Transandantal İdealizm Sistemi
- 270,00 TL
-
189,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Felsefe tarihi anlatılarında uzunca bir dönem Fichte ve Hegel arasındaki bir geçiş filozofu olarak anılan, buna bağlı olarak felsefesi de çoğunlukla Fichte’ninkine benzerliği ya da Hegel’inkinden eksikliği üzerinden değerlendirilip yorumlanmış olan Schelling, son yıllarda özellikle tüm dünyada iklim krizi ve ekoloji politikaları tartışmalarının yoğunluk kazanmasının yanısıra yeni materyalizm ve yeni realizm akımlarının da kayda değer yankı uyandırmasıyla birlikte dikkatleri üzerine çekmiş, kıyaslamaya dayanan okumanın manipüle edici etkisinden arındırılıp kendi başına ele alındığında felsefesinin çağdaş dünya gündemi için yeni bir düşünsel imkânı saklı tuttuğu fark edilmiştir. İnsan ile doğa, düşünce ile madde, logos ile mitos, kavram ile sezgi arasındaki ilişkileri tekrar gözden geçirmek kaçınılmaz bir hal aldığında, düşünürler kendilerini ister istemez Schelling felsefesinde bulmuşlardır. Schelling’i bu anlamda çağının önüne taşıyan, Kant’la birlikte kemikleşmeye başlamış olan rasyonalizm, kendinin zemini olan akıl veya kavramsal düşünmede tamamlanabilecek akıl sistemi fikrinde en başından açtığı çatlaktır. İşte bilinçsizi, sezgiyi ve sanatı felsefenin çıkmazına anahtar olarak sunan Schelling’in, Doğa Felsefesi’nin ardından kronolojik anlamda ikinci büyük eseri olan 1800 tarihli Transandantal İdealizm Sistemi, ben’im diyebilmesiyle tam kendini bulmuşken, bu kez de doğasından ayrı düşmüş olan benin, sonu sanat deneyimine çıkan tamamlanma, kendiyle bir ve bütün olma sürecidir; özbilincin tarihidir.
- Yazar: Friedrich Wilhelm Joseph Schelling
- Kitabın Başlığı: Transandantal İdealizm Sistemi
- Almanca Özgün Metin: System des transzendentalen Idealismus
- Almancadan Çeviren: Merve Ertene
- Yayına Hazırlayanlar: Taşkın Takış - Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 352; Felsefe- 92
- Basım Bilgileri: 1. Basım: Haziran 2022
- Sayfa Sayısı: 330
- ISBN: 978-625-8123-07-4
- Boyutları: 13,5 x 21
- Kapak Resmi: Caspar David Friedrich, "Frau vor der untergehenden Sonne", 1818.
Çevirmen Önsözü
Önsöz
İçindekiler
Giriş
§ 1. Transandantal Felsefe Kavramı
§ 2. Sonuçlar
§ 3. Transandantal Felsefenin Ön
Tasnifi
§ 4. Transandantal Felsefenin
Organı
Birinci Ana Kısım
Transandantal İdealizmin Prensibi Üzerine
Birinci Kısım: Bilginin En Üst
Prensibinin Zorunluluğu ve Yapısı Üzerine
İkinci Kısım: Prensibin Kendisinin
Dedüksiyonu
İkinci Ana Kısım
Transandantal İdealizmin Genel Dedüksiyonu
Üçüncü Ana Kısım
Transandantal İdealizmin Temel İlkeleri Uyarınca Teorik Felsefe Sistemi
I. Özbilinç Ediminde İçerilen Mutlak Sentezin Dedüksiyonu
II. Mutlak Sentezin Orta Terimlerinin Dedüksiyonu
İlk Çağ: Kökensel
Duyumsamadan Üretici Sezgiye
İkinci Çağ:
Üretici Sezgiden Refleksiyona
Üçüncü Çağ:
Refleksiyondan İstencin Mutlak Edimine
Dördüncü Ana Kısım
Transandantal İdealizmin Temel İlkeleri Uyarınca Pratik Felsefe Sistemi
Beşinci Ana Kısım
Transandantal İdealizmin Temel İlkeleri Uyarınca Teleolojinin Esasları
Altıncı Ana Kısım
Felsefenin Evrensel Bir Organının Dedüksiyonu ya da Transandantal İdealizmin
Temel İlkeleri Uyarınca
Sanat Felsefesinin Esasları
§ 1. Genel Olarak Sanat-Ürününün Dedüksiyonu
§ 2. Sanat Ürününün Karakteri
§ 3. Sonuçlar [Sanatın Tüm Felsefe Sistemiyle İlişkisi]
Tüm Sistem Üzerine Genel Değerlendirme
Dizin
Önsöz
Yalnızca gündelik yaşamda değil, bilimlerin büyük kısmında egemen
olan bakışı bütünüyle değiştiren hattâ tersyüz eden bir sistemin, prensiplerini
en kesin şekilde kanıtlamış olsa dahi, kanıtlarının açıklığını hissetmeye ya da
gerçekten idrak etmeye muktedir olanlar nezdinde bile daimi bir itiraz ile
karşılaşmasının nedeni ancak tekil problemlerin çokluğundan soyutlanabilmedeki
yeteneksizlik olabilir ki bu çokluğu, böylesi değişmiş bir bakışla, faal
imgelem, deneyimin tüm zenginliğinden ansızın yaratır ve bunun sonucunda
yargının dikkati dağılır ve rahatı bozulur. Kanıtların gücü yadsınamaz, bu
prensiplerin yerine konulacak kesin ve apaçık olanın da ne olduğu bilinmiyordur
ama bunların doğuracağı öngörülen muazzam diye aksettirilen sonuçlardan
korkulur ve bu prensiplerin uygulamalarında kaçınılmaz olarak karşılaşılacak
tüm zorlukları çözmek konusunda ümitsizliğe düşülür. Fakat felsefi
soruşturmalara herhangi bir şekilde ilgi duyan birinden bu soyutlamayı
yapabilir olması ve prensiplerin en yüksek genellikte –ki bu, tekilin tümüyle
ortadan kaybolduğu ve eğer bir de en yüksek düzeyiyse, tüm mümkün meselelerin
çözümünün de muhakkak peşinen içerildiği bir genelliktir–, nasıl kavranacağını
bilmesi haklı olarak talep edilebilir ve bu sebeple sistemin ilk kuruluşunda
tekile doğru inen tüm soruşturmaların bir kenara koyulması ve yalnızca ilk
önce olanın, zaruri olanın, yani prensiplerin açığa çıkarılması ve şüphesiz
kılınması doğaldır. Hattâ böylesi bir sistem, hakikatinin en sağlam mihenk
taşını bu sayede bulur ve bu mihenk taşı, sadece öncesinde çözümsüz olan
problemleri kolaylıkla çözmekle kalmaz, o zamana dek düşünülmemiş, tümüyle yeni
problemler üretir ve doğru kabul edilenlerde yaşanan genel sarsıntının sonucu
olarak yeni bir tür hakikat ortaya çıkar. İşte bu tam da transandantal
idealizmin karakteristiğidir; o bir kere kabul edildi mi, tüm bilgiyi adeta en
baştan üretmeyi ve uzun süredir kati hakikat olarak geçerli kabul edileni
yeniden sınava tâbi tutmayı ve onun bu sınavı vermesini ya da en azından
buradan tamamen yeni bir tarz ve formda doğmasını zorunlu kılar.
İşte bu eserin amacı tam da budur;
transandantal idealizmi aslında olması gereken haline yükseltmek, yani tüm
bilginin sistemine dönüştürmek, yani sistemi yalnızca genel olarak değil,
fiilen kanıtlamak, diğer bir deyişle sistemin prensiplerinin, bilginin temel
nesnelerine ilişkin, ya daha önce ortaya çıkarılmış ama çözülmemiş ya da ilk
kez sistem sayesinde mümkün hale gelip meydana çıkmış tüm mümkün problemlere
gerçekten ulaşması yoluyla kanıtlamaktır. Öyleyse bu yazının, daha sistemin ilk
esaslarında tökezleyen ve tüm bilginin ilk prensiplerinin ne gerektirdiğini
anlamakta yeterli olmadıklarından ya da önyargıdan ya da başka herhangi bir
sebepten dolayı bunun ötesine geçemeyen ama her şeye rağmen felsefi meselelerde
hüküm vermeye cüret eden pek çoklarının daha önce ilgisini çekmemiş ya da dile
getirmedikleri sorulara ve konulara değinmek zorunda olduğu açıktır. Ayrıca, bu
soruşturma, haliyle, sistemin ilk ilkelerine yeniden dönse de, yine bu
kategorideki insanlar için mevcut yazıdan umulacak pek az şey vardır, zira ne Wissenschaftslehre’nin yaratıcısının yazılarında ne de mevcut
yazarın yazılarında temel soruşturmalar bakımından uzun zamandır söylenmemiş
bir şey bulunmaz, fakat yalnızca bu incelemede sunum, belli hususlar bakımından
öncesine nazaran daha açık ve net olmayı başarmıştır ama bu bile anlayıştaki
temel bir eksikliği hiçbir şekilde telafi edemez. Öte yandan yazarın, idealizmi
tüm kapsamıyla sunma amacına erişmeyi denemiş olmasına vasıta olan, yazarın
felsefenin her parçasını tek bir süreklilikte ve tüm felsefeyi her neyse o
olarak, yani özbilincin sürüp giden tarihi olarak öne sürmüş olmasıdır ki
böylesi bir tarih için deneyimde ortaya konan şey ancak adeta bir anıt ya da
bir vesika olarak hizmet eder. Bu tarihi, titiz ve bütünlüklü bir şekilde
tasarlamak için, esasen önemli olan, sadece bu tarihin tekil dönemlerini ve bu
dönemlerden de tekrar tekil momentleri ayırmak değil, bunları aynı zamanda bu
araştırmada kullanılan yöntem sayesinde hiçbir zorunlu adımın ihmal edilmediğinden
emin olunacak bir sırayla sunmak ve böylelikle bütüne, zamanın dokunamayacağı
ve sonraki süreçlerde de üzerine her şeyin uygulanmak zorunda olduğu adeta
değişmez bir iskelet olarak ayakta kalan içsel bir bağlam vermekti. Bu bağlam
aslında sezgilerin her aşamada gelişim gösteren dizisidir ve ben, bu
dizi boyunca kendini bilincin en yüksek potansına [Potenz] dek yükseltir.
Yazarı bu bağlamın sunumuna özel bir ihtimam göstermeye asıl itense, doğanın zekâ [Intelligenz] ile paralelliğidir; yazar bu paralelliğe
çoktandır yönelmiştir ve bu paralelliği tek başına ne transandantal felsefe ne de doğa felsefesi tam anlamıyla sunabilir; bu sunum ancak bu iki
bilimin beraberliğiyle mümkündür ki bu iki bilim tam da bu sebepten
birbirine hep karşıt olmak zorundadır ve asla birliğe gelemez. Öyleyse, yazarın
buraya dek yalnızca ileri sürmüş olduğu bu iki bilimin tıpatıp aynı
gerçekliğinin teorik bakımdan kati kanıtı, transandantal felsefede ve özellikle
transandantal felsefenin mevcut eserin içeriğini oluşturan sunumunda
aranmalıdır; bu sebeple de bu eser yazarın doğa felsefesi üzerine yazılarının zorunlu tümleyicisi olarak
görülmelidir. Bu eserle birlikte açığa kavuşacak olan şudur: Bende bulunan aynı
sezgi potansları belli bir sınıra kadar doğada da gösterilebilir
ve bu sınır teorik ve pratik felsefenin sınırının ta kendisi olduğundan, salt
teorik bakış için nesnelin ya da öznelin birincil kılınması eş geçerliktedir,
zira bu yalnızca (bu değerlendirmede sesi hiç çıkmayan) pratik felsefenin karar
verebileceği bir konudur; o halde idealizmin de saf teorik bir temeli yoktur ve
yalnızca teorik apaçıklık kabul edildiği sürece, temeli de tıpkı kanıtları gibi
baştan aşağı teorik olan doğa bilimlerinin muktedir olduğu apaçıklığa, idealizm sahip olamayacaktır. Doğa felsefesi ile tanışık olan okuyucular bu
açıklamalardan, yazarın bu bilimi transandantal felsefenin karşısına koymasının
ve ondan tamamen ayırmasının nedeninin konunun derininde yattığı sonucuna
varabilirler. Tabii bunun yanısıra tüm girişimimiz sadece doğayı açıklamak
olsaydı asla idealizme sürüklenmemiş olurduk.
Mevcut eserde, doğanın asli nesnelerinden, esas
anlamda madde ve onun genel işlevlerinden, organizmadan vs. yapılan dedüksiyonlara
gelirsek, aynı şekilde idealist olmakla birlikte bu sebepten (pek çokları bu
ikisini eşanlamlı görse de) teleolojik olmayan, idealizmde, başka herhangi bir sistemde
olabildiği kadar tatmin edici olamayan çıkarsamalar vardır. O halde örneğin,
maddenin şu ya da bu belirlenimlere sahip olmasının ya da zekânın, eylemelerini dış dünya üzerinde organizmayla
dolayımlanmış olarak sezmesinin, özgürlüğün ya da pratik amaçların yararı için
önemli olduğunu kanıtlasam, bu kanıt yine de zekânın tam da bu yarar için gerekli olanı, nasıl ve hangi mekanizmayla
sezdiği sorusunu benim için cevapsız bırakır. Oysa idealistin belirli dışsal
şeylerin varoluşu için öne sürdüğü tüm kanıtlar, bizzat sezginin kökensel
mekanizmasından, yani nesnenin edimsel olarak kuruluşuyla elde edilmiş
olmak zorundadır. Kanıtlar idealist olduğundan, bunların salt teleolojik ifadesi, hakiki bilgiyi tek adım ileri götürmez, çünkü
bilindiği üzere bir nesnenin teleolojik açıklaması bana onun gerçek kökenine dair neredeyse
hiçbir şey öğretemez.
Bir transandantal idealizm sisteminin kendisinde, pratik felsefenin
hakikatleri ancak aracı ögeler olarak ortaya çıkabilir ve aslında pratik
felsefeden sisteme mâl olacak olan, yalnızca ondaki nesnel olandır. Bu nesnel
olan, en geniş anlamıyla tarihtir ve tarih, bir idealizm sisteminde tıpkı birinci dereceden nesnel olan gibi, yani
doğa gibi transandantal olarak çıkarsanmayı [deduziert]
gerektirir. Tarihin bu dedüksiyonunun doğrudan ortaya çıkardığı kanıt,
eylemenin özneli ile nesneli arasındaki uyumun nihai zemini olarak görmemiz
gerekenin, aslında, mutlak bir özdeşlik olarak düşünülmek zorunda olduğudur.
Ancak bu mutlak özdeşliği tözsel ya da kişisel bir varlık olarak düşünmek
hiçbir şekilde onu saf bir soyutlamada ortaya koymaktan daha iyi olmayacaktır
ki zaten bu, idealizme ancak yanlış anlamaların en kabasıyla yamanabilecek bir
fikirdir.
Teleolojinin temel ilkeleri söz konusu olduğunda,
okuyucu, hiç şüphesiz kendiliğinden, bu prensiplerin, doğada mekanizmanın
ereksellikle birarada var olmasını anlaşılabilir şekilde açıklamanın tek yoluna
işaret ettiğini fark edecektir. Nihayetinde bütünü tamamlayan sanat felsefesine ilişkin önermeler sebebiyle yazar, bu konuya
özel ilgi duyanlardan, kendi başına ele alındığında ucu bucağı olmayan tüm bu
soruşturmanın, burada yalnızca felsefe sistemi ile ilişkisi bakımından yürütüldüğünü
ve dolayısıyla bu muazzam konunun pek çok yönünün en baştan incelemenin dışında
bırakılmak zorunda olduğunu göz önünde bulundurmalarını istirham eder.
Son olarak yazar, transandantal idealizmin
mümkün olduğunca genel olarak okunabilir ve anlaşılabilir bir sunumunu ortaya
koymanın onun için tamamlayıcı ikincil bir amaç haline geldiğini fark etmiş ve
bunu, seçtiği metot sayesinde belli bir ölçüde başarabildiğine, sistem üzerine
gerçekleştirilen konferansla birlikte çifte deneyimle kani olmuştur.
Bu kısa önsöz, yazarla aynı noktada durup
onunla aynı problemlere çözüm arayanlar arasında bu çalışmaya ilgi uyandırmak
için, talimat ve malumata istekli olanları ise cezbetmek için, öte yandan ne
ilkinin farkında olanlar ne de diğerine gerçekten isteği olanları en başından
korkutup kaçırmak için yeterlidir; böylelikle bu önsöz nihai amacına ulaşmış
olur.
Jena, Mart Sonu, 1800
Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling
(1775-1854)
Ünlü Alman filozof. Kant sonrası
Alman İdealizminin
önde gelen temsilcilerindendir. Doğu dilleri profesörü olan Lutherci bir
papazın
oğludur.
On beş
yaşında
Tübingen’deki ilahiyat okuluna kabul edildi. O dönemde Tübingen’de öğrenim
gören gençler Fransız Devrimi’nin etkisindeydiler ve
felsefeye yöneliyorlardı. Schelling, başlangıçta
Kant, Fichte ve Spinoza’nın felsefelerinden etkilenmişse
de, sonrasında kendisi doğaya dayanan bir felsefi akım
geliştirdi.
Schelling’in kuramı “mutlakçılık” olarak adlandırılır.
1795 yılında
Über die Möglichkeit einer Form der Philosophie überhaupt (Genel Bir Felsefenin Biçimi ve Olanağı
Üzerine) ve hemen ardından yayımladığı Vom Ich als Prinzip der Philosophie
(Felsefenin İlkesi olarak Ben Üzerine) adlı eserlerinde ele aldığı temel kavram “mutlak”tır. 1798’de Jena Üniversitesi’nde
profesörlüğe getirildi, sonraki yıllarda doğa felsefesi üzerine birçok eser yayımladı.
System des transzendentalen Idealismus (Transandandal İdealizm
Sistemi, 1800) adlı başyapıtında geliştirdiği doğa kavramını “ben”i hareket noktası
alan Fichte’nin felsefesiyle birleştirmeye
çalıştı.
1841’de Berlin Üniversitesi’nde verdiği derslerin takipçileri arasında
Friedrich Engels, Søren Kierkegaard, Jacob Burckhardt ve Mihail Bakunin de yer
almaktaydı.
Schelling’in felsefi görüşlerinin özgünlüğü,
yakın
dönemlerde, mutlak akla dayalı felsefi sistemlerin karşısında
olan Varoluşçuluk ve felsefi antropoloji gibi yaklaşımların
gelişmesiyle
bağlantılı
olarak yeniden değer kazanmıştır.
Merve
Ertene
1985 yılında İstanbul’da doğdu.
Lisans ve yüksek lisansını ODTÜ Felsefe Bölümünde tamamladı.
2011 yılında
Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümünde araştırma görevlisi olarak görev yapmaya, 2013
yılında
da aynı
bölümde doktora eğitimine başladı. 2019 yılında “Aisthesis’ten Estetiğe:
Schelling’in Tersine Değerlemiş Mimesis’i” başlıklı
teziyle doktora eğitimini tamamladı. Halen aynı bölümde araştırma
görevlisidir. Alman İdealizmi üzerine çalışmaları
bulunmaktadır.