Herder gelecekte yazmayı tasarladığı başyapıtı için günlüğüne şu notları kaydedecektir: “İnsan türü üzerine nasıl bir yapıt! İnsan ruhu üzerine! Dünyanın kültürü! Bütün mekânların! Zamanların! Halkların! Güçlerin! Karışımların! Biçimlerin kültürü! Asya dini!... Yunan’a dair her şey! Roma’ya dair her şey! Kuzey dinleri, hukuku, töreleri, savaş, onur! Papalık dönemi, keşişler, bilgelik!.. Çin, Japon politikası! Yeni bir dünyanın doğa öğretisi! Amerikan töreleri vs. İnsanlığın eğitiminin evrensel tarihi!” Bu amaçla romantikler arasında farklı iklimlere ve kültürlere açılan ilk düşünürdür o. Tarih felsefesi, dil felsefesi, çalışkanlık ve deha kavramı, tanrısallık, doğanın organizasyonu ve işbirliği, uygarlık tarihi alanlarında sürekli kendisine dönülen bu eser, Hegel dâhil birçok filozofu derinden etkileyecektir.
Herder’e göre mitoloji, şiir, folklor, halk şarkıları, masallar ve efsaneler, örf ve gelenekler bir ulusun gerçek yaratıcı kuvvetleridir. Sanat ve uygarlık bu kökler sayesinde gelişir ve serpilir. Herder, ulusal geleneklere eğilirken dar bir yurtseverlik sergilemez, bunların yaratıcılık için en değerli ilham kaynakları olduğunu belirtir. İnsanlığın zenginliğini, kültürlerin çeşitliliğini taçlandırmak ister. Tüm çağların ve toplumların aynı düzlemde topyekûn değerlendirilmesine karşıdır. Esasen her çağ ve her kuşak kendi bulunduğu koşullar içinde geçmişini yeniden yorumlamak durumundadır. Tarih doğal olgulardaki gibi bir süreklilik ve tekrarlardan oluşmaz. Onun kendisine özgü bir kavrayışı ve derinliği vardır. Herder’in Tarih Felsefesi’ni okurken her sayfada şu soru zihnimizin bir köşesinde yer edinir: “Dünyada her şeyin bir felsefesi ve bilimi varken bizi en yakından ilgilendiren genel insanlık tarihinin de bir felsefesi ve bilimi olamaz mı?”
- Yazar: Johann Gottfried Herder
- Kitabın Başlığı: Tarih Felsefesi
- Almanca Orijinal Başlık: Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menschheit
- Çeviren: S. Battal Arvasi [Almanca]
- Yayına Hazırlayan: Taşkın Takış, Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Kapak Resmi: Thomas Cole, Roma İmparatorluğu’nun Tekâmülü, 1836.
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 284; Felsefe Dizisi - 76
- Basım Bilgileri: 1. Basım / Kasım 2020
- Sayfa Sayısı: 747
- ISBN: 978-625-7030-36-6
- Boyutları: 13,5 x 21
Çevirenin Önsözü
Bu çeviri, Johann
Gottfried Herder’in Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menschheit adlı
eserinin çevirisidir. Eser, Heinrich Kurz tarafından Herders Werke (=
Herder’in Toplu Eserleri) adı altında dört cilt halinde yayımlanan ve basımı
Leipzig ve Viyana Bibliyografya Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen (1874)
serinin üçüncü cildini oluşturuyor.
Christoph Martin Wieland,
Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller ile birlikte Johann Gottfried
Herder (1744-1803), Alman edebiyatında klasik akım olarak tanımlanan
hareketin Weimar ekolünü oluşturan dört beyinden biridir. İnsanlık Tarih
Felsefesine İlişkin Düşünceler ve Hümaniteyi Teşvik Mektupları (Briefe
zur Beförderung der Humanität/1793-1797) adlı eserleriyle adı geçen akıma
öncülük eden Herder, Aydınlanmanın insan özerkliğini aklın eseri olarak gören
radikal anlayışına, ilk olarak İnsan Ruhunun Kavraması ve Hissetmesi
adlı denemesiyle muhalefet etmiştir. Akıl, ruh ve duygu insicamı içinde deha
kavramını keşfetmiştir. Onun “Deha, tohumda ağaç misali, insanda uyku
halindedir” sözü, bu bağlamda çok şey ifade ediyor. Ancak belirtmek gerekir ki
Herder, deha kavramını Aydınlanmanın akılcılığına karşı hiçbir
zaman bir koz olarak kullanmamıştır; tıpkı onu, en çok etkili olduğu edebiyat
ve edebiyat eleştirisi alanında estetik yasa ve biçimlere karşı bir saldırı
aracı olarak da kullanmadığı gibi.
