• Kapitalizm ve Pop Kültür

Kapitalizm ve Pop Kültür

  • 110,00 TL
  • 77,00 TL


  • Stok Durumu: Stokta var
  • 24 Saatte Kargoda

Kapitalizm ve Pop Kültür adlı çalışma yazarın Armağan ve Minör Politika kitaplarının bir devamı niteliğinde. Armağan kapitalizmin işsizlik krizine yeni çıkış yollarını gösterirken, Minör Politika ise, bu noktadan itibaren meselenin toplumsal yönüne politik bir bakış açısı sunmaktaydı. Bu kitap ise, toplumlardaki ekonomik çelişkileri sergilerken, kapitalizmin kültürel açıdan popüler kültür alanına yaslandığını iddia ediyor. Kapitalizmin işleyişi bakımından Pop Art’ın modernliği ile Rönesans’ın geç dönemi arasında paralellik kuruyor. Kültürel alanının belirleyiciliğini irdeleyerek, devlet ve savaş makinesi arasındaki ilişki üzerinde duruyor. Batı kapitalizminin Doğu’yu ekonomik ve kültürel olarak tahakküm altına aldığı 19. yüzyıldan 20. yüzyıla batılı, doğulu veya güneyli toplumlardaki sosyal ilişkilerin direnme modellerini sorguluyor, aralarındaki yakınlıklar üzerine eğiliyor.

Kapitalizm ve Pop Kültür Fourrier’den Proudhon’a ve Marx’a onların yeni bir okumasını yapan ve günümüz toplumsallığını ele alan Derrida, Deleuze, Guattari, Hardt ve Negri gibi isimlerle birlikte Said sonrası postkolonyal söylemi de tartışıyor.


  • Yazar: Ali Akay
  • Kitabın Başlığı: Kapitalizm ve Pop Kültür
  • Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
  • Kapak Tasarımı: Harun Ak
  • Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 314; Sosyoloji Dizisi - 48
  • Basım Bilgileri: 2. Basım: Ağustos 2021 (1. Basım: Bağlam Yayıncılık 2002)
  • Sayfa Sayısı: 226
  • ISBN: 978-625-7030-68-7
  • Boyutları: 13,5 x 21

İkinci Basıma Önsöz

Önsöz


I. Bölüm

Bilgi ve Popüler Kültür

Bilgi Nedir?

Oryantalizm ve Karşı-Oryantalizm

Hâkimiyetten Meşruluğa

Tutku

Bilgi ve Egemenlik

Georges Dumézil ve İki Kutuplu İdeoloji

Kimler Postmodern?

Kültürün Modernleşmesi

Yüksek Kültür

Pop ve Kitsch Kültür

Arabesk Kültür

Yersizyurtsuzlaşmış Sermaye

Kodsuzlaşan Kapitalizm


II. Bölüm

Anti-Oidipus

Soy Zinciri: Aşkın, Tanrısal İlişki

Anti-Üretim

Arzunun Politikası: Saray Aşkı

Ortaçağ’da Aşk Yalnızlığı

Ensest Yasağı

Saray Aşkı ve Dante

Dante’nin Modernliği

Dante’nin Mizah Duygusu

Savaş Makinesi

Despotik Politik Düzenleme

Popüler Kültüre Baskı

Savaş Makinesi

İki Başlı Egemenlik

Clastres’ın Yapısalcılığı

Moler Moleküler

Aksiyomatik Dönüşüm

Popüler Kültür:

Totaliter Yapılar

İmparatorluk Dönemi

Pop Kültür

İkinci Batılılaşma: Marx’ın Hayaletleri

İkinci Basıma Önsöz


Global Tarihten Bakmak

 

