• İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya

İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya

  • 430,00 TL
  • 301,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

Schopenhauer’ın Einstein’dan Schrödinger’e, Nietzsche’den Wittgenstein’a, Wagner’den Mahler’e, Tolstoy’dan Beckett’a günümüz kültür dünyasını şekillendiren pek çok kişiyi etkileyen ve felsefe tarihinin başyapıtlarından biri olan İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’sı, birinci basımının ardından iki yüzyıl sonra nihayet ilk kez tam metin çevirisiyle Türkçede yeniden doğuyor.

Görkemli bir manzaraya şahit olmak için insanın tırmanmayı göze aldığı yücelikler vardır. Bu yolculukta yükseklere çıktıkça havanın gitgide daha ince bir hal alarak keskinleşip serinlemesi kişiyi canlandırır ve manzara da ona yavaş yavaş açılmaya başlar. Artık aşağılarda kalan çarşı pazarların ve hesap çıkarların dünyasının gürültüsü buraya ulaşamaz; zirvede ise –sükûnet, huzur ve anlayışı da beraberinde getiren– tanrısal bir gözden manzaraya şahit olunur. Schopenhauer felsefesinin merkezindeki İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’yı okumak da tıpkı bu şekilde dört ara aşamalı bir tırmanış güzergâhında olmak gibidir. Her adımda dünyayı deneyimin ve bilimin nesnesi olarak idrak ediş, aklın başarabileceklerinin sınırları, beden ve dünya bağı, dünyaya arzu temelli bağların sanatta ve varlığa bütüncül bakış yoluyla çözülme imkânı açılır ve kitabın şahikasına da son cümleye varmakla ulaşılır.

Tüm bunların yanında Kant felsefesinin tamamının en kapsamlı eleştirisi de mevcuttur.

A. Onur Aktaş, not düştüğü açıklamalarıyla ve çeviride seçtiği her kavram için hesap verişiyle okuru Schopenhauer’ın gerçek felsefesiyle buluşturmaktadır.


  • Yazar: Arthur Schopenhauer
  • Kitabın Başlığı: İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya
  • Orijinal Başlık: Die Welt als Wille und Vorstellung
  • Çeviren: A. Onur Aktaş [Almanca]
  • Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış, Ufuk Coşkun
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 261; Felsefe Dizisi - 72
  • Basım Bilgileri: 3. Basım / Ekim 2023 [1. Basım / Mayıs 2020]
  • Sayfa Sayısı: 746
  • ISBN: 978-625-7030-13-7
  • Kapak Resmi: Katsushika Hokusai, Büyük Dalga.
  • Boyutları: 13,5 x 21

 

Çeviriye Dair

İkinci Basıma Dair

İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya – Kitabın Genel Yapısı

Arthur Schopenhauer – Kronoloji


İlk Basıma Önsöz

İkinci Basıma Önsöz

Üçüncü Basıma Önsöz


Birinci Kitap
Tasavvur Olarak Dünya

Birinci İnceleme

Yeterli Temel İlkesine Tâbi Olarak Tasavvur: Deneyimin ve Bilimin Nesnesi


İkinci Kitap
İsteme Olarak Dünya

Birinci İnceleme
İstemenin Nesneleşmesi


Üçüncü Kitap
Tasavvur Olarak Dünya

İkinci İnceleme
Yeterli Temel İlkesinden Bağımsız Olarak Tasavvur Platonik İdea: Sanatın Nesnesi


Dördüncü Kitap
İsteme Olarak Dünya

İkinci İnceleme
Elde Edilen Öz-İdrak ile Yaşama İsteğinin Onaylanması ve Reddedilmesi


Ekler
Kant Felsefesinin Eleştirisi


Dizin

İlk Basıma Önsöz

 

Bu önsözde kitabın tam olarak anlaşılması için nasıl okunması gerektiğine dair önerilerim olacaktır. Bu kitap boyunca ifade edilmeye çalışılan aslında sadece tek bir düşüncedir. Lakin bütün çabalarıma rağmen, bu tek düşünceyi ifade etmek için elinizdeki şu kitaptan daha kısa bir yol bulamadım. Bana göre bu düşünce, felsefe adı altında iştigal olunan kadim uğraşının hedeflediği şeydir. Ve işte bu yüzden bu hedefe ulaşmak, tarihle içli dışlı olanlar tarafından, “felsefe taşı”nı bulmak kadar imkânsız addedilir. Gelgelelim Plinius böylelerini şu sözlerle uyarmıştır: Quam multa fieri non posse, priusquam sint facta, judicantur? (Hist. nat. 7, 1.)

Dolayısıyla, ifadesini bulan bu tek düşünceye farklı yönlerden bakıldığında bu düşünce, bazen metafizik, bazen etik ve bazen de estetik olarak görülecektir. Ve tabii ki bu tekil düşünce, –benim kabullendiğim şekliyle– bütün bunların hepsidir.

Bir düşünce sisteminin daima mimari bir yapısı olmalıdır. Yani her parça ardından gelen parçayı desteklemelidir, fakat sonra gelen parça öncekini desteklemez. Binanın temelindeki taş diğer bütün parçaları desteklerken, en zirvedeki taş ise hiçbir şeye destek olmaz. Buna karşılık ise tek bir düşünce, ne kadar kapsayıcı olursa olsun, mükemmel bir uyumu koruyabilmelidir. Fakat bu düşünce, iletilebilmesi için parçalara bölünmelidir ve dolayısıyla bu parçalar arasındaki bağlantılar da organik olmalıdır: Yani her parça bütünü ve bütün de her parçayı desteklemelidir; herhangi bir parça ne ilk ne de sondur; her bir parça bütünü daha açık hale getirirken bütün anlaşılmadan da en küçük bir parça bile tam olarak anlaşılamaz. Gelgelelim, bir kitabın bir ilk bir de son satırı olmalıdır ve bu açıdan bakınca kitap –içeriği ne olursa olsun– pek de canlı organizmaya benzemez. Dolayısıyla burada biçim ve içerik birbirleriyle çelişmektedir.

Bu durumda sözü geçen düşüncenin kavranabilmesi için kitabın iki kere okunması harici bir tavsiye verilemez. Kitabın ilk okunuşu sabırla olmalıdır. Bu sabrın kaynağı ise neredeyse kitabın sonunun başını gerektirdiği kadar, başlangıcının da sonu gerektirdiğine ve her bölümün bir sonraki bölümü gerektirdiği kadar, sonraki bölümlerin de öncekileri gerektirdiğine gönüllü olarak inanmakta bulunmalıdır. “Neredeyse” diyorum zira bu durum “mutlak” değildir. Daha sonra açıklanacak olan ne varsa ona öncelik verme adına mümkün olan her şeyi ve dolayısıyla genel olarak bu tek düşüncenin kolaylıkla ve açıkça anlaşılmasına yardımcı olabilecek ne varsa dürüstçe ve itinayla yaptım. Evet, hatta amacıma belirli bir dereceye kadar ulaşabilirdim de; fakat okur doğal olarak okuduğu anda sadece yazılı olanları değil bu yazılanların olası sonuçlarını da düşünür. Sonuç olarak kitabın, çağımızın ve hatta bir ihtimal okurun hâlihazırdaki fikriyatı ile gerçekten çelişen noktalarına öngörülebilir veya hayalî pek çok yenisi de eklenebilir. Dolayısıyla aslında sadece yanlış anlama gibi görünen yerler etkin bir şekilde reddedilmelidir. Her ne kadar titizlikle elde edilmiş olan açıklamalardaki netlik ve ifadedeki berraklık, söylenmekte olan sözün doğrudan anlamına dair herhangi bir şüphe uyandırmasa da böylesi bir berraklık, hâlihazırda söylenmekte olan sözle henüz söylenmemiş olan arasındaki bağı aydınlatamayacağından sorun biraz daha alevlenir. Bu itibarla, daha önce de belirttiğimiz gibi, kitabın ilk tetkiki, ikinci okumayla birlikte her şeyin veya pek çok şeyin farklı bir ışıkta görüneceği inancından kaynaklanan bir sabır gerektirmektedir. Dahası çok zorlu bir konu üzerinde tamamen ve kolaylıkla anlaşılabilir olma çabası ara sıra yapılacak tekrarları da haklı kılmaktadır. Bütünün, zincirlerle birbirine bağlanmış herhangi bir şeye benzemeyen organik yapısı, bazen aynı konuya iki kez değinmeyi gerektiriyor. Aslında kitabı bölümlere ve paragraflara ayırmayı çok kıymetli bulmama rağmen, böylesine bir yapı ve bu yapıyı oluşturan parçaların birbirleriyle olan sıkı bağları, bunu yapmama izin vermedi; bilakis beni tek bir düşüncenin dört esas veçheye bölünmesi ile yetinmeye zorladı. Bu dört kitabın her birinde tartışılması gereken ayrıntılar üzerinde durulurken okur, bu ayrıntıların da parçasını oluşturdukları temel düşünceyi ve bütünlüklü olan araştırmayı gözden kaçırmamaya dikkat etmelidir. Böylelikle filozofa karşı mütereddit okurdan (zira kendisi de bir filozoftur) kaçınılmaz olan ilk ricamı, tıpkı daha sonra eklenecekler gibi, belirtmiş bulunmaktayım.

Okurdan ikinci beklentim, bu kitaba girişin daha önce okunmasıdır. Bu giriş, bundan tam beş yıl önce Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine: Felsefi Bir Deneme başlığıyla yayımlanmış olmasına ve kitabın kendi içinde bir bölüm olmamasına rağmen okunmalıdır. Bu giriş ve hazırlık niteliğindeki inceleme ile bir yakınlık olmadan eldeki bu kitabı doğru düzgün anlamak mümkün olmayacaktır ve sözü geçen incelemenin içeriğinin, adeta bu kitaba dâhilmiş gibi bilindiği sürekli olarak varsayılacaktır. Tüm bunların yanında eğer inceleme bu kitaptan birkaç sene önce yayımlanmış olmasaydı, giriş olarak bu kitaba dâhil edilmez, aksine ilk kitaba yedirilirdi. Zira elinizdeki kitap, daha önce yayımlanmış olan incelemedeki konuları kapsamamakta ve haliyle bunlar konusunda sürekli o incelemeye referansla kapatılabilir bir eksiklik içermektedir. Her ne kadar sözü geçen incelemenin konusunu, o dönemlerde Kant’ın felsefesi ile yoğun bir şekilde uğraşmış olmamın etkisiyle kullandığım birçok kavramdan –örneğin kategoriler, dış ve iç duyu vb.– temizleyerek daha iyi bir şekilde ifade edebilecek durumda olsam bile, kendimden alıntı yapmak veya zamanında tatminkâr bir şekilde ifade ettiğim şeyi ittirerek başka şekilde ifade etmek konusunda gönülsüzlüğüm o kadar büyük ki ben de böyle bir yolu seçtim. Ne var ki o yazıda bu kavramları kullandım zira hem benim işlediğim konudan bağımsız ve ikincil durumdaydılar hem de o dönemde bu kavramlarla gerçekten derinlemesine uğraşmıyordum. Doğal olarak o incelemede yer alan böylesi pasajlar, eldeki bu metne aşinalık kazanıldıkça okurun zihninde kendiliğinden düzelecektir.

Fakat bu inceleme yoluyla yeterli temel ilkesinin ne olduğunu ve neyi anlattığını, nerede geçerli nerede geçersiz olduğunu, bu ilkenin şeylerden önce gelmediğini, bütün dünyanın onun neticesinde ve ona uygun, yani onun doğal sonucu olduğunu; daha doğrusu, ne türden olursa olsun herhangi bir nesnenin özneye göre oluşunu belirten sadece bir kalıp olduğunu (ki özne bilen bir birey olduğu sürece nesnenin bilgisi bireyden bireye değişmez) tam anlamıyla kavrarsak, işte o zaman burada bütün eski yöntemlerin hepsinden farklı olarak, ilk kez cüret edilen felsefenin yöntemine nüfuz etmek mümkün olabilir.

Kendimi kelime kelime tekrar etmeye veya kendimi yeterince iyi ifade etmişken aynı sözü ikinci defa ve daha kötü şekilde söylemeye duyduğum aynı gönülsüzlük, elinizdeki eserin birinci kitabında bir boşluk daha yaratıyor. Zira yazılmamış olsaydı burada kelimesi kelimesine yerini bulacak olan “Görme ve Renkler” başlıklı makalemin ilk bölümündeki her şeyi dışarıda bıraktım. Haliyle bu kısa makale ile bir tanışıklık da gerekiyor.

Son olarak okurdan üçüncü beklentimden hiç bahsetmemiş olsam bile bu beklentinin bilindiğini varsayabilirim; zira bu beklenti bize çok yakın olan, son iki yüzyıldır felsefe dünyasına girmiş en önemli fenomenden başka bir şey değildir: Kant’ın ana eserleri. Daha önce başka vesilelerle belirtilmiş olduğu gibi, bu eserlerin anlattıkları bence gerçekten de katarakt yüzünden körleşmiş bir insana yapılan bir ameliyatın zihinde gerçekleştirilmesine benziyor. Ve eğer benzetmemizi sürdürürsek, benim amacım da katarakt ameliyatı başarılı geçmiş olanlara, ameliyatın gerekli koşulu olan bir çift gözlük vermek olarak anlatılabilir.

İşte bu nedenle, her ne kadar çoğunlukla büyük Kant tarafından başarılmış şeylerden başlasam da onun eserlerini çok ciddi bir şekilde çalışmış olmam, ondaki ciddi hataları da fark etmemi sağladı. Bu hataları ayırmam ve onların itiraza açık olduklarını göstermem gerekiyordu ki Kant’ın öğretisindeki doğru ve mükemmel olanı, hatalardan bağımsız ve saf olarak kullanıp varsayabileyim. Fakat kendi sunumumu Kant’a karşı yoğun polemiklere girerek tökezletmemek ve karmaşıklaştırmamak adına bu tartışmayı özel olarak kitabın ekler bölümüne koydum. Öyleyse şimdi, söylediklerimden şu sonucu çıkarabiliriz: Elinizdeki eser Kant felsefesi ile bir tanışıklık gerektirdiği gibi ekler bölümüyle de bir tanışıklık gerektiriyor. Haliyle, elinizdeki eserin birinci kitabının konusu özellikle alâkalı olduğu için, öncelikle ekler kısmını okumak da tavsiye edilebilir. Diğer taraftan, işin doğası gereği kaçınılmaz olarak, yeri geldikçe ekler kısmında da ana metne göndermelerde bulunulacak. Bunun sonucu ise ekler kısmının tıpkı ana metin gibi, iki kez okunması gerekliliğinden başka bir şey değildir.

Burada söyleyeceklerimiz açısından Kant’ın felsefesi ile sağlam bir tanışıklık, doğrudan pozitif bir şekilde varsayılmaktadır. Fakat eğer okur, eğitimi sırasında yüce Platon ile de ilgilendiyse, benim söyleyeceklerime daha hazır ve yatkın olacaktır. Gelgelelim doğrusu istenirse okur, bize Upanishadlar yoluyla ulaşan Vedalar’ın faydalarını elde ettiyse, benim gözümde en büyük avantaja sahip olacaktır. Bu avantaj, şahsi kanaatime göre, Sanskrit edebiyatının adeta 15. yüzyılda Yunan edebiyatının tekrar canlanmasına benzer bir şekilde çağımıza nüfuz etmeye başlamış olmasıdır. Hâlâ genç olan yüzyılımızın daha öncekilere olan üstünlüğü buradadır. Eğer okur kadim Hint bilgeliğine temas etmiş ve onu özümsemiş ise, o okur bu kitapta kendisine söyleneceklere en hazırlıklı olandır diyebilirim. Böyle bir okura kullandığım dil, birçoklarına görünebileceği gibi tuhaf ve düşmanca görünmeyecektir. Eğer çok iddialı olmasaydı diyebilirdim ki benim düşüncem hiçbir şekilde Upanishadlar’da bulunamayacak olsa da Upanishadlar’ı oluşturan birbirinden bağımsız özlü sözler, ifade edeceğim düşünceden çıkarılabilirdi.

* * *

Ne var ki çoğu okur sabırsızlıktan sinirlenmeye ve epeydir içlerinde tuttukları kınamalarına başlamışlardır bile. Ne cüretle okurlara koşullar ve ilk ikisi tamamen cüretkâr ve iddialı olan taleplerle bir kitabı sunabilirim? Yaratıcı fikirlerin bolca bulunduğu, özellikle sadece Almanya’da bile sayısız dergi ve hatta gazetenin yanında her yıl yayımlanan üç bin kıymetli, özgün ve kesinlikle vazgeçilmez eserin kamu malı haline geldiği; eskiden tamamıyla kendine has ve derin filozof birkaç yüzyılda ancak ortaya çıkabilirken, sırf Almanya’da bile pek çoğu hâlâ hayatta olan böylesi filozofların sayısının hiç de az olmadığı bir dönemde, nasıl olur da koşullar ileri sürebilir ve taleplerde bulunabilirim? Öfkeli okur “Bu kadar detay ve belalar ile dolu bir kitabın sonuna nasıl varacağız?” diye soruyordur.

Bu tür kınamalara karşı söyleyebileceğim hiçbir şey yok. Tek ümidim, daha önce belirttiğim ön koşulları sağlamadan okumalarının faydasız olacağını söyleyerek zamanında uyarmış olduğum bu tür okurların tek bir saat bile kaybetmelerine engel olmadığım için biraz takdir görmek olacaktır. Ve başka sebeplerle de iddia edilebilir ki böylelerine bu eser hiçbir şey ifade etmeyecektir. Oysaki bu eser, sadece bir paucorum hominum olacak ve dolayısıyla sükûnet ve tevazuyla burada sıra dışı olan düşünme tarzından keyif alabilecek az sayıda okurunu bekleyecektir. Zira sahip olduğu karmaşıklığın, zorlukların, okurdan istenen çabanın yanında; düşünceleri şahikasına erişmiş, paradoksu ve yanlışı aynı kefeye koyan çağımızın kültürlü insanı, doğru ve yerleşmiş olarak kabul ettiği her şeye hemen hemen her sayfada ters gelen düşüncelerle karşılaşmaya da hazır olabilir mi? Ve sonra belki de kişinin –diğer pek çok kişinin olduğu gibi– yorumlama yöntemi hâlâ yaşayan bir filozofa uyduğundan, tam da burada bulmam gerekir diye düşündüğü şeyden hiç bahsedilmemiş olduğunu görünce nasıl da keyfi kaçacak ve bu kişi nasıl da hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bu sözü geçen filozof gerçekten sefil kitaplar yazmıştır ve onun ufacık bir zaafı vardır ki o da on beş yaşından önce öğrenip onayladığı her şeyi insan zihninin temel ve doğuştan gelen fikirleri zannetmesidir. Netice itibarıyla bu kişilere tavsiyem kitabı kenara koymaları olur.

Gelgelelim şundan da kaçınabileceğimi sanmıyorum: Önsözden buraya kadar gelmiş ve önsöz tarafından durdurulmuş okur, bu kitabı para verip aldığından bu durumun telafisinin olup olmadığını sorabilir. Benim son sığınabileceğim cevap, bir kitabın illa da okunarak değerlendirilmek zorunda olmadığıdır. Bu kitap da tıpkı diğer pek çokları gibi kitaplıktaki boşlukları doldurabilir. Kitaplıkta güzelce iyi görüneceği bir yere yerleştirilebilir veya eğitimli kız arkadaşının makyaj veya çay masasına konulabilir. Veya –benim özellikle tavsiye ettiğim– kitaba göz gezdirilebilir ki bence diğerlerine nazaran en iyisi de budur.

Şimdi, hiçbir sayfanın çok da ciddi bir yer kaplayamayacağı bu genellikle ikircikli hayatta, biraz şakalaşmayı kendime müsaade ettikten sonra, kitabımı derin bir ciddiyetle ortaya koyuyorum. Eminim ki kitabım er ya da geç, hedeflediği kişilere ulaşacaktır. Ötesine gelince, bilginin her dalında, özellikle de bilginin en önemli dalında hakikatin başına ne geliyorsa tam anlamıyla o gelsin diyerek sabırla geri çekiliyorum. Hakikatin, çelişik olarak suçlandığı ve önemsiz addedilip hor görüldüğü iki uzun dönem arasında sadece kısa bir zafer ânına izni oluyor. Hakikati ifade eden yazarın kaderi de aynı bu şekildedir. Fakat hayat kısa olmasına rağmen, hakikat uzaklara erişir ve uzun yaşar. Öyleyse haydi hakikatten bahsedelim.

 

Dresden, 1818

 

Arthur Schopenhauer (22 Şubat 1788 - 21 Eylül 1860)

Alman filozof. Varlıklı bir ailede dünyaya geldi. 1809 yılında Göttingen Üniversitesi’ne tıp öğrencisi olarak girdi, sonrasında aynı üniversitede beşerî bilimler alanında eğitimini sürdürdü. Bu yıllarda Platon ve Kant’ın düşüncelerini derinlemesine inceledi. 1811 yılında Berlin Üniversitesi’nde Fichte ve Schleiermacher’in derslerini takip etti. 1813-1814 yıllarında Goethe ile yakın bir dostluk kurdu. Bu yıllarda Doğu düşüncesi ve Hint öğretilerine ilgi duydu. Yaşamının son yıllarını Frankfurt’ta geçirdi, üniversite profesörlüğünden ayrıldı ve münzevi bir yaşam sürdü. Düşüncesinin merkezinde ilk basımı 1819 tarihli İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya vardır. Diğer kitapları buradaki düşünceler etrafında dönmektedir. Bu kitapta varlığın bütüncül bir resmi sunulmaktadır. Bu bütüncül resim ise –günümüz uygarlığını geliştiren pek çok düşünür, sanatçı, yazar ve bilim insanını etkilemesinin yanında– akademinin sınırlarını aşan bir güce sahiptir. Varoluşçuluktan Freudculuğa birçok akım ve düşünür Schopenhauer’ın başyapıtı İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’dan derin bir şekilde etkilenmiştir. Schopenhauer’ın diğer eserleri Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine (1813), Görme ve Renkler (1816), Doğadaki İsteme Üzerine (1836), Etiğin İki Temel Problemi (1841), Parerga ve Paralipomena’dır (1851). Bunların dışında Schopenhauer’ın, yayınevleri tarafından reddedilmiş olan Hume’un din ile ilgili eserleri ile Gracián’ın eserlerini Almancaya, Kant’ın eserlerini de İngilizceye çevirme girişimleri olmuştur. Gracián’dan Almancaya yapmış olduğu çevirisi ölümünden sonra yayımlanır. Berlin Bilimler Akademisi Schopenhauer’ı 1858 yılında üyeliğe davet eder. Schopenhauer bu teklifi reddeder. 1860 yılında Frankfurt’ta ölür.

Abdullah Onur Aktaş (d. 1979)

Lisans eğitimini ODTÜ İstatistik Bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini ODTÜ Felsefe Bölümünde tamamladı. Doktora çalışmaları sırasında Johannes Gutenberg Üniversitesi Schopenhauer Araştırmalar Merkezi’nde bulundu. Şu an Çankırı Karatekin Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir. Çeşitli ulusal ve uluslararası dergilerde makalelerinin yanında Aynılığın Tekrarından Biricikliğin Büyüsüne (İstanbul: Yeni İnsan, 2016) ve Nietzsche ve Dil (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2017) başlıklı iki kitabı bulunmaktadır.