Şair, ilâhiyatçı, dil ve
tarih filozofu olarak, kavimlerin dil, edebiyat ve kültürlerini ilk
mebde/menşe noktasından bakarak araştırmış ve bunu yaparken, her kavmin
tarihini, karakterini, iklim ve yaşadığı coğrafyadan kaynaklanan şartları daima
göz önünde tutmuştur. Herder, insanı “dünyamızı yaratanın bir yansıması” olarak
düşünüyor ve onu doğa ile bir insicam içinde değerlendiriyor; bu bağlamda
izlediği yol, onu, “insan doğasının amacı” ve aynı zamanda Tanrının insanoğluna
“yazgısını tayin” aracı olarak bahşettiği hümaniteye götürüyor. Onun değerimiz
olmak durumundadır dediği hümanite, insan doğasında eğilimler halinde mevcuttur. Bu
eğilimleri ortaya çıkarmanın yolu ise eğitimden geçiyor.
Düşünür, eldeki eserinde
insan-din ilişkisini anlatırken, “İnsan, hümanite ve dine uygun olarak şekillenmiştir” diyor ve bu
şekillenmeyi tayin eden temel eğilimlerin ve manevi güçlerin yetkinleşme alanı
olarak dini işaret ediyor. Din, “İlk ve son felsefedir” diyen odur. Hiçbir şey
din kadar insaniyetimizi ve doğamızı asilleştirmemiştir diyen düşünür, hakiki
dini, insan şekline bürünerek Tanrıya çocuk saflığı içinde kulluk olarak tarif
ediyor. Hümaniteyi Teşvik Mektupları’nda (H. Kurz, c. IV, s. 96), “İsa’nın dini, bizzat tâbi olduğu, öğrettiği, yaşadığı din,
insaniyetin ta kendisidir. Ondan başka bir şey değildir. O, kendisini insanoğlu
olarak tarif ediyordu ve şahsı için bundan daha asil bir sıfat tanımıyordu”
diyerek insan olmanın önemine dikkat çekmiştir.
Türk araştırıcı ve okurlar
için çevirdiğim eldeki eserle yararlı bir iş yaptığımı umut ediyorum.
S. Battal Arvasi
Önsöz
On yıl önce “Auch eine
Philosophie der Geschichte zur Bildung der Menschheit (= İnsanlığın
Şekillenmesine İlişkin Tarih Felsefesi)” adlı küçük yazıyı yayımladığımda,
yazının başlığında yer alan “auch (= de)”, “ein anch’io son pittore (=
Ben de bir ressamım)” cümlesiyle ifade edilenden başka bir şey ifade etmiyordu.
Başlıktan hemen sonra gelen “Ein Beitrag zu vielen Beiträgen des
Jahrhunderts (= Yüzyılın Birçok Yazısına İlaveten)” alt başlık ve altındaki
tevazu ifadesi, özdeyişin gösterdikleri gibidir Yazar, yazısının türümüz
tarihinin mükemmel bir felsefesi iddiasında olmadığını, aksine bu konuda
gidilebilecek birçok yol arasında terk edilmiş, ama gene de düşünce geçişine
elverişli bir patika niteliğinde olduğunu ifade etmek istiyordu. Yer yer
verilen alıntılar, yazarın bugüne kadar gidilmiş yollardan farklı bir yol takip
etmek niyetinde olduğunu yeterince gösteriyor. Dolayısıyla bu deneme, el ilânı
gibi bir şeydi.