14. yüzyıl ortalarında İtalya’da başlayan ve 15. yüzyılda görsel sanatlara sirayet eden Rönesans, Avrupa dünyasında, önce bütün Avrupa’ya sonra da diğer coğrafyalara yayıldı. Bu anlamda, aynı yüzyıldaki İtalyan Rönesansı zihinsel ve sanatsal değişimin başladığı bir yer ve zaman olarak ele alınmıştır. Rönesans Avrupası Gotik Çağ’ın bittiği ve Tanrıya doğru uzanan bir mimarinin yükseldiği Ortaçağ mimarisinin bitişine tekabül etmektedir. Bu süreç İtalya’da Buona maniere moderna adını alır. Rönesans üzerine kitabında, sanat tarihçi Panofsky’ye göre “Türkler İstanbul’u 1453’te fethetmeselerdi bile, hiçbir zaman Rönesans’a ulaşamayacak olan Bizans’ı Roma’dan ayıran şey, Gotik mimarinin eksikliğidir.” İlk olarak Korolenjler zamanında başlayan bu hareketin, Charlemagne’ın döneminde (İngiliz Alcuin’in danışmanlığında politik ve eklezyastik yönetimdeki reformlar sırasında) Karolenj renovatio imperi romani’si olarak adlandırıldığını öğreniyoruz. Sanatsal anlamda da, “Roma’ya dönüş” teması oryantal motiflerin kullanılmasıyla birlikte ele alınmıştır. Yenilik bu iki karışımın birleşmesinde geliştirilmiştir: Doğu ve Batı sentezi. 15. yüzyılda ise İtalya’da sanat hem antiklerden, hem Doğu’dan (Kudüs’ün yeniden gündeme gelmesi), hem de Kuzeylilerden radikal bir biçimde uzaklaşmıştır. Bu mutasyon kendi içinde gelişen bir evrimden çıkışla kendini ifade etmektedir. Asıl olarak hem âni hem de sürecek olan bir değişimin oluşumuna Rönesans adı verilmektedir. Yeni bir pentür üslubu ile modeline tıpkı benzeyen bir resim biçimidir bu (Leonardo). Öncelikle kuzeyde (Hollanda) başlayan hareket, 1415’teki Azincourt Savaşı’ndan hemen sonra İtalya’yı etkilemiştir. Flemalle’ın, Rogier van der Weyden’in ve Jan Van Eyck’ın geliştirdiği Ars nova yani resme ve heykele neredeyse canlı olabilecek kadar gerçek plastik bir kuvvet (altın gerçek altına benzemeliydi) veren bu üslup, böylece, İtalya’da kendisini göstermiştir. Akıma, perspektifin buluşunda etkili olan Brunelleschi buona moderna adını vermiştir. Modernliğin kendisini görünür kılması bir kopuş etkisi olarak ortaya çıkmıştır. Mimari bir perspektif kuralından yola çıkan Alberti sayesinde, perspektif kuralları “pencereden bakışa” çevrildiğinde, Donatello da Masscio da bu yeni sanata doğru eğilmesini bilmiştir.

Ve bu anlamda bilimsel yaklaşım, büyüsel olanın geride kalması, Aydınlanmaya doğru yol açılması, insan-merkezli bir bakışın geliştirilmesi ve de Eski Yunan felsefesine bir dönüş, “yeniden doğuş” olarak adlandırılmaktadır. Bu bakış, Aydınlanmacı bir Rönesans anlayışının temelini oluşturmakta ve bu hareketi Reform ve Devrim kavramlarıyla bütünleştirmektedir. Her bakımdan üç şehir ve üç sanatçıyla öne çıkan bir bakış hâkim olmuştur. Floransa, Roma ve Venedik: Bu üç şehirde eser bırakansa sanatçılar, şehirlerine göre sırasıyla Leonardo da Vinci, Michelangelo, Giorgione ve Tiziano’dur. Bir anlamda, Medici ailesinin sofrasında Alberti ve Machiavelli birlikte oturmuştur. İkisi de sırasıyla, merkezî olan bir perspektifi ve merkezî olan politik iktidarı (Prens) ortaya çıkaran eserlerin yaratıcısıdır. Sanat ve politika yan yana işlemektedir daha o zamanlardan beri.

