Yirminci Asır Filozofları
- 380,00 TL
-
266,00 TL
- Stok Durumu: Stokta var
- 24 Saatte Kargoda
Modern Batı düşüncesinin kendi dönemindeki fikri tartışmalarını tarihsel perspektifi içinde, kendi entelektüel yönelimleri ve çatışmalarını da yansıtacak şekilde yorumlayarak aktaran Hilmi Ziya Ülken, 20. yüzyılın önemli filozofları ve düşünceleri üzerinden idealizm ile realizm arasında yaşandığını düşündüğü bunalımı tüm yönleriyle ele alıyor.
Bir yandan baş döndürücü bilimsel gelişmeler ve onların felsefedeki izdüşümlerini, mesela Viyana Çevresi’nin merkezde olduğu, Schlick, Carnap, gene Einstein, Mach ya da Gödel vd. üzerinden yürüyen tartışmaları yansıtırken, diğer yandan bir ara yakın ilgi duyduğunu belirttiği fenomenolojinin ve sezgiciliğin önemli isimlerinin, yani Husserl, Heidegger, Bergson vd.; ve gene Scheler, Russell, Whitehead, Cassirer, Simmel’in etrafında odaklanan tartışmaları ve düşünceleri, güncel bilgiye erişimin bugüne göre oldukça kısıtlı olduğu o dönemde, büyük bir yetkinlikle ortaya koyuyor.
“Yirminci Asır Filozofları, bugünkü felsefe akımlarını mümkün olduğu kadar doğrudan filozofların ağzından izaha çalışan bir kitaptır. Bu akımlar hakkında ayrı ayrı veya umumi bir tenkide girmezden önce onların tanınmış olmaları lâzım geldiği düşüncesiyle, bilhassa felsefe sistemlerinin anlatılmasında objektif kalmaya gayret ettim.
Böyle olmakla beraber bu kitap, âdeta müellifin fikrî hayatının bir tarihçesi olduğu için, orada sırasıyla meyledilen ve tesiri altında kalınan akımlar görülecektir.”
- Yazar: Hilmi Ziya Ülken
- Kitabın Başlığı: Yirminci Asır Filozofları
- Yayına Hazırlayanlar: Taşkın Takış, Ufuk Coşkun
- Kapak Tasarımı: Harun Ak
- Dizi Bilgisi: Doğu Batı Yayınları - 332; Felsefe- 86
- Basım Bilgileri: 2. Basım: Doğu Batı Yayınları, Aralık 2021 / 1. Basım: Kanaat Kitabevi, 1936.
- Sayfa Sayısı: 504
- ISBN: 978-625-7030-71-7
- Boyutları: 15,5 x 23,5
- Kapak Fotoğrafı: Hilmi Ziya Ülken
Önsöz
Bugünkü
Felsefeye Genel Bir Bakış
İrrasyonalist Felsefe
Émile Boutroux
Émile Meyerson
Pragmatizm
William James
John Dewey
S. F. Schiller
Henri Bergson
Jacques Chevalier
Maurice Blondel
19. Asır İdealizminin Mukavemetleri
Benedetto Croce
J. M. Baldwin
Marburg Okulu ve Cassirer
Georg Simmel
Le Senne
“Manevi İlimler” Telâkkisi
(Geisteswissenschaften)
Yeni Realizm
İngiltere’de Yeni Realizmin Tekâmülü
Moore ve Bilginin Tahlili
Bertrand Russell
Tahlilî Felsefe
Russell’a Nazaran Realite ve Ruh
Alexander
Broad
Bilginin Aşkınlığı (Transcendence)
Whitehead
Ruyer
Fenomenoloji
Husserl
Max Scheler
Emil Lask
Nicolai Hartmann
Martin Heidegger
Matematik Felsefesi
Aksiyomatik
Logistik
Yeni Sezgicilik
Fizik Felsefesi
Ernst Mach
Einstein
Ampirizm Logistik
Moritz Schlick
Philipp Frank
Hans Reichenbach
Eddington
James Jeans
Biyoloji Felsefesi
Sosyoloji Felsefesi
Émile Durkheim
Lévy-Bruhl
Bouglé
Sosyolojik Bilgi Teorisinin Tekâmülü
Materyalizm
Zeyl: İdealizm ve Materyalizm
Kaynakça
Genel Kaynaklar
Sözlük
Dizin
Önsöz
Yirminci Asır Filozofları, bugünkü felsefe akımlarını
mümkün olduğu kadar doğrudan filozofların ağzından izaha çalışan bir kitaptır.
Bu akımlar hakkında ayrı ayrı veya umumi bir tenkide girmezden önce onların tanınmış
olmaları lâzım geldiği düşüncesiyle, bilhassa felsefe sistemlerinin anlatılmasında
objektif kalmaya gayret ettim.
Böyle olmakla beraber bu kitap,
âdeta müellifin fikrî hayatının bir tarihçesi olduğu için, orada sırasıyla
meyledilen ve tesiri altında kalınan akımlar görülecektir. Bu noktadan kitabın
istikameti metafizikten müspet ilimlere, idealizmden materyalizme doğrudur.
Zeyl halinde ilâve edilen Engels’in “idealizm ve
materyalizm” makalesi bu istikameti göstermeye –kısmen– yardım eder.
Hakikaten Ziya
Gökalp’ten başlayan sosyoloji geleneği, yalnız başına felsefi tefekkür için
kâfi gelmiyordu. Cemiyet felsefesini üzerine istinat ettirebilmek için, bir
bilgi ve ilim felsefesine ihtiyaç vardı. Nitekim onu takip eden nesilde,
muhtelif nispetlerdeki sociologisme aleyhtarlığı bundan ileri geliyor: O
zamandan beri memleketimizde en çok temayül gösterilen Bergsonculuk ve pragmatizm
oldu. Merhum M. İzzet, sosyoloji geleneğini reddetmeyerek, oradan idealist bir
felsefeye doğru yükselmeye çalışmıştı.
Nitekim ben de, ilk çalışmalarımda
bütün neslim gibi Ziya Gökalp’ten mülhem olarak Durkheim’a, yani spiritüalist
Fransız sosyolojisine dayanıyordum. Fakat az geçmeden, içtimai felsefeyi bir
ilim ve tabiat felsefesine bağlamak ihtiyacı beni Boutroux’ya sevk etti.
Maddeden ve hayattan ayrı manevi bir cemiyet âleminin varlığını izah edebilmek
için, tabiatı müterekki dereceler halinde gösteren bu plüralist [çoğulcu]
felsefe –ilk önce– bana çok elverişli görünmüştü.
Fakat burada kendiliğinden bir
determinizm ve hürriyet meselesi; ve bu suretle, sosyolojinin içinde bile başlıbaşına
buhrana vesile olan bir ahlâk meselesi meydana çıktı. Dinlerin ortaya koydukları
ve halledemedikleri eski dava: Eğer insan, bütün fiillerinde içtimai belirliliğe
tâbi ise onu mesul etmenin mânâsı nedir? Eğer insan hür ve bundan dolayı mesul
ise o halde içtimai determinizmin mânâsı nedir?
İşte bu endişe, M. İzzet’le
beraber –ve şüphesiz ondan mülhem olarak– beni mutlak idealizme, Hegel felsefesine doğru
götürmüştü. Fakat bu süre zarfında felsefe tarihiyle, bilhassa Aristoteles ile uğraşmanın
verdiği alâka ile ahlâk felsefesi gittikçe tabiat felsefesini içinde eritiyor; Hegel ve Schelling’den Spinoza’ya, onun “sonsuzluk”
ve “ezeliyet” felsefesine, panteizmine kadar iniyordum. M. İzzet’in
tavsiyesiyle Croce ve Baldwin’i okudum. Bu vesile
ile Türk mistiklerine merak saldım. Bu devirde, bir taraftan Muhyiddin Arabî,
diğer taraftan yeni Alman antropozofu Rudolph Steiner bile pek uzaktan
beni alâkadar ediyordu.
Bütün mesele şurada
ki, bu devirde maddeci ve ruhçu felsefelerden aynı derecede kaçınıyordum.
Onlardan her biri bana yarım kalmış birer âlem, hakikatin tek yüzü gibi
görünüyordu. Spinoza benim için, felsefi
tipin kemâli idi. Ahlâkın varlıktan, insanın tabiattan ayrılamayacağına; insani
hürriyetin tabii nizam ve belirlilikten bir manzara olduğuna kaniydim. Bütün bu
birlikçi felsefi görüşte Hegel’den ayrılan nokta, Spinoza’nın realizmine tabii tezat
ve tekâmül fikri vasıtasıyla dönüş idi. Senelerce üzerinde durduğum “cemiyet ve
marazî şuur” meselesini bu tezadın insanda ve içtimai âlemde son halkası gibi
görüyordum.
Bu devredeki düşüncelerimi
toplu olarak yazamadım: Ruhiyat ve İçtimaiyat adlı kitaplarda
klasik bahisler arasında kısmen aksettirebildim. Felsefe Yıllığı’ndaki
(Cemiyet ve Marazî Şuur) makalesiyle tabii tezat (conflit) meselesinin
bir halkası üzerinde durmaya çalıştım. Fakat bütün bu mesainin umumi planını
birlikçi bir sagesse (bilgelik) ifadesiyle Aşk Ahlâkı’nda topladım.
Bununla beraber, bu vaziyet
bana kâfi görünmüyordu: Çünkü bu suretle, ya Hegel idealizminde kalmak,
buradan bilincin öznel çemberine girerek solipsizme kadar düşmek
tehlikesini görüyordum. Yahut da Spinoza’nın dogmatik
realizmine dönmek ve tenkitçi felsefenin hücumlarına yeniden maruz kalmak lâzım
gelecekti. Her iki vaziyetten kurtulabilmek için tenkidî bir realizm temeli arıyordum.
İşte bu suretle ilk önce İngiliz yeni realistlerine ve biraz sonra Fenomenolojiye
meylettim.
Bilhassa bu sonuncusunda, aradığım
temeli bulabileceğime kanaat getirdim. Çünkü daha başlangıçtan beri bütün
felsefi temayülümde teessürî hayat birinci derecede rol oynuyordu. İngiliz
ahlâkçıları beni cezbediyordu. İhtiras üzerine müesses bir bilgi teorisinin
planını daha 1921’den beri düşünüyordum. Aşk Ahlâkı’nda buna çok umumi
hatlarıyla işaret ettimse de hiçbir zaman tam bir şekilde tespit edemedim. Buna
başlıca âmil, felsefeye ilk defa cemiyet meselesiyle girmekliğim ve felsefe
meselelerinin başına daima eylem ve ahlâk meselesini koymaklığım olmuştur.
Nitekim fenomenolojiye
temayülüm, Max Scheler ve Heidegger’e karşı alâkam, gene
diyalektik usulden bir türlü ayrılmamak üzere insani vatanperverlikle
tahakkuk etti: Bu kitapta idealizm ile realizm arasındaki buhranı bazı
fenomenologlar gibi tek bir ideo-realizm ile halletmek tasavvurunda idim.
Fakat asıl buhran burada,
hakikatin ölçütünü (critérium) ararken meydana çıkıyordu. İki
istikametin tehlikelerinden korunmuş olan bu mutedil ve bitaraf saha, hakikatte
her ikisinin zararlarını toplayan karma bir saha değil mi idi? İşte bu endişe,
beni bizzat fenomenolojiden ve yeni realizmden şüpheye sevk etti. Bu suretle, Aristoteles’ten başlayarak en
yakın filozoflara kadar birçok felsefi akımda müşterek olan aynı meziyeti ve
belki aynı hatayı görmek mümkün oluyordu: Bu da, onların zıtları barıştırmak
isteyen telifçi (compromiste) karakterleri idi.
İlk defa içtimai ve siyasi
felsefe sahasında, vaktiyle kendimin bilerek tam içinde bulunmuş olduğum bu
telifçi zihniyetin doğurduğu çelişkileri bir makale serisinde izaha çalıştım.
Ondan sonra aynı konuyla ilim felsefesi sahasında meşgul olmaya başladım.
Bu çelişkilerden, saf ilimci
olduklarını iddia eden bazı felsefeler de kurtulamamışlardır. Çünkü onlar, aynı
ilmin verilerine dayandıkları halde birbirini inkâr edecek kadar zıt ilmî
felsefeler yapabiliyorlar. Nihayet bizzat scientisme denilen harekette
“mahiyeti itibarıyla ne maddi ne de ruhi olan, duyum komplekslerine
dayandığı için, bu nötr sahada tekrar bir telifçiliğe düşmek
mecburiyetinde kalmıştır.
Şu halde, tutarlı olabilmek için
mutlaka şu iki yoldan birini tercih etmek lâzımdı: materyalizm veya idealizm. –
İdealizmin ve öznel şuurculuğun çemberinden kurtulmak ve tam bir tabiat ve ilim
felsefesine ulaşabilmek için, vaktiyle Engels’in Hegel için söylediği gibi
“Panteizmi, bu tersine çevrilmiş materyalizmi” neticelerine kadar götürmekten
başka yapacak şey yoktu. Bu artık 18-19. asırların mekanik ve statik
materyalizmi değil, fakat tekâmül halindeki tabiat görüşünden ibaret olan
dinamik ve tarihî materyalizm idi.
Tarihî materyalizmin – mefhum
cambazlığı, bir tür Diyalektik oyunundan ibaret olduğunu söyleyerek ona
hücum etmek doğru değildir. Bu telâkki, bizzat tabiat ilimlerinin bizi kabule
mecbur ettiği tekâmül ve inkılâp fikirlerine dayanmaktadır. Diğer
bir tabirle, tarihî materyalizm ilk bakışta zannedildiği gibi yalnız bir
cemiyet ve beşerî tarih teorisi değildir. O bilâkis, tarihten ibaret olan
âlemin objektif izahına teşebbüstür. Ve bugünkü fizik ve biyoloji günden güne
bunu teyide doğru gitmektedir.
Tabiat ve insan felsefesinin
inkişafı için bu suretle en elverişli sahaya girilmektedir. Artık, yalnız insanın
tabiat içindeki mevkiini değil, determinizm ve olasılık meselelerini de bu
yolda en salim ve müşterek usullerle tetkike imkân vardır: çünkü biz mantıkımızın
şemalarını tabiata tahmil etmiyoruz, fakat tabiatın tetkikinden bütün mantığımızın
bünyesini çıkarıyoruz. Bu mânâda Fransız içtimaiyatının bilgi teorisini (tefsir
yoluyla) yeniden nazarı itibara almak mümkün olabilecektir. [Bu fikirleri yeni
bir kitapta izah etmekteyim.]
* * *
Bu kitabın anlatmaya çalıştığı maddeler, idealizm ve
metafizik hareketlerinden materyalizme doğru ve az çok bu sıraya tâbi olarak
tertip edilmiştir. Bununla beraber kitabın tertibinde fikirlerin zaman itibarıyla
seyrini, konuların mantıki ve ilmî sırasını da nazarı itibara aldım.
Burada yirminci asrın bütün
felsefe hareketlerinden bahsetmeye imkân yoktu. Bundan dolayı en önemli ekoller
ve bunların başlıca filozofları üzerinde durdum. Fakat bu arada bazı cereyanları
ihmal etmeye mecbur oldum.
Mesela idealizm hareketi
içerisinde, ehemmiyetine rağmen Yeni Kantçı filozoflardan Cornelius ve von Aster’den maalesef
bahsedemedim. Pragmatistlerden Santayana’yı, İtalyan idealistlerden Gentile’yi, İspanyol filozofu Unamuno’yu terkettim.
Doğrudan felsefe yapmaktan ziyade
bir tür hikmet (sagesse) yapmakta olan O. Spengler, Keyserling veya G.
Ferrero gibi mütefekkirlere hiç temas etmeden geçtim.
Fakat bunlardan başka Fransa’da
kuvvetli bir din felsefesi ve reaksiyon hareketi görülüyor ki, asrımızın birçok
mütefekkirini hararetle meşgul etmesine rağmen, kanaatimce bugünün fikrine
hiçbir terakki getirmediği için onlara bir fasıl ayırmaya lüzum görmedim. Bu
hareketler arasında en önemli sima, Yeni Thomasçılığın belli başlı
filozofu şüphesiz Bergson’a hücumlarıyla tanınmış
olan Jacques Maritain’dir (1882-1973). Maritain “Bergson Felsefesi”,
“Anti-modern” ve “Üç Reformcu” adlı eserleriyle yeni felsefe akımlarına karşı Thomasçılığı
müdafaa etmektedir. Bu okulun en mütebahhir âlimi olan Étienne Gilson, Ortaçağ
felsefesinde İslâm ve garp âlemlerinin münasebetine dair tetkikleriyle Yeni
Thomasçı felsefenin yayılmasına hizmet etti. Bu hareketin Hıristiyan muhitinde
birçok taraftarı vardır.
Ayrıca Katolik felsefesi de
yine mutaassıp Fransız muhitinde büyük bir alâka uyandırmıştır. Bu sahada, ilk
önce, daha geçen asırda müspet felsefeye cephe yapan Ollé-Laprune’ü zikretmeliyim
(1839-1898). Fakat zamanımızda hareket daha kuvvetlenmiş görünüyor.
Laberthonnière (1860-1932) Katolik felsefesi dergisi ve birçok neşriyatı ile
tanındı.
Dinî Felsefe Hakkında
Denemeler, Hıristiyan Realizmi ve Yunan İdealizmi, Katoliklik
Yolu Üzerinde adlı eserleri en meşhurlarıdır. Katolik felsefesinin büyük
mütefekkiri olan Maurice Blondel ile Bergson cereyanına bağlı olan
E. Le Roy ve J. Chevalier’den ayrı birer fasılda
bahsettim.
Bütün bu
maddelerin terk edilmesi hem kitabın hacmini lüzumundan fazla büyütmek
korkusundan hem de bunların diğerleri kadar önemli ve yeni görülmemesinden
ileri gelmiştir.
1
Haziran 1936
Hilmi Ziya Ülken
Hilmi Ziya Ülken
İstanbul’da, 1901 yılında
doğdu. Babası Mehmet Ziya Ülken kimyager doktordu. Anne tarafı Kazan’ın
tanınmış müderrislerinden Kerim Hazret’e uzanır. İlk bilgileri aile dostu
İbn-ül Emin Mahmut Kemal Bey’in sohbetlerinden alır. Hilmi Ziya, ilköğrenimini
“Tefeyyüz” mektebinde; ortaöğrenimini İstanbul Sultanî’sinde tamamladı. Gençlik
yıllarında ateşli bir Anadoluculuk taraftarıdır. 1919’da Reşat Kayı ile Anadolu
dergisini çıkarır. Anadolu’nun Bugünkü Vazifeleri birçok eseri arasında
ilkidir. 1921’de Mülkiye Mektebi’nden mezun oldu. Ardından İstanbul Edebiyat
Fakültesi Beşeri Coğrafya Kürsüsü asistanlığına tayin edildi. Diğer bölümlerin
derslerini takip ederek felsefe bölümünden ahlâk sosyoloji ve felsefe tarihi
sertifikaları aldı. Çeşitli liselerde tarih, felsefe, psikoloji ve coğrafya
dersleri verdi. Umumi İçtimaiyyat ve Türk Tefekkür Tarihi
kitaplarıyla ilgi çeken Ülken, 1933 yılında Berlin Üniversitesi Devlet
Kütüphanesi’ne gönderildi. Türkiye’ye dönüşünden hemen sonra, Edebiyat
Fakültesi Türk Tefekkür Tarihi doçentliğine atandı, 1936’da İçtimaî Doktrinler
Tarihi öğretim üyesi oldu. 1940’da von Aster’in isteğiyle Felsefe
Profesörlüğüne, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü Sanat
Tarihi profesörlüğüne getirildi. 1957’de ordinaryüs profesör oldu. Yaşamının
her safhası doymak bilmeyen bir iştihayla kitap ve kütüphanelerin arasında
geçti. Yüzlerce makale yazdı, kitaplar hazırladı, çeviriler yaptı. Fransızca ve
Türkçe kitap eleştirileri kaleme aldı. Dergiler yayımladı. Sabahattin Eyuboğlu
ve Celalettin Ezine ile uzun zaman beraber çıkardıkları hümanist karakterdeki İnsan
dergisi entelektüel kesimde ses getirdi. Hemen hemen ilgi göstermediği alan
yoktu. Başta İslâm felsefesi, Türk tefekkür tarihi, doktrinler tarihi, sosyoloji,
sistematik felsefe, bilim felsefesi, mantık, sanat ve estetik derslerini
okuttu, binlerce öğrenci yetiştirdi. Tüm bunların yanında o, tekdüze bir
akademisyen profilinin dışındaydı. Sanatçı duyarlılığıyla Posta Yolu,
Şeytanla Konuşmalar, Yarım Adam adlı romanlarını yazdı. Şiirle ilgilendi.
Resimler çizdi. 1918-1920’lerde kara kalem; 1940-1945 yılları arasında yağlı
boya ve 1967-1970 yıllarında kompozisyon çalışmaları yaptı. Hat sanatıyla
uğraştı ve müzik bilgisi son derece genişti. Hilmi Ziya Ülken, 5 Haziran
1974’te yaşamını yitirmiştir.