Yazı kısa zamanda satılıp
tükendi ve bu, yeni bir basım için teşvik edici oldu. Ancak yeni basım okurun
önüne eski şekliyle çıkamazdı. Bu arada küçük eserimdeki bazı düşüncelerimin,
adım verilmeden, başka kitaplara alınıp yeterince kullanıldıklarını fark
etmiştim; tevazu ifadesi “de (=auch)” bu bağlamda unutulmuştu. Fakat türümüzün
dünyanın bütün halklarına uygulanmamış, uygulanamamış ve bizim çocukluk,
gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık çağı gibi birkaç alegorik ifadeyle
tanımlayabileceğimiz ve üzerinde kültür tarihini, daha çok da bütün
insanlık tarihinin felsefesini emin adımlarla ölçebileceğimiz o tarih
çizgisi aklıma hiçbir zaman gelmedi. Dünyada her halk, bir nebze de olsa kültür
sahibidir. Kültür olarak, çok defa da önemsiz bir konu olarak, tanımlanan şeyin
kader planındaki yeri nedir? Bu genellikle kısa tutulmuş, oldukça belirsiz bir
kavram. Aynı şekilde hiçbir şey bu kavramın bütün halklara ve zamanlara
uygulanması kadar da yanıltıcı değildir. Uygarlaşmış bir halk içinde
uygarlaşmış insan sayısı ne kadardır? Böyle bir imtiyazın yeri ve insan
mutluluğuna katkısı nedir? Bir başka deyişle, her bir insanın mutluluğuna
katkısı nedir? Bir soyut isim olarak bütün devletlerin mutlu olması, içindeki
her bir uzvun mutlu olmasıyla mümkündür ki bu ise bir çelişki ve mânâsız bir
sözden öteye gitmiyor.
O halde, yazının başlığına
layık olması için, işe çok daha derinden başlamak ve düşünceler çemberini çok
daha geniş çizmek lâzımdı. Sonsuz mutluluk nedir ve yaşadığımız dünyada bu ne
derecede gerçekleşiyor? Varlıklar arasındaki, en çok da insanlar arasındaki
farklara rağmen bu mutluluk dediğimiz şey, her yerde, her yapı altında, her
iklimde, durum ve koşulların bütün değişimlerinde, tüm yaş ve zamanlarda aynı
derecede mi gerçekleşiyor? Bütün bu farklı durumların bir ölçütü var mı?
Tanrının inayeti, bütün bu durumlarda mahluklarının son ve nihai temel
gayelerinden başka mutlu olmalarını da hesaba katmış mıdır? Bütün bunlar zaman
ve yapıların acımasız akışı bağlamında araştırılıp takip edilmeliydi. Görüldüğü
gibi, insanlığın bütünüyle ilgili olarak genel bir sonuca ulaşmak için, geniş
bir alanın taranması gerekiyordu. Bu konuda yazılmış ne varsa, hepsini
gençliğimden itibaren okumaya başlamış ve mümkün mertebe okumuştum. İnsanlık
tarihi hakkında çıkan ve içinde büyük ödevime ilişkin yazılara yer veren her
yeni kitap, benim için bir defineydi. Bu felsefenin son zamanlarda yükselişe
geçmesi, beni ayrıca sevindiriyordu. Kısaca, beni mutlu eden her destekten
yararlandım.
Kitabını takdim eden,
sunan bir yazar, eğer kitabı onun özgün düşüncelerini değil de, yıllarca arayıp
bulduğu ve özümsediği türden düşünceleri içeriyorsa, o yazar akıl ve
gönül serveti içinde yaşamış gibidir. Böyle bir yazar, öyle inanıyorum ki,
kitabıyla, beğenilsin veya beğenilmesin, ruhunun bir kısmını okura âdeta teslim
ediyor. O, belli zaman dilimlerinde ve meselelerde hayatı boyunca zihnen
nelerle meşgul olduğunu, nelerle uğraştığını ya da muavenet ettiğini ifşa
etmekle kalmıyor, aksine o (yoksa yazar olmak ve medenileşmemiş bir yığına
bağrındaki meseleleri aktarmaya onu cezbedecek başka ne olabilirdi dünyada?)
aynı zamanda yıllarının dolambacı içinde bu ve benzeri düşünceleri önemsemiş
olan aynı frekansta sınırlı sayıda başka canları da hesaba kattığını dile
getiriyor. O, onlarla görünmez bir şekilde hasbihâl ediyor ve onlarla
duygularını paylaşıyor, biraz daha ileriye giderek, samimi olduklarından daha
iyi düşünce ve nasihat bekliyor. Ruh ve gönüllerin bu görünmez iletişimi,
matbaanın tek ve en büyük hayırlı işi olmuştur, aksi takdirde yazarlıkla iştigal
eden milletlere yarar getirdiği gibi zarar da getirebilirdi. Bu kitabın yazarı,
kendini hep yazdıklarına gerçekten ilgi duyanların, yazdıklarının kendilerinde
içten ve daha iyi düşünceler uyandırmak istedikleri arasında gidip geldi. Bu,
yazarlığın en güzel yanıdır. İyi niyetli insanı sevindiren, söylediklerinden
ziyade uyandırdıklarıdır. Bunu düşünen biri, şu veya bu kitap ya da şu veya bu
kitabın bir düşüncesi, nasıl uygun görüyorsa, eğer ona sevinç veriyorsa, o
kitabı yazanın onun yakınında ya da uzağında olmasının bir önemi yoktur; o,
zihninde ona giden bir iz buluyor. Böyle bir kişi, yazarın kendisiyle
konuştuğu, ona içini döktüğü, düşünce noktasındaki eksiklerini kendisiyle
paylaştığı samimi bir dosttur, yoksa ücretli bir hizmetkâr değil. Amaç, deneyimli
okurun yazarla aynı şeyleri düşünerek, yetkinsizliğini yetkinliğe biraz daha
yakınlaştırmaktır.
İnsanlık tarihi, insanlık tarihinin felsefesi gibi bir konuda öyle
inanıyorum ki, okurun böyle bir hümaniteye sahip olması, makbul ve
birinci sırada gelen bir ödevidir. Yazmış olan bir insandı, okuyan sen de öyle.
O da yanılabiliyordu, belki yanılmıştır, senin sahip olduğun bilgilere belki de
sahip olamamıştır. O halde kullanabildiğini kullan ve onun iyi niyetini gör,
kusurlara takılıp kalma, daha iyisini sen inşaya devam et. O, zayıf bir elle
bitirilmesi yüzyılları alacak bir binanın temeline birkaç taş koydu. Ne mutlu
ki bu taşlar daha sonra, onları oraya taşıyan gibi, toprakla kaplanıp
unutulacaklar ve onların üzerinde ya da başka bir yerde daha güzel bir bina
yükselecek.
Bu arada farkına varmadan,
başında söylemeye çalıştığımdan bir hayli uzaklaştım. Birbirinden farklı
meşguliyetler ve görevler arasında bu maddeyi nasıl elde ettiğimin ve
işlediğimin hikâyesi. Çok erken yaşlarda, bilimlerin yeşerdiği ovaların
önümüzde uzayıp gittiği sabah saatlerinin tezyinatı içinde –ki ömrümüzün öğle
güneşi bunu daha sonra bizden çekip alıyor– aklıma sık sık şu geliyordu: Dünyada
her şeyin bir felsefesi ve bilimi varken bizi en yakından ilgilendiren genel
insanlık tarihinin de bir felsefesi ve bilimi olamaz mı? Metafizik ve ahlâk, fizik ve doğa tarihi ve nihayet din, her şey bana bunu
hatırlatıyordu. Doğadaki her şeyi bir ölçü, sayı ve ağırlığa göre tanzim etmiş,
nesnelerin varlığını, şekil ve bağlantılarını, hareket ve varlıklarını
sürdürmelerini, en büyük yapıdan toz zerresine, yerlerde ve göklerde olanlardan
örümcek ağının teline varıncaya kadar, her şeye kudret ve ihsanla hükmeden
Tanrı, insani beden ve insani ruhun güçlerinde de her şeyi o kadar mucizevi ve
ilâhi düşünmüş ki, o yegâne hikmet sahibini uzak bir noktadan
bile tasavvur ederken düşüncelerinin uçurumunun kenarında kaybolup gidiyoruz;
şimdi kendi kendime soruyorum, hal böyle iken nasıl olur da bu Tanrı, türümüzü
belirlerken ve düzenlerken bütündeki hikmet ve ihsandan vazgeçiyor ve bir planı
olmuyor? Ya da bizleri fazla ilgilendirmeyen düşük seviyedeki mahluklarda
sonsuz planının kanunlarını yeterince gösterdiği için, iş insana gelince bu
planını bizden gizlemek mi istiyor? Yoksa insan türü genel olarak çobansız bir
sürü müdür? Veya feryat eden şu bilgenin dediği gibi, “Onları denizde balıklar
ve haşarat gibi başıboş mu bırakıyorsun?” Ya da planı bilmeye ihtiyaçları mı
yoktur? İnsan kendi hayatının küçük planını bir bakışta görebilir mi diye
sorulacak olursa, görür derim, ama görebildiği kadar; çünkü attığı adımları
yönetmek için yeteri kadar bilgisi var; zaten büyük suiistimallerin bahanesi de
bu yön bilgisi değil mi? Planı görmedikleri için, herhangi bir planın olduğunu
ya da ürkek bir titremeyle de olsa bunu en azından düşünenlerin ve kuşku
duyarak inananların ve inanarak kuşku duyanların olduğunu inkâr edenler çoktur.
Bunlar; insan türünü bir karınca yığını gibi görüp, güçlünün ayağının, şeklî
olmayan bilgenin karınca telakki edildiği yerde binlerce karıncayı ezdiği,
binlercesini kendi irili ufaklı teşebbüslerinde imha ettiği, hattâ yeryüzünün
en büyük iki tiranının, tesadüf ve zamanın, hiçbir iz bırakmadan yoluna devam
ettikleri ve boş alanı başka bir gayretli loncaya bıraktıkları ve bunun da iz
bırakmadan devam ettirildiği yerde kendilerini güç kullanarak savunuyorlar.
Onurlu insan kendisini ve
türünü yeryüzünün hayvancıkları olarak gören ve her şeyi tahrip eden
kokuşmuşluğa karşı savunur; bu bağlamda tarih ve tecrübe ona bu tabloyu
sağlamıyor mu? Yeryüzünde yapılmış olanlar bir bütün olarak neyi ifade ediyor?
Onda bütün olan nedir? Zamanlar da mekânlar gibi tanzim edilmemiş midir? Çünkü
her ikisi de aynı kaderin ikizleridir; biri bilgelikle dolu, diğeri zahiri
teslimiyetle. Ama açıkça görülüyor ki insanoğlu, düzenin peşinde zamanlarda
gelecek dünyayı geçmişin üzerine inşa edecek bir yer aramak için yaratılmıştır;
bu amaçla ona anımsama ve bellek verilmiştir. Peki, şimdi bu zamanları üst üste
inşa etme işi, türümüzün bütünlüğünü şeklî olmayan ve içinde birinin alıp
götürdüğünü diğerinin yerine koyduğu o asla inşa edilememişin ayakta kaldığı ve
yüzyıllar içinde nihayet her şeyin, altında mütereddit insanların ne kadar
çürükse o kadar güvenli yaşadıkları bir enkaza dönüşmesinden devasa bir yapı
meydana getirmiyor mu?
Bu türden kuşkuları
sıralamak ve insanın bizzat kendisiyle, hemcinsleriyle ve tamamıyla farklı
diğer mahluklara karşı çelişkilerini araştırmak niyetinde değilim. Benim
peşinde olduğum şey, insanlık tarihinin bir felsefesidir, bu benim için
yeterlidir.
Onu bulup bulmadığıma
gelince, bu hususta eldeki eser karar verecek, ama sadece birinci kısım değil.
Çünkü bu kısım sadece esasa ilişkin bilgileri içeriyor, kısmen yaşadığımız
yere genel bir bakış içinde, kısmen bizim aramızda ve bizimle bu güneş
ışığından yararlanan yapıları yakından inceleme şeklinde. Bu yol, öyle
inanıyorum ki, hiç kimse için öyle kat edilemeyecek kadar uzun değil. Çünkü
insan kaderini yaratılış kitabından okumak için, bundan başka bir yol yoktur;
onu da gönül rahatlığı içinde yeterince incelemeden sürdürmek mümkün değil.
Amacı sadece metafizik spekülasyonlar olan biri, o bilgileri daha kısa yoldan
edinebilir. Ama ben, o türden bilgilerin tecrübe ve doğa analojilerinden uzak,
nadiren hedefe götüren bir palavra olduğuna inanıyorum. Tanrının, baki olanın,
doğadaki tezahürleri vasıtasıyladır. O, bu eserlerindeki bizlere fiilî olarak
hitap ediyor; bunlar, karakterlerini bir çırak gibi harf harf telaffuz ettiğim
ve edeceğim kutsal kitaplardır. Eğer okurlarımdan sadece bir tanesine, adını
bilmediğim birine, eserlerinde araştırılmamış Yaratıcının sonsuz hikmet ve
ihsanı noktasında güvenle edindiğim izlenimi aktarabiliyorsam, ne mutlu bana; o
takdirde bu güven izlenimi, bizler için insanlık tarihi dolambacında tutunabileceğimiz
bir ip olur. Doğanın büyük analojisi beni her yerde dinin güçlükle zapturapt
altına aldığım hakikatlerine götürdü; eser sahibinin huzurundan saçılan ışığa
sadık kalmak istedim. Şayet bizler, yolumuzu takip ederek, bu buğulu ışığı
sonunda alev ve güneşe dönüştürebilirsek bu, okurlarım ve benim için daha büyük
bir zevk olacaktır.
Zaman zaman doğa adını
kişileştirerek kullanmış olmam, kimseyi yanıltmasın. Doğa dediğimiz şey,
bağımsız bir varlık değildir, aksine Tanrı, eserlerinde her şeydir, bu
bağlamda ben bu yüce isme, nankör olmayan her varlığın en içten saygıyla
zikrettiği bu isme, sık sık kullanırken yeteri kadar kutsallık atfetmemiş
olabilirim ama en azından onu suiistimal etmek gibi bir niyetim olmadı.
Zamanımızın kimi yazıları sebebiyle “doğa” bir kelime olarak birilerinin
gözünde anlamını yitirmiş ve sıradanlaşmış olabilir; bu insanlara onun yerine, her
şeye kadir bir güç ve hikmeti düşünüp, ruhlarında dünyevi hiçbir dil ile
zikredilemeyen o görünmez varlığı anmalarını tavsiye ederim.
Aynı şey, bahsettiğim, yaratılışın
organik güçleri için de geçerlidir. Burada organik güçlerden
kastım, “gizli nitelikler”dir (qualitats
occultas); çünkü onların etkilerini önümüzde görüyoruz ve onlara daha kesin,
daha yalın bir isim bulamıyoruz. Onlara ve diğer bazı maddelere/cevherlere
gelecekte bir başka açıklama getirme hakkımı saklı tutuyorum.
Buna karşın öğrencilik
ödevimi hazırlarken yararlandığım bazı bilim ve bilgilere usta ellerin değmiş
olmasına seviniyorum; onların bir yabancının ezoterik denemesini
küçümsemediklerinden, aksine iyileştirdiklerinden eminim. Şu husus her zaman
dikkatimi çekmiştir: Bir bilim ne kadar hakiki ve esaslı ise, onu inşa eden ve
sevenler arasındaki palavracı çekişme de o kadar az olur. Onlar kelimeler konusundaki
münakaşayı dil bilginlerine bırakıyorlar. Kitabım, birçok yerinde, halihazırda
bir insanlık tarih felsefesinin yazılamayacağını, bunun ancak yüzyılımızın ya
da binyılımızın sonunda yazılabileceğini gösteriyor.
Ey büyük varlık, türümüzün
görünmez yüce dehası! Bu fani seni düşünerek, tasavvur ederek, yolundan gitme
cesaretini göstererek bu eksik eseri yazdı ve onu hemcinslerine sundu.
Yaprakları günün birinde dağılıp etrafa savrulabilir ve harfleri toz haline
gelebilir; aynı şey, içlerinde o büyük varlığın izine rastladığım ve insan
kardeşlerim için izah etmeye çalıştığım biçim ve sembollerin de başına
gelebilir. Ama düşüncelerin kalacak ve sen onları türüne aşama aşama açacaksın
ve muhteşem biçimlerde sunacaksın. Ne mutlu ki bu yapraklar, unutulmanın
nehrinde kaybolup giderken, onların yerini alacak aydınlık düşünceler
insanların ruhlarında yaşayacaklar.
HERDER
Weimar, 23 Nisan 1784
Johann Gottfried von Herder (1744-1803)
Alman filozof, teolog ve edebiyatçı. Dil felsefesinin ve tarih felsefesinin kurucusu. Alman Romantik hareketinin öncüsü. Yoksul bir ailede dünyaya geldi. Königsberg’de teoloji, felsefe ve edebiyat eğitimi aldı. Aydınlanma düşüncesinin önemli isimlerinden Kant ve Hamann ile yakın bir dostluk kurdu. 1764 yılında ders vermek üzere Riga’ya gitti. İlk edebî yapıtlarını verdi. 1771’de saray vaizi olarak Bückeburg’daydı. Burada kaleme aldığı yapıtlarla romantik düşünceyi besledi. 1772 yılında yazdığı Dilin Kökeni Üzerine Deneme’de dilin insan doğasından kaynaklandığını ileri sürüyordu. Herder’e göre bilgi ancak dil aracılığıyla oluşabilirdi. O dönemin düşünürleri insan yetilerini birbirinden ayırt ederken Herder insan doğasının birliğini ve bütünlüğünü vurguladı. Herder’in, bugünü ve gelecekteki olasılıkları değerlendirmek için geçmişten yararlanma çabasından kaynaklanan tarih felsefesi de bu dönemde şekillenmeye başladı. Kapsamlı bir tarihsel gelişme şeması ortaya koydu. Alman şiirinin o dönemdeki konumunu bu yöntemle belirlemeye çalıştı. Genel olarak eserlerinde tarihsel varoluşu, bireyselleşme ile tarihin bütünü arasındaki çelişkinin ürünü olarak daha derinden kavrama çabasına girdi. Herder, Shakespeare ve Homeros üzerine çalışmalarında, gerçek şiirsel anlatımda, insan yaşamının bugüne değin gizli kalmış yönlerinin dilin yaratıcı işleviyle ortaya çıktığını ileri sürdü. Onun eski Alman halk şarkılarına, İskandinav şiiri ile mitolojisine, gezgin şarkıcıların yapıtlarına ve Luther’in diline ilgisi de buradan kaynaklanıyordu. Herder, Goethe’nin yardımıyla 1776’da Weimar’da önemli bir devlet görevine getirildi. Buradaki çalışmalarıyla genel bir morfolojinin temellerini attı; böylece Shakespeare oyununun ya da Yuhanna İncili’nin belirli bir tarihsel bağlamda ortaya çıkmak zorunda olduğunu göstermeye çalıştı. Düşünürün, klasisizme geçişini tamamladığı bu dönemin başlıca yapıtları Vom Erkennen und Empfinden der Menschlichen Seele (İnsan Ruhunun Bilinmesi ve Duyumsanması Üzerine, 1178), Briefe, das Studium der Theologie betreffend (İlahiyat Araştırmaları Üzerine, 1780-81) Vom Geist der ebräschen Poesie (İbrani Şiirinin Ruhu, 1782-83) ve Volkslieder (Halk Şarkıları, 1778-79) adlı derlemedir.
Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit (İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine Düşünceler, 1784-91) Herder’in olgunluk düşüncelerinin ve birikiminin toplandığı en önemli yapıtıdır.
S. Battal Arvasi
1952’de Van-Erciş Kırkdeğirmen köyünde doğdu. 1970’te Erciş Lisesi’nden mezun olduktan sonra aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı programına kayıt oldu ve buradan 1975’te mezun oldu. 1975-1977 yılları arasında Almanya’da Heidelberg Üniversitesi Germanistik Kürsüsü profesörlerinden Oscar Reichmann gözetiminde Alman filolojisi alanında çalıştıktan sonra, 1978’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında göreve başladı ve burada 1982’de doktor, 1989’da doçent ve 1995’te profesör unvanını aldı. 2019’da emekli oldu. Alanıyla ilgili birçok telif ve çeviri eserleri mevcuttur.