İtalyan mucizesi olarak adlandırılabilecek olan bu dönemde (15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başı) özellikle dinî olmaktan ayrılan, Kilisenin baskısından kurtulan bir düşünce ve sanatsal pratiğin, insani olana doğru ilerlediği ele alınmakta ve ileri sürülmektedir. Burada Ortaçağ bir karanlık çağ olarak adlandırılmakta ve Rönesans bunun karşısına bir Aydınlık Çağ olarak çıkarılmaktadır. Ancak bu düşüncenin büyük bir krizi son elli yıl gibi bir süre zarfında ortaya çıkartılmıştır. Ortaçağ felsefi düşüncesi o kadar zengindir ki, Arap filozoflardan (İbn Rüşd, İbn Arabî gibi) Yahudi filozoflara (en meşhuru Musa bin Meymun, Aziz Thomas’a, Nicolas de Cues’e giden Aristoteles düşüncesi bu sayede Avrupa Rönesansı’nı hazırlamıştır.

Rönesans sadece düşüncenin aydınlığa ulaştığı bir yüzyıl değil, aynı zamanda Batı merkezli bir sistemin, bir bakışın veya bir sanatsal anlayışın da başlangıcıdır. Bu bakış, özellikle, sosyal bilimlerde Hint entelektüel tarihçiler ve filozofların katkılarıyla “sömürge sonrası” olarak adlandırılan bir bakışı gündeme taşımıştır. Hattâ o günden bugüne geçen, bu bakışın da krize girdiği bir dönemde olduğumuz iddia edilmektedir; çünkü Batı merkezci bakışın eleştirisi bir anlamda Batı düşmanlığına evrilmeye başladığında, bu bakışın da eleştiriye uğraması kaçınılmazdır; çünkü bilimsel ve sanatsal olanın tekilliği kadar kişiselliği de genel ve yerel coğrafi bakışların çok uzağındadır. Batı edebiyatı diye bir coğrafya edebiyatı elbette var olacaktır ama etkilerinin nerelerden geldiği de gösterilmelidir. Tıpkı Batı felsefesi olarak adlandırılan ve Rönesans’la ilişkilendirilen Platon, bilhassa Aristoteles düşüncesine bakışın veya daha doğrusu yeniden dönüşün faillerinin Arap ve Yahudiler olması gerçeğindeki gibi, bir anlamda, bunlar göz ardı edilmiş vaziyette kalmaktadır. Batı merkezli bir bakışın içinden geçen ve tarihin global bir tarih olduğunu unutturan bu bakışın karşısına yerleşen Global Tarih, olayları ve bireylerin hayatlarını olduğu kadar buluşların taşınma noktalarını da kesiştirmeye başlamıştır.

Patrick Boucheron adlı Fransız tarihçinin girişiminde gerçekleştirilen Global Tarih bakışı için, olayların, bilimsel veya sanatsal buluşların nereden geldiği önemlidir ve bu tip bir coğrafyanın ne doğusu vardır ne de batısı; bazen Doğu’da bazense Batı’da merkezi vardır. Bu merkezler de ortamların oluşmasıyla gerçekleşmiştir. 15. yüzyıla dair Global Tarih adlı kolektif eserinin (2012 yılında Pluriel Yayınları tarafından iki cilt olarak basıldı) giriş yazısında şöyle denilmekte: 25 Mayıs 1453’te Konstantinapol’ün gökyüzünü kalın bir sis tabakasının örttüğünü, Ayasofya’nın ilâhi kubbesinin bu sisli havayla kaplandığını, din adamlarının büyük korkuyla havada ne olduğunu sormaya başladıklarını ele alan bir yazı şaşırtıcı bir yazıdır. Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in yıldızlara bakan astrologları, işgal edilmek üzere etrafının kuşatılmış olduğu şehre bakarak, Sultana bu savaşın kazanılacağının garantisini vermekteydiler. “Konstantinapol’ün ele geçirileceği müjdesini daha şehrin dışında duran askerî kamptan” verdiklerini yazar bu kitap. Hâlbuki içeride, Bizans sarayındakiler atmosfere bakarak sisten ve yağan doludan endişe duymaktadırlar. Gökyüzünde tuhaf ışıklar oluşmaktadır. 1965 yılında Konstantinapolis Düştü 29 Mayıs 1453 adlı kitabın yazarı Steven Runciman’ın bu atmosferden pek bir şey anlayamadığını önsözde okuruz. Bu “tuhaf ışıkların” açıklanması çok zordur. Bugün ise Global Tarih bakışı, bu atmosfer hareketiyle İstanbul haline gelecek şehrin düşüşü arasındaki koşutluğu görebilmektedir. Bilim insanlarının buzlar meselesine eğilmeye başlamalarından bu yana, iklim tarihinin bilimsel tarih anlayışının bir parçası olmasından itibaren, bazı tarihî araştırmalar olaylardaki tarihî kesişmeleri görmeye başlamıştır. Karotier olarak adlandırılan bir tüp ile coğrafi bölgelerden alınan eşantiyonlar sayesinde, bu alanlarda arkeolojik kazılara başlandı. Kataklizmik fışkırmalar sırasında havaya yayılan kükürt gazının yukarı çıkmasıyla, Pasifik Okyanusu’nda volkan patlaması sonunda ortaya çıkmaya başlayan hava kirliliği içinde kükürt gazının havaya yayılmasıyla oluşan bulutların İstanbul semalarına kadar gelmesini düşünmek için disiplinlerarası bir tarihçilik yapmak gerekecektir. Söz konusu volkan patlaması son on bin yıldaki en kuvvetli volkan patlamasıdır ve etkisi İstanbul semalarında görünmüştür. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu için bir volkan patlamasını beklemek herhalde çok tuhaf bir durumdur ve bu kitaptaki bu satırları okuyanlar için oldukça çarpıcıdır. Patlama ile Vanuatu takımadalarında bulunan Kuwae adası yıkılmıştır ve yerine su altında kalan büyük bir krater bırakmıştır. Sözlü tarih araştırmalarına göre, antropologlar da aynı olay sonrasında aktarmışlardır ki, Tongoa adası sakinleri unutulmayan bu patlamayı kulaktan kulağa aktarmışlardır. Rivayete göre yavaş yavaş okyanus sularının altında kalan adanın sakinleri başka bir adaya göç etmek zorunda kalmışlardır. Antropoloji buna “rüya zamanları” adını vermiştir (Bu açıdan Luc Besson’un son filmi, Valerian, bu tip bir “rüya zamanına” yaslanarak bir bilimkurgu sineması gerçekleştirmiştir. Kaybolan bir adanın sakinleri, dünya yakınlarında yeniden ortaya çıkarak eskiden kalma tek bir hayvan sayesinde ülkelerini yeniden oluşturmaktadırlar). Karbon 14’le yapılan bilimsel analizler sonucunda bu adadaki patlamanın 1440 yılı civarında, otuzar senelik gelgitlerle meydana geldiği, tarihini kesin olarak belirleyebileceğimiz ortaya çıkmıştır. Modern teknoloji bu patlama olayının tam da 15. yüzyılın ortalarına doğru olduğunu düşünmektedir. Bu olayın sonucunda İstanbul’a kadar taşınan sisli ve kara bulutlar, Bizanslı papazların korkusunun işaretini oluşturmaktadır. Aynı tarihlerde, Nil nehrinin suları taşmakta ve de Moskova’da kıtlık baş göstermektedir. Çin’de ise kırk gün boyunca yağan karlar sonucunda Sarı nehir taşmıştır. Bu felaket de 1452’dir. Kuwae adasındaki patlama Yeni Çağı başlatan olay olarak adlandırılmıştır 15. yüzyılın ortasında. Artık Ortaçağ’dan çıkılmaktadır.

Ortaçağ düşüncesinden çıkış ise Rönesans’ı ortaya çıkarmıştır; bu aynı zamanda kapitalizmin başladığı çağdır. Fernand Braudel’in Kapitalizmin Dinamiği (1985) olarak adlandırdığı şehir-devletlerle başlayan kapitalizm, Rönesans’ın İtalyan şehirlerinde doğmuştur. Braudel bu kitapta bize tuhaf bir şekilde 1450 sonrasında, Avrupa’daki nüfus artışından söz etmektedir. Kara veba sırasında kaybedilen nüfus bu sırada eski haline gelmiştir. Şehir devletlerle birlikte paranın şehirle birleştiği bir an olmuştur. Bu iki faktör kapitalizmin ortaya çıkışını ateşleyen ögelerdir. Şehirlerle birlikte piyasa ekonomisi ortaya çıkmış ve dünyasallaşmaya, uluslararası bir ticaret gelişmeye başlamıştır.

Şehirlerde yaşayan bourglulara burjuva adı verilir. Kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki fark oluşmaya başlar. Venedik şehri fuarlarıyla birlikte San Marco Meydanı’nda stantlar kurulur, eğlenceler düzenlenir. Ticaretle birlikte müzik eşliğinde Venedik maskeleri takılarak danslar edilir. Mücevherler ve kürkler fuarlarda satın alınmaya başlanır ve kıyafetler değişime uğrar; Osmanlı modası bir ara orada baş gösterir. Doğulu kıyafetler giyilir. Rialto Meydanı’nda ticaret kuvvetlenir. Rönesans ve kapitalizm koşut bir şekilde gelişmektedir.

17. yüzyılda Amsterdam kapitalizmin merkezi olur (Spinoza 1632’de burada doğmuştur. Antonio Negri’nin “Vahşi Anomali” adlı kitabında “kapitalizm ve Spinoza” ilişkisini ele almıştır. Anomaliyi yaratan aslında ticaret ve korsanlığın birbiriyle birlikte işlemesidir: Kapitalizm. Leiden, Amsterdam ve Zaan’dan geçen ticaret Batı Hindistan’dan gelen ve Kanada’dan gelen mallarla karışmaktadır. Deniz aşırı ticaretin getirdiği bolluk ve siyasi anlamda “düşünce özgürlüğü” kapitalizmin özgürlük üzerine kurulu sömürü sistemiyle bütünleşmiştir. Kapitalist birikim ile bilimsel ve metafizik birikim birbirine eklemlenmiştir. Kapitalizm bir vahşi anomali yaratmıştır ve burada Spinoza gibi özgür bir filozof ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda Londra merkez olduğunda ise, klasik iktisatçıların peşinden giden Engels ve Marx, sanayi toplumunun analizini Kapital adlı çalışma üzerinden yaparlar. Bu süreçlerde kapitalizm ve eğlencenin birlikte işlediğini görmekteyiz.

Kapitalizm her zaman egemenliğini eğlence kültürünün üzerinden oluşturmuştur. Rönesans şehirlerinin fuarlarındaki eğlence hayatından papazların İsa’nın hayatını resmettikleri ısmarlama resimlere (Fra Angelico) kadar popüler kültürden medet umulmaktadır. Üst Rönesans tablolarındaki renkler neredeyse New York’ta Andy Warhol’un 20. yüzyılın ikinci yarısında pop sanatı çıkardığında kullandığı renkleri hatırlatmaktadır. Kapitalizm kimi zaman pop kültüre kimi zaman popüler dinî kültüre ve bazen de popülizme dayanmıştır. Kalvinizm Reform sonrasında, Quakerlar da İngiltere’den Amerika’ya Pennsylvania’ya göç ettiklerinde hem ticareti hem eğlence normlarını (bazen de yasaklarla) kurmuşlardır. Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu kitabı ve Weber’in kapitalizmin ruhu üzerine olan çalışmasında yapıldığı gibi, Quaker göçüyle Londra ve Pennsylvania şehrindeki ceza hukuku ve kapitalizm arasındaki ilişki ele alınmıştır.

Bu kitap, yöntem olarak Foucault’yla birlikte bilhassa Deleuze ve Guattari’nin çalışmalarına yaslanmıştır. Kitap, Batı dünyası ile Türkiye’deki modernlik ve postmodernlik sırasındaki kapitalizm ve popüler kültür arasındaki ilişkileri ele almaktadır. Ekonomi ve politikanın sanatlar ve popüler dünyayla ne kadar ilişkili olduğunu göstermek istemektedir. Kitap ilk defa 2002 yılında yayımlanmıştı. O zamandan bugüne, bahsedilen konular hâlâ etkin durmaktadır. Ayrıca bugüne doğru gelen bazı motifler neredeyse o günlerden başlamıştır ve bugün artık bunlardan bazıları aktüelleşmiştir. Öngörülerin güncelleşmesi, anlatılanların hâlâ mevcut şekilde durması ve bazı açılardan da güncel gelişen olguların ilk adımlarının atılmış olması, Kapitalizm ve Pop Kültür’ü güncel kılmaktadır sanıyorum. 2002’de ilk okumayı yaptıktan sonra, yeni basım için kitabı yeniden gözden geçiren eski öğrencim Pınar Saklıyan’a ve Doğu Batı Yayınları’na teşekkür borçluyum.

 

Ali Akay
14 Mart 2018
İstanbul

Önsöz

 

Kapitalizm ve Pop Kültür, Armağan ve Minör Politika’yla birlikte bir üçlemenin parçası olarak ele alındı. Bu üçlü ders dizisi, Batı’nın 1974’ten beri büyük dönüşüm sürecinde ortaya çıkan işsizlik kriziyle birlikte başlayan ve neo-liberal ekonominin 1980’lerdeki en önemli aktörleri olarak kabul edilen Yuppies ideolojisinin hâkimiyetinin aksine; almayı, artığa el koymayı değil, elde olmayanı bile vermek; minörleşme hareketinde yeraltına inmek ve aşağılık oluş; kapitalizmin Rönesans’tan beri gelişim çizgisinde popüler kültürün üzerine yaslanarak toplumlar üzerinde kurduğu hâkimiyet problemlerini ele almaktadır. Bu tarih çizgisi, Braudelci “uzun dönem tarihi” diye adlandırılan bir gelişim çizgisinin genel bir bakışla yapılan bir araştırmasıdır. Günümüzün problemlerinden; top-onlaşan (hattâ top-10’laşan) bir popüler kültürden, edebiyat, müzik, sinema ve plastik sanatlardan yola çıkılarak bu problemlerin kapitalizmin tarihi içindeki yerleri sorunsallaştırılmaktadır.

Çalışmanın ana eksenini Deleuze ve Guattari’nin kuramsallaştırdıkları “Kapitalizm ve Şizofreni” ve Annales ekolünün “zihniyetler tarihi” oluşturmaktadır. Savaş makinesinin devlet aygıtı tarafından kapıldığı, devlet aygıtına olan dışarıdanlığı üzerinde durulmaktadır. Günümüz toplumlarında ve özellikle Türkiye’de gördüğümüz örneklere dayanmaktadır. Darbelerin sıklığı, ordunun devletten bağımsızlığı ve sivil toplum üzerindeki yaptırımları bize örnek oluşturmaktadır.

19. yüzyılda gene kapitalizmin büyüme evrelerinden birine tekabül eden modernlik ve onun Doğu toplumlarındaki yansımasını oluşturan oryantalizm, Edward Said’in sorunsallaştırdığı şekliyle hâlâ günümüz popüler kültürüne yansımaktadır. Plastik sanatlar alanında hem müzayedelerde hem de bazı sanatçıların çağdaş eserlerinde kendini hissettirmektedir. Bu tarihin bize verdiği örnekler arasında belki de en çarpıcısı, Yüksek Rönesans dönemindeki eserlerin pop-art’la olan yakınlığının gösterilmesidir. Bu yakınlık, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla gelene kadar Kilisenin, Hıristiyan inancını pagan düşünce üzerinde egemen kılmak için popüler inançları nasıl değişime tâbi kıldığını ve özellikle de pagan popüler bayramlarını Hıristiyanlaştırdığında sanatçıları nasıl kullandığını, onlara nasıl yardımda bulunarak onların yaratıcılıklarını canlandırdığını ele almaktadır. Bu sürecin uzantısı 20. yüzyılın sonunda, kapitalizmin geldiği noktada, postmodernleşen ve küreselleşen toplumlarda, sanatın nasıl kullanıldığını, reklâm kampanyalarıyla siyasetin nasıl iç içe girdiğini, reklâmcıların ürünü satmak üzere iletişim teorilerini ve çağdaş sanat eserlerinin pratiklerini nasıl kendilerine çektiklerini gösteren örneklerle doludur. 1960’lı yıllar sonrasında gelişen serbestleşme ve özgürleşme hareketlerinin eski kodları kırarak devrimci bir yaşam önerirken, bu durumun ve düşüncelerin ve sanatsal pratiklerin nasıl kapitalizm tarafından esnekleştirilerek ticarileştirilip yaygınlaştırılarak popüler kültürün yeni kodlarını kurduğunu ve bunu sanatlar sayesinde başardığını görmek; kitabın sorunsalını oluşturmaktadır. Bu bakışım 1999’da yayımlanan, sanatlar ve kapitalizm arasında bağ kuran Luc Boltanski ve Eve Chiapello’nun Kapitalizmin Yeni Ruhu kitabında ele aldıkları çizgiyle paralellik göstermemektedir. Gelişen ve zenginleşen refah toplumlarında toplumun çürümeye başladığı tezinden yola çıkarak krizin, kapitalizmin kendisinde olmaktan çok kapitalizmin eleştirisinde aranması lazımdır diye önerdikleri bakış, tam da bu kitapta (derslerde) ele aldığım bakışla parallikler taşımasına rağmen ayrılmaktadır. İşletme mantığıyla çalışan bir kapitalizmin organizasyon biçimine dikkat çeken sosyologlar, popüler kültür ile kapitalizm arasındaki düz çizgiyi tam olarak ifade etmemektedirler. Sadece Fordist modelden ağların modeline geçen bir kapitalizmin organizasyon biçiminden söz etmektedirler. 1970’lerde başladığını düşündükleri bu modelin Friedman modeli olduğu aşikârdır ve Türkiye bu dönemi Özal’la birlikte Batılı toplumlardan daha hızlı bir şekilde içine almış ve formlaştırmıştır. Buradaki pratikler Batılı toplumlardaki modele nazaran daha ilginç bir öncülüğe sahiptir. “Şok tedavisinin” (Friedman’ın kavramı) şokun yaşandığı coğrafi yerlerde yaşanmış olması 1970’lerin Batı dünyasına nazaran, Üçüncü Dünya’nın daha hızlı “tedaviye ihtiyacı” olduğu Friedman’ın tezlerinden en dikkat çekici olanıdır. Şili’de Allende sonrasında başlayan ekonomi politik tarihi Türkiye’ye Batı’dan daha hızlı bir şekilde, Dünya Bankası ve IMF’yle ithal edilmiştir. Girişimci olan faillere nazaran, Türkiye “sahte girişimcilerin” elinden geçerek, büyümeye yol açan bir ekonomi politikayı öngörmüştür. “Hayalî ihracattan” başlayan ve aslında bu tip bir çizgide ilerleyen bir pratik, modelin tam da uygulayıcısı olmaktan çok, her şeyde olduğu gibi, bu popüler kültürün ana ayağını oluşturmaktadır, modelin adaptasyonunu yapan bir pratiğe sahip olmuştur. Yerel koşullara göre uygulama bir adaptasyon süreciyle gerçekleşmiştir. Yayından popüler şarkılara, ilaç sanayinden tekstil sanayiine uyarlamayla ilerleyen bir neo-liberal kapitalizm yaşanmıştır ve Batı’daki pratiklerin dışında bir gelişimdir bu. Sanatçıların yaratılarından çıkan Batılı bir kapitalizm, Batı’da kendi formlarını, bilhassa reklâm ve tasarım dünyasında göstermiştir. Reklâm dünyasının sanatı kullanma biçimleri her yerde işlemiştir; ancak Batı’da ve Türkiye’de sanata bakış aynı çizgide gelişmemiştir. Bu nedenle de farklı çizgilerin farklı uygulamaları ile sanat ve reklâm, neo-liberal kapitalizmin yarattığı piyasa dünyasında kesişmişlerdir. Belki de Batı’da ve özellikle Fransa’da 1968 sonrası “kapitalizmin yeni ruhu” oluşmaya başlamıştır. Fransa’da 1981 sonrasında cumhurbaşkanı olan François Mitterrand’ın sosyalizmi ile liberal ekonominin 1983 sonrasında kesişmesiyle veya solcu hocaların saçlarını kesip de kravatlarını takıp, hükümetin danışmanı oldukları 1982-83 yıllarında eleştirel bakışın geride kaldığı ve liberal bir kapitalizme giden bir solun Avrupa Birliği politikalarına ağırlık verdiği bir olgudur. Ancak Türkiye bu süreci bu şekilde yaşamamıştır. 1968 sonrası şiddetli bir sol hareketin başka şiddetli bir darbeyle, 12 Mart sürecinde bastırılması başka dinamikleri ortaya koymuştur. Ama gene de adaptasyon sürecini 12 Eylül 1981’e kadar sürdürebilen bir süreç vardır. Ofansif bir ilk dönem ile korkuyla yaşanan ikinci dönem arasındaki uçurum reklâm dünyası ile sanat dünyasının Batılı koşullarda gelişimini engellemiştir. Batı’da ise Félix Guattari ofansif dönem için “moleküler devrim” (1968-78) ile defansif dönem 1985-95 yılları için “kış yılları” adını vermiştir. Geriye çekilen sol hareket marjinal olarak kalmış ve kendini toparlamakta aciz kalmıştır. Burada ele alacağımız şey bu farklar ve benzerlikler ilişkisine bakmak olacak. Nasıl Rönesans’ın görsel dünyası üzerine yaslanan bir Machiavelli-Alberti-Botero çizgisi merkezîleşmeyi ve merkezden tek perspektifli resmi ortaya çıkarmışsa, bu sayede merkezîleşen bir bakışla politik iktidar kapitalizme yol açmışsa başka bir şekilde modern veya postmodern toplumlarda da kapitalizm popüler kültür üretimi üzerine işleyerek kendi “yönetimsizliğini” ortaya çıkarmıştır. Bugünkü dünyada finans sektörü de dâhil edilerek acaba hâlâ üretim ve artı-değer üzerine kurulu bir kapitalizmi var edebilmekte midir? Bu soru meşru bir soru olarak durmaktadır, kanımca.

Bu kitap da Armağan ve Minör Politika gibi Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde verdiğim derslerin yansımasıdır. Her ne kadar Armağan hiç dokunulmadan, olduğu gibi aktarılmışsa da Minör Politika gibi bu kitap da düzeltmelerle ve de eklemelerle oluşmuştur. Ders notlarını büyük bir ciddiyetle tutan ve sesimi yazıya geçiren Pınar Saklıyan’a, derslerdeki katkıları nedeniyle yüksek lisans öğrencim Barış Başaran’a ve dersi dinleyen diğer öğrencilerime teşekkür borçlu olduğumu söylemek isterim.

 

Ali Akay
3 Ekim 2002

Ali Akay

Paris’te 1976-1990 yılları arasında Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi okudu. 1986 yılında “Türklerde Devletçi İktidarın Oluşumu” adlı  doktora te­zi­ni sa­vundu.  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi  Sosyoloji Bölü­mün­­de öğ­retim üyesidir. Sergi küratörlüğü yapmaktadır. Sanat, sosyoloji ve çağ­daş sanatı birleştiren yazılar ve kitaplar yazmaktadır. Paris VIII, İNHA Üni­versitelerinde Paris’te, Humboldt Üniversitesi’nde Berlin’de dersler vermiştir. 2017 yılında Columbia Universitesi’nde (New York) davetli profesör olarak görev almış, 2018’de Paris’te EAC’de sanat sosyo­lojisi dersleri vermiştir. Paris Jeu de Paume Müzesi’nde 2009-2010 yılı boyunca seminerler yapmıştır. Toplumbilim (1992-2011) ve Plato Çağdaş Sa­nat Dergisi (2005-2007) dergilerinin kurucusudur. Son olarak da Teorik Bakış dergisinin kurucusudur. Yazıları  ve ortak yazarlı kitapla­rı birçok dil­­de yayımlanmıştır.

İndirimli Setler

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler:

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler:

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler:

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler:

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler:

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler:

Baudrillard Kitaplığı

İndirimli Fiyat: 1.345,05 TL 1.494,50 TL

Kazanç: 149,45 TL

Mevcut Seçenekler: