Aydınlanma sorusu Kant’ın sorduğu ve cevap aradığı bir konudur. Michel Foucault derslerinde ve birçok yerde yaptığı konuşmalarda Kant’ın sorusuna değinmektedir. Burada ele alınan “Aydınlanma nedir?” sorusu bu çerçeve içinde oluşmuştur. Bir yandan disiplin toplumu üzerine düşünmekte, diğer yandan ise “doğruyu söyleme” cesaretini birlikte ele almaktadır. Foucault bunu “hakikat oyunları” olarak adlandırmaktaydı. Bu adlandırma Foucault’nun kavramsallaştırdığı bu bakıştır. Bir bakıma, içinde yaşadığımız toplumların ana sorunlarından biri haline gelmektedir: Adalet ile hukuk ve gerçek arasındaki ilişkinin ve sıkı bağın, bugünkü toplumda çözülmeye başladığını izlemek bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’nun henüz 1980’li yılların ilk yarısında düşündüğü bu durum, bir yandan “kendini tanıma” diğer yandan ise “kendiliğin endişesi” olarak birbirlerinden ayrılmaktadır. Foucault, Sokratesçi “kendini tanıma” düşüncesinden Eski Yunan ve Roma toplumlarında gitgide yeni bir bakış olarak “kendiliğin endişesinin” oluşmaya başladığını birçok kez vurgulamıştır. Bu geçiş, aynı zamanda, toplumsal olarak politika ile profesyonel alana ait bir politika arasındaki ayırımda görünürlük kazanmaktadır. Kant’ın sorusu, “Aydınlanma nedir?”, hem egemenlik hem de cesaret ile buluştuğunda parrhesia ile birleşmektedir: Doğruyu söylemek veya başka türlü bir şekilde formüle edersek, doğru bildiğini söylemek.
- Yazar: Ali Akay
- Kitabın Başlığı: Aydınlanma Nedir?
- Yayına Hazırlayan: Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 313; Felsefe Dizisi - 83
- Basım Bilgileri: 1. Basım: Ağustos 2021
- Sayfa Sayısı: 275
- ISBN: 978-625-7030-66-3
- Boyutları: 13,5 x 21
Önsöz
I. Bölüm:
Aydınlanma Nedir?
I. Mettray
Toplumu
II. Bir Tutum
Olarak Modernlik
III. Söyleme
Cesareti
IV. Minörlük ve
Tembellik
V. Devrimler
Meşru mudur?
VI. Devrim
Nedir? Devrimciler Kimlerdir?
VII. Saf
Mutluluk
II. Bölüm:
Minör Edebiyat Üzerine
VIII. Minör
Edebiyat
IX. Kafka Üzerine
X. Derrida ve Kafka
XI. Tembellik
Haktır
XII. Tembellik
Arzusu
XIII.
Yabanların Minörlüğü
XIV. Minörlükte
Oluş
Dizin
Önsöz
Aydınlanma sorusu Kant’ın sorduğu ve cevap aradığı bir konudur. Michel Foucault birkaç dersinde olduğu gibi, birçok yerde yaptığı
konuşmalarda Kant’ın sorusuna değinmektedir. Burada ele aldığımız “Aydınlanma
nedir?” sorusu üzerinden meydana gelen kitap da bu çerçeve içinde oluşmuştur.
Bir yandan disiplin toplumu üzerine düşünmekte, diğer yandan ise “doğruyu
söyleme” cesaretini birlikte ele almaktadır. Foucault bunu “hakikat oyunları” olarak adlandırmaktaydı Bu
adlandırma Foucault’nun kavramsallaştırdığı bu bakıştır. Bir bakıma, içinde
yaşadığımız toplumların ana sorunsallarından biri haline gelmektedir: Adalet
ile hukuk ve gerçek arasındaki ilişkinin ve sıkı bağın, bugünkü toplumda
çözülmeye başladığını izlemek bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Foucault’nun henüz 1980’li yılların ilk yarısında düşündüğü bu
durum, bir yandan “kendini tanıma” diğer yandan ise “kendiliğin endişesi”
olarak birbirlerinden ayrılmaktadır. Foucault, Sokratesçi “kendini tanıma” düşüncesinden Eski Yunan ve
Roma toplumlarında gitgide yeni bir bakış olarak “kendiliğin endişesinin”
oluşmaya başladığını birçok kez vurgulamıştır. Bu geçiş, aynı zamanda,
toplumsal olarak politika ile profesyonel alana ait bir politika arasındaki
ayırımda görünürlük kazanmaktadır. Bir anlamda Foucault, eleştiriler çeken “İran Devrimi” üzerine kaleme aldıklarından sonra ve “kendiliğin
endişesinin” ehemmiyetini görmesiyle birlikte, özneleşme sorusuna tekrar geri
dönerek, endişenin tekilliğine bakmaya başlamıştır. Daha sonra Hıristiyanlık
ile birlikte başka bir boyuta taşınacak olan “kendinin endişesi” sorunu, daha
çok itiraf mekanizmasıyla bağlandığında, endişenin bedenler üzerindeki etkisi
psikiyatrik boyuta taşınmaya başlamıştır.
Kant’ın sorusu, “Aydınlanma nedir?”, hem egemenlik hem de cesaret
ile buluştuğunda parrhesia ile birleşmektedir: Doğruyu söylemek veya başka
türlü bir şekilde formüle edersek, doğru bildiğini söylemek. Burada doğru
olanın, hakikat sorunu ile kesiştiği görülür: Aletheia. İkiz çift olarak
işleyen bu kavram, bellek ile alâkalı bir şekilde anlam kazanmış bir kelimedir.
Unutma ve hatırlama ikilisi üzerinden gelişen bu çift, aynı zamanda
hatırlananın hakikat oluşturduğu iddiasına yaslanmaktadır. Mademki hatırlanan
gerçektir; o halde eski Yunan’da iki türlü hatırlama vardır: Birisi tanrılara
doğru giden şekliyle başkalarının ağzından başka ağızlara anlatılan kahramanlık
anlatıları; diğeri ise doğrudan tanrılardan gelen kuvvetle, iki savaşçıdan
hangisinin talihinin güçlü olduğunu seçen dinî kudretin getirdiği hakikattir.
İşte bu iki form yan yana işlemektedir.
Eski Yunan mitolojileri ve toplumları üzerine
çalışan Marcel Detienne, “Hakikat Ustaları” olarak adlandırabileceğimiz
çalışmasında, aydınlanan bir laikleşme söyleminin nasıl dinî-mitolojik bir
anlatıdan rasyonel ve laik bir anlatıya doğru evrildiğini göstermiştir. Bu
anlatıya göre, hakikatin oluşması eski Yunan toplumlarında (Atina ve Isparta) aletheiadan
doxaya geçişte oluşmuştur. Aletheia ile başlayan dinî-mitolojik
dil anlatısı daha sonra şair Simonides ile birlikte doxa oluşturmaya doğru bir dönüşüm
geçirmiştir. Apaté kamuoyu anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Simonides’in şiiri ise krallara adanan ve onlara methiye döşeyen
bir şiir tipinden Polis’e, şehre önem veren ve kamuoyunu canlandıran bir
şairin anlatısına dönüşmüştür. Gerçek bundan böyle tanrıların belirlediği ve
şairlerin de buna göre yazdıkları bir hakikat olmaktan çok, değişkenliğe açık
olan bir kamuoyu ile özdeşleşmeye başlamıştır.
Burada şiir, bir bakıma, resim ile kıyaslanmaya
başlanmış ve göz yanıltıcısı olan resim gibi şiirin sözleri de göz boyayan bir
anlatıya doğru süzülmüştür. MÖ 556 yılında doğmuş olan şair Simonides şiirsel dönüşümü yaşatan kişi olarak anılmaktadır.
Sanatın öneminin yeni bir kavram olan Apaté’nin kurulmasında başrolü oynaması
olduğu ileri sürülmektedir. Her şeyden önce Simonides şiirden bir meslek yaratmıştır. Para kazanarak şiiriyle
yaşayan ilk şair olarak kabul edilmektedir. Pindaros, eleştiriyle birlikte
“satılan şiirden” söz etmiştir. Eski çağlarda tanrıların peri kızları olarak
anılan Musalar şarkılarla hakikati anlatmaktayken, Simonides ile birlikte anlatı, para eden bir meslek olarak
sekülerleşmiş, laikleşmiştir. Şairin açgözlülüğü olarak anılan bu geçiş,
Detienne tarafından aslında bir laikleşme sürecinde sözün hakikat taşıyıcısı
olarak demokratikleşmeyle ilgilidir. Simonides’in meşhur sözü tarihe mâl olmuştur: “Pentür sessiz bir
şiirdir, şiir ise konuşan bir pentürdür.” Para karşılığında dizeler yazan Simonides ile birlikte şiir, hakikat ile ilişkisini zamansal bir
ilişkiye doğru çevirerek, kamuoyunun oluşmasında bir hakikat söylemine doğru
yön vermiştir. Pentürün ve şiirin ortaya koyduğu kaliteye “metis” adı
verilmektedir; yani burada kurnazca akıl yürütme söz konusudur. Bu da bir
meslek olarak yaşatılmaya başlanmıştır. Düşünce ve şiirin bir meslek erbabına
ait olmaya başlamasıyla birlikte Tanrı bağışı olan kabiliyet, bir bellek
tekniği haline gelmeye başlar; sanatkâr ise tanrıların elini kullanan bir
yetenek veya dâhi olmaktan çıkarak tekniğini üreten bir sanatçı haline gelmeye
başlar. Bu sanat, kamuoyunu yaratacak olan, bellek tazeleyen ve tarihi bize
hatırlatan bir anlatıcı (historien) olmaya başlar. Bu bakımdan, anlam
ile hakikat arasında kurulan bir denklemde demokratik olan, sözle olandan
geçmektedir: şiir, sözle gerçeği sunan bir meslek olarak düşünülür. Resim ve
şiir, canlandıran anlatılar ve imgeler kuran sanatların başında gelmeye
başlamıştır. Bu keşfi yapan Simonides ile birlikte MÖ 7. yüzyılda Dissoi logos Yunan
toplumunun kavramı olmaya başlar: Bu, en iyi ifadesiyle “göz yanıltma” (trompe
l’œil) sanatı olarak adlandırılır. Söz ve akıl ile birlikte kullanılan kelimeler
ve şeyler, sözle anlatılanlar ile imgeyle anlatılanlar arasındaki analoji;
heterojenliğin başladığı bir söylem içine oturtulmaya başlanır. Bu aynı zamanda
Gorgias’ın, Platon’un metnindeki iddiasına yaslanmaktadır. Simonides’in “Tesaliyenleri neden kandıramıyorsun?” sorusuna
verdiği cevap meşhurdur: “O kadar aptallar ki buna bile kanmıyorlar!” Bu
dönemde Simonides’in şiiri yanıltıcı bir söz olarak düşünülmektedir. Ama
aynı zamanda şiirsel söz, hakikatin imgesi gibi da ele alınmaktadır. Bu çağda,
heykel artık imgedir, ama dinî bir işaret değildir ve şiirsel bir imge hakikati
taşımaya başlayacak olan bir sözdür ve de laikleşmiştir. Karanlıkta kaldığı
düşünülen unutulanlar, şiir sayesinde hatırlandığında, bazı Yunan
tarihçilerinin de yazdığı gibi, başka bir “Aydınlanma” ortaya çıkmıştır. Bu
Aydınlanma aynı zamanda doğruyu söylemek, hakikati yanıltıcı yollardan da olsa
ortaya koymak ve bunu kamuya açıklamakla görevli olan şiir sayesinde
gerçekleşmektedir. Şair ise düşünür olarak imge ile gerçek arasında hakikati
aramaktadır, bir sanatkârdır ve teknik bir adam haline gelmektedir. Artık bir Apaté
ustası şair Simonides, Aletheia ile başlayan ve Musaların söylediği
şarkılarda bellekte kalan hakikati değiştirerek bir söz haline getiren bir şair
olarak anılmaktadır. Yeni teknik, artık bir mnémotechnie olarak
adlandırılmaktadır: bellek saklama sanatıdır. Geçmişte görünmeyenleri dinî ve
mitolojik bir şekilde açıklayan şarkılara nazaran Simonides’in bellek tekniği, sadece bir teknik olarak öğrenilen ve
uygulanan bir meslek haline geldiğinde Aydınlanmanın bir parçası olarak ele
alınmaya başlamıştır. Şiirin laikleşmesi olarak adlandırılan bu geçiş, doxayı
laik bir ortamda kamuya açık hale getirmiştir. Burada Kant’ın andığı publication kelimesine rastlamaktayız: Yani
(kamuya reklâm etmek anlamında) bilginin bellekten süzülerek geldiği hakikat,
kamunun gerçeği haline geldiğinde, tanrıların gerçeğinden, insanların değişken
ve zamana göre esneyen kamuoyu kavramına geçmiş oluruz. Bu da “Aydınlanma
nedir?” metninde, Kant’tan Foucault’nun 1980’li yıllarına ve günümüze gelmiş olan bir teorik
bakışla kendisini ortaya koymaktadır. Bugün adalet ve hakikat sorusu etik bir
soru olarak ahlâki değerlere veya kadim alışkanlıkların büyük ideallerine
değil, yapılmakta olan küçük icatlarla ve keşiflerle, değişmekte olan minör
geçişlere doğru açılan bir düşüncenin içinde hareket etmeye doğru bizleri
taşımaktadır. Bu çizgi bizleri; görünür olup da algılanmayanı, derinlerde saklı
olanları, mitolojik ve dinî alandan çıkarmayı değil de yüzeyde duran ama henüz
fark edilmemiş olan minör görüntüleri saklı alanından çıkarmaya doğru
sürüklemektedir.
Bu derslerin hazırlanmasında emeği geçen ve her
hafta derslerde hazır bulunan, bu dersleri kayda geçiren ve çözen öğrencim
Özgecan Büyüker ve Elif Yiğit’in yardımlarından dolayı kendilerine teşekkür
borçlu olduğumu söylemeliyim. Ayrıca Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde Sosyoloji Bölümü içinde yaptığım bu dersleri
senelerce izleyen ve her sene yeni bir ders yapmakta beni teşvik eden
öğrencilerime de büyük bir teşekkür borçluyum. Bu dersin son okumaları için
öğrencilerim Berfin Atlı’ya da teşekkür ederim. Akademik dünyada önsözlerde
genelde akademik personele, bölümde çalışan diğer akademisyenlere, konuyla
ilgili arkadaşlara ve uzmanlara teşekkür edilmektedir. Ben bu dersleri yaparken
en çok teşvik gördüğüm kişilerin öğrencilerim ve artık bunların arasından
meslektaşlarım olduğunu belirtmek isterim. Gilles Deleuze bir yazısında neden patolojik hastalıklara hep doktorların
adları verilir de asıl vakaları yaşayan hastaların adı verilmez diye
sormaktaydı. Ben de burada geleneksel üniversite ortamlarında kurumlara,
meslektaşlara teşekkür edilmesinin yanısıra –ki bu zaten yanlış bir şey asla
değildir ve benim tarafımdan da yanlış olarak kabul edilmemektedir– yıllar
boyunca mütemadiyen aynı adlı derse, aynı saatte gelen ve dinleyip bana sorular
soran ve sorularıyla beni başka yerlere doğru taşıyan ve en az benim kadar aynı
konuları derste düşünerek mütalaalarda bulunan öğrencilerimi ön plana almayı
tercih ederek teşekkürlerimi onlara doğru yöneltiyorum.
Ali Akay
15 Mayıs 2017
Ali Akay
Paris’te 1976-1990 yılları arasında
Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi okudu. 1986 yılında “Türklerde Devletçi İktidarın
Oluşumu” adlı
doktora tezini savundu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesidir. Sergi
küratörlüğü yapmaktadır.
Sanat, sosyoloji ve çağdaş sanatı
birleştiren yazılar
ve kitaplar yazmaktadır. Paris VIII, İNHA Üniversitelerinde Paris’te, Humboldt
Üniversitesi’nde Berlin’de dersler vermiştir.
2017 yılında Columbia
Universitesi’nde (New York) davetli profesör olarak görev almış, 2018’de Paris’te EAC’de sanat sosyolojisi
dersleri vermiştir. Paris Jeu de Paume
Müzesi’nde 2009-2010 yılı boyunca seminerler yapmıştır. Toplumbilim (1992-2011)
ve Plato Çağdaş Sanat Dergisi (2005-2007) dergilerinin
kurucusudur. Son olarak da Teorik Bakış dergisinin kurucusudur. Yazıları ve ortak yazarlı kitapları
birçok dilde yayımlanmıştır.