmekte. Siyasi konumlanmada, mutlak haklılık ve “öteki”nin mutlak haksızlığı anlayışı, her ne kadar şiddete “karşı olunsa da” bir şekilde şiddeti ve şiddet faillerini karşıtı üzerinden aklamaktadır. Bir sonraki makalemiz Cengiz Sunay tarafından kaleme alındı. 27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a kadar çeşitli darbe girişimlerini tahlil eden yazara göre Silahlı Kuvvetler içinde bir darbe geleneği olsa da ortaya konulan gerekçeler ve organizasyon şeması bakımından darbe girişimlerin siyasi niteliği bir hayli çoğulcudur. Bu bağlamda her yeni olayda kendini tekrar eden tek bir tip darbe tarihinden bahsetmek oldukça güçtür. Hilmi Demir, Gülenist Kültte Hıncın Teo-Politiği adını taşıyan makale dinî bir cemaatin kült bir yapıya doğru radikalleşme sürecini sorunsallaştırıyor. Yazara göre kült yapılar ötekine karşı şeytanlaştırıcı bir dil kullandıkları için hıncın toplumsallaşmasına ve siyasal kutuplaşmaya hizmet ediyor. II. cildin son çalışması ise Oğuz Adanır’a ait. Yazar, Şerif Mardin ve Sabri Ülgener referanslarıyla Türkiye’deki merkez-taşra gerilimini analiz etmeye çalışıyor. Adanır’ın metninde dinin toplumsal hayattaki yeri ve güncel siyaset üzerine yorumlar önemli ara başlıklar olarak dikkat çekmekte.

 

Doğu